Kapitalizmin her şeyi metalaştırdığı ve inancı, kültür, yaşam biçimlerini, giyim tarzlarını ve gelenekleri farklı formlara büründürerek yeniden tanımladığı, yeniden ürettiği ve pazarladığı dönemleri yaşıyoruz. Üretim rekabeti eski olanın ve geride kalanın yaşayamayacağı ve rağbet alamayacağı kadar hızlı bir üreticilik dönemini beraberinde getirdi. Post Modern düşüncenin hemen her şeyi farklı açılardan yorumladığı günümüzde yapıbozumcu (deconstructionist) eğilimlerin de artması her şeyi tersten yorumlayan ve ezberleri bozan yeni ürünlerin vitrinlerde yerini almasına neden olmaktadır. İslam Dünyası da bu üretimin nesnesi olmaktadır. Kavramlarıyla, gelenek-görenekleriyle, değerleriyle, insanlarıyla hem birlikte başkaları tarafından yeniden tanımlanmaktadır. Maalesef tanımlanıyor olduğunun da çok az farkındadır ve bunun kötü bir şey olduğunun da farkında değildir. Demokratik Hilafet, İslam Demokrasisi, Ilımlı Müslüman, Modern İslam… Geçtiğimiz günlerde bir arkadaşım Türkiye’de Müslüman sakalı bırakmanın moda olmaya başladığını ve bazı gençlerin pantolon paçalarını moda olduğu için kısaltmaya başladıklarını söyledi. Yakında kapitalizm misvak kullanmayı da moda yaparsa İslam’ın dört dörtlük yaşamak gayet rahat olacak…
Küreselleşme ve Kapitalizmin dinamosu da Anglo-Amerikan dünya liderliğindeki Batı olduğu için bu değişim ve dönüşümün, bu baş döndürücü üretim endüstrisinin dinamosu İslam Coğrafyası değil Batı’dır. İsrail, Rusya, Çin gibi ülkeler ise sekülarizm, Liberalizm, demokrasi, kapitalizm gibi dünya görüşlerini benimseyip yaygınlaştırdıkları için/oranda Doğu’da olsalar da Batı kategorisindedirler. Bu anlamda İsrail Orta Doğu’da yer alan Batı’dır ve bu nedenle Batı’nın İslam Dünyasındaki ajan ve karakol ülkesidir. Bir de şekilde ve surette Doğu’lu tatta ve özde Batılı olan İslam ülkeleri var. Bunlar da genel olarak atalarının değerlerini hızla tüketen mirasyediler ve sömürü dönemlerinin haramzadeleri elitlerden oluşmaktadır. Bu elitler kendi değerlerine duymaları gereken sadakati Batı değerlerine duyarlar, hem gözlerini kamaştıran sahte Batı güneşi ve medeniyetine duydukları aşağılık kompleksli hayranlık, hem de onlarla kader ve çıkar birliği yapmış olmaları nedeniyle halklarının çıkarlarından çok efendilerinin çıkarlarına sadakat duyarlar. Ümmetleri ise Batı’dır. Zira sadece Müslümanlar kendi içlerinde bir ümmettir. İnkâr edenler ise şeytanın imametinde farklı bir ümmet kurmuşlardır. Dolayısıyla bu tanımlamada dünya liderliğini yürüten Batı’nın etkisini somut sınırlarla Doğu-Batı olarak ayırmamız pek mümkün görülmemektedir. Dolayısıyla değişimin dinamosu bizim ötekimizdir ve o da bizi sürekli ötekileştirmekte, indirgemekte, küçümsemekte ve dönüştürmektedir.
Edward Said’in dediği gibi “Doğu Batı için sadece egzotik ve mistik nesnelerden ibarettir” Onlar sürekli Doğu’yu keşfedilecek nesne olarak görürler. Keşfedilmeye muhtaç… Batı’nın keşfettiği yerlerin başına neler geldiğini ise Kızılderililer ve Amerika örneği bütün açıklığıyla dünyaya anlat/ama/maktadır.
Arap Baharı İslam ümmeti için gerçekten büyük bir fırsattı ve bu fırsat olma süreci de miras bıraktıklarına sahip çıktığımız ve o potansiyelleri çarçur etmediğimiz oranda devam etmektedir. Ancak basit bir tanımlama ile Libya ve Tunus’ta İslam dünyası başarı elde etmiş (her an elden gidebilecek ve maalesef gitme ihtimali ellerimizin yaptıkları dolayısıyla yüksek olan bir başarı), Mısır ve Yemen’de ise Batı başarımıza engel olmuştur. Suriye’ye gelince İsrail ve ABD’nin Suriye’nin antikapitalist, İsrail karşıtı, direniş yanlısı bu İrancı yönetiminin düşmemesi için canla başla çalışıp seferber olduğunu sadece aptallar ve bizim Türkiye’deki geri zekâlı solcular anlamamıştır.
Arap Baharı yeni bir düşünceyi de ortaya çıkardı. Ben buna Demokratik Diktatörlük ismi veriyorum. Bu modern dünyanın paradoksal üretimlerinden biri diğeri. Mısır halkının 40 yıl aradan sonra ilk demokratik seçimlere gittiğinde ya da Yemen halkı Abdulhadi’yi seçtiğinde yeni bir tür özgürlüğün tadını aldıklarını zannediyordu. Ancak Batı bu özgürlük merakını aldı ve yeniden üreterek Sisi’vari diktatörlüklere meşruiyet kaynağı yaptı. Bu arada promosyon olarak da bir adet demokratik İslam hediye ettiler ümmete. Artık demokratik diktatörlüklerle uğraşacak gibiyiz. Bununla beraber Müslüman’ların demokratik yöntemin sonuç vermediğini FİS, Nahda, Refah Partisi ve İhvan örneğinde yeniden değerlendirmeleri gerektiği kanısındayım. Ama bunu yaparken Mursi’nin ayakkabılarının bile darbecilerden daha temiz olduğunu unutmadan, her değeri silip süpüren Harici mantıkla değil adil ve usul sahibi bir İslami yöntemle yapmalıyız. Bizim birbirimizden başka dostumuz yok.
Tepki Kime Olmalıdır? Nasıl Olmalıdır?
Gerçek şu ki bizler ağıt yakan bir ümmet değiliz, olmadık ve olmayacağız. Rabbimiz bizi şöyle tanımlamaktadır:
İman edenler, bir haksızlığa, bir saldırıya, bir baskıya ve zulme uğradıkları zaman, zâlimlere, saldırganlara ve baskı yapanlara yardımlaşarak hadlerini bildirenlerdir. (Şura 39)
Dolayısıyla her bir Müslüman’a İslam dünyasındaki zulümleri durdurma, ümmete izzet ve kerametini iade etme yolunda pratik atımlar atmak bir borçtur. Protestolar, eylemler ve sosyal medya kampanyaları anlamlıdır ve önemlidir. Ancak ümmetin birçok beldesinde özgürlük mücadelelerine anlamlı, somut destekler vermek daha kalıcı ve sonuç itibariyle de daha anlamlıdır. Bununla beraber beklediğimiz ve arzuladığımız dönüşüm ve inkılab ancak bizim ellerimizle gerçekleşebilir.
Onlarla savaşın ki Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın, onları rüsvay etsin, onlara karşı size yardım edip zafer yolunu açsın, müminlerin gönüllerini ferahlatsın, kalplerindeki kin ve öfkeyi gidersin. Allah Teâlâ dilediğine tövbe de nasib eder. Allah alîmdir, hakîmdir. (Tevbe 14)
Musa as kavmine düşmanlarıyla savaşmayı emrettiğinde onlar ona “Sen ve Rabbin gidip savaşın. Biz burada oturuyoruz” cevabı vermişlerdi. Gerçek şu ki Allah düşmanlarımızı bizim ellerimizle cezalandırmak ve haklarımızı bizim kendi imkân ve potansiyellerimizle almamızı istiyor. Biz ise çoğu zaman protestolarda “Allah’ım onları kahret” diyoruz. Onları Allah bizim ellerimizle kahretmek istiyor. Biz ise bunu genelde ondan isteme eğilimindeyiz. Ama bunun kör bir şiddet, plansız ve usulsüz bir cihad, aşırı ve tekfirci bir zihniyetle değil, çok yönlü projelerle gerçekleşeceğini unutmamalıyız.
2006 yılında İsrail Gazze’yi kuşattığında ben protestolara katılanlar arasındaydım. Bu protestoları bugün de önemli buluyorum. Ama o dönemde İsrail askerleri Filistin halkına helikopterlerden el ilanları atıyor ve telefonla arayarak sivil halkı tehdit ediyordu. Ben de gecenin 3-4’ünde Tel Aviv, Sderot gibi yerleri arayarak her bir ferdini işgalci gördüğüm İsraillileri uykularından uyandırıyor ve rahatsız ediyordum. Onlara bu ümmetin onlara ikinci Hayberi yaşatacağından şüpheleri olmamasını, füzelerinin kendilerini yok oluştan kurtarmayacağını söylüyordum. Bu oldukça rahatsız ediciydi ve kendi şartlarında kahrolsun İsrail demekten daha pratikti. O dönemde birçok metni Türkçeye tercüme edip okurlara sunmaya çalıştım. Bu da pratik bir eylemdi. Kısacası her bir bireyin kapasiteleri ölçüsünde somut bir hizmet ve ürün ortaya koymasının daha değerli olduğu kanaatindeyim.
Mısır’da yüzlerce kişiye daha idam cezası verildi. İslami kuruluşlar Mısır konsolosluğu önünde eylem çağrısında bulundu. Oysa Sisi’yi değil ona destek olan İsrail’i ve ABD konsolosluğunu protesto yeri olarak tercih etmek daha doğru değil mi? Mısır’da Sisi’nin ardındaki “Sis” perdesi kaldırıldığında arkadan koca bir Netanyahu ve Obama’nın çıkacağı gün gibi ortadadır. Marifet kuklayı değil kuklacıyı vurmaktadır. Köpeklerle değil efendileriyle hesaplaşmalıyız. Yakın zamanda İsrail konsolosluğu önünde yapılacak bir eylem dünyaya iyi bir mesaj olacağı ve asıl düşmanın farkında olduğumuzu göstereceği ve uluslar arası topluma iyi bir mesaj verecektir. Bu idam kararları küresel istikbarın bütün insan hakları söylemleri, demokrasi mesajlarının ümmeti aldatmaya odaklı olduğunu ve içlerindeki kinlerini artık gizleyemeyecek kadar büyüttüklerini göstermektedir. Zaten Mısır idam kararlarına Batı/l’ın karşı durmasını beklemek cellatlardan merhamet dilenmektir. Mısır diktatörünün “Sisi” ortadan kalktığında batının kirli yüzü bütün çirkinliğiyle ortaya çıkacaktır. Ümmetin idam kararları maalesef Kahire’de, Şam’da değil Tel Aviv’de, New York ve Brüksel’de alınmaktadır. Uzak düşmanı teorisini tekrar düşünmek gerekiyor.