"Demokratlık" zihni bir tutumdur, bir felsefe veya evreni, hayatın anlamını, insan fiillerinin amacını, iktisadi hayatın düzenini, sosyal politikaları ve meadı açıklayan bir akide, bir ideolojik sistem veya bir kelam ekolü değildir.
İnsan zihni bir tutum olarak 'demokrat' olur veya olmaz. Kendine kattığı erdemli kişilik özellikleriyle başkalarının düşüncelerine saygı gösterir, dinler, müzakere eder, bazı görüşlerini tashih eder. Bununla yetinmez, ötekinin hak ve hukukuna riayet ederek bir arada yaşama iradesi ve arzusu beyan ediyorsa bu kişi 'demokrat'tır, aksine tutum ve davranışlar sergiliyorsa değildir. Bu manada neredeyse her beşeri/irfan havzasında demokrat kişiliklere ve pratiklere rastlanır.
Mahçupyan demokrat zihniyeti "şeffaflık, ikna, katılımcılık" gibi normlara indirger. Said Nursi, "ikna yolu"nu "medenilerin özellikleri" arasında sayar. Abdülkerim Süruş ise "epistemolojik yanılabilirlilik ve çoğulculuk" olarak görür. Bu zaten, "mutlak müçtehid"in dahi içtihadının hükmen "zanni" kabul edilmesiyle tarihte sağlanmış ve kültüre öyle gelmiştir. Fakat Mahçupyan, salt zihni bir tutumu neredeyse her şeyi açıklayan üst bir sisteme, meta söyleme dönüştürür; bir tür postmodern Marxizm gibi.
Demokratlığı "mutlakiyetçiliğin reddi" ve herkesin kendini ifade edebilme özgürlüğü ve hakkına sahip olması olarak görmek mümkün. Bu Mahçupyan'ın başka yazılarında sıkça işaret ettiği "görecilik" konusunda da bize iyi bir fikir, eleştirel bir perspektif verebilir.
Belirtmek gerekir ki, dört başı mamur bir demokrat zihniyet ancak dinin evreninde ve Son Vahy olan İslam içinde neşv-ü nema bulabilir. Çünkü İslamiyet, pozitivizmden beslenen aydın despotizmini reddettiği gibi, Kilise hidayetini sekülerleştiren modernliğin ve onu yeniden üreten postmodernizmin üstünü örtbas ettiği mutlaklığı da reddeder. Mutlak bilgi, mutlak iktidar ve mutlak servetin sahibi sadece Allah'tır, tevhid inancı her şeyi izafileştirir.
Üç dini öğretiyi ve tarihsel tecrübelerini -ana karakteristik özellikleriyle- mukayese ettiğimizde ilginç bir manzarayla karşılaşırız: Yahudilik kamil hidayeti anneden doğuma bağlayıp, kurtuluşu illa da Yahudilikte arayanlara "Nuh'un yedi kanunu"yla yetinmelerini önerir; çünkü "seçilmiş kavim" doktrini varlık zincirinde seçilmemişleri daha düşük mertebede algılar; seçilmemişler sadece ağır Yahudi Şeriatı'nın hükümlerini yerine getiremeyecek kadar zayıf değiller, aynı zamanda o fıtri kapasitede de değiller. Tarihi Hıristiyanlık, hidayet kapısından zorla dahil etmeyi emreder. Evrenselliğini "İsa'nın mesajına muhatap" bütün milletlere ve her ferde mecburi tutar. Aydınlanma, modernizm ve bugün bu geleneğin ürünü küreselleşme, işte Katolikliğin bu hidayet doktrinini sekülerleştirerek evrensel olduğunu, bütün yer kürenin Batı modernitesi içinde yer almasının zorunlu olduğunu iddia etmekte ve dünyadaki bütün hükümetleri toplumlarını 'modernleştirme' politikalarına tabi tutmaya mecbur etmektedir. Bunun Ortaçağ'daki karşılığı Kilise'nin dünyayı zor kullanarak Hıristiyanlaştırmasıdır; modern Batı'nın 'hidayet'i, yerküreyi laikleştirip sekülerleştirmek ve nihilistleştirmektir. İslamiyet, hidayetin kapısını açık tutar, ama kimseyi içeri girmeye zorlamaz.
Sanıldığının aksine postmodernizm mutlak olanı reddetmiyor, total bir mutlaklığı reddederken hakikati de parçalayıp her bir parçayı kendi içinde totalleştirip mutlaklaştırıyor, parçalar arasında geçişi ve dönüşümü imkânsızlaştırıyor. Nitekim postmodern izafilik, mesela İslami yaşama biçimini parçalarken bunu da ailenin çözülmesi, kadın-erkek rol dağılımının ters yüz edilmesi şeklinde yürütüyor ve bunun mutlak/zorunlu bir değişme süreci olduğu fikrini telkin ediyor ki, işte biz buna postmodern cebriyecilik diyoruz.
Oysa kamil manada demokratlık a) Hakikatin tekliğine karşılık birden fazla epistemolojik, ontolojik ve sosyal tezahürü mümkün görür; b) Kendini Hak ve Hakikat üzerinde görüyor olmasına rağmen, diğer epistemeleri ve yaşama biçimlerini korur, onlara yapılan müdahaleleri meşru görmez.
ZAMAN