Demokrasinin yeni bir kırılma noktasında Fevzi Çakmakı anmak

Mustafa Armağan

Vefatının 60. yıldönümünde Genelkurmay Başkanlığı dahil pek çok mahfilde anılacak olan Fevzi Çakmak, toplumsal hafızamızı rüzgârda sürekli hareket eden bir diken gibi rahatsız etmeye devam etmekte.

Sol kesim onu Nazım Hikmet'i hapse attırdığı için affetmemekte, liberaller fazla devletçi ve asker kafalı bulmakta, ulusalcılar fazla dinci, İslamcılar ise İstiklal Savaşı'ndaki emeğini takdir etmekle birlikte, dinin kamusal hayattaki belirleyiciliğini ortadan kaldıran inkılaplar yapılırken sessiz kalmasına bir türlü anlam verememektedirler. Bütün bunlara resmi ideoloji tarafından dışlanmış olmasını ilave ederseniz, "Mareşal"in ne İsa'ya, ne Musa'ya yaranabildiğini görürsünüz.

Aynı zamanda bu denli sevilen ve sevilmeyen; ama kimsenin de değerini inkâr edemediği bir şahsiyet, tarihçiler için neresinden baksanız ilginçtir. Ancak tarihçiliğimiz genellikle problem çözmektense tablo çizmeye bayıldığı için Mareşal'in henüz elimizde doğru dürüst bir hayat hikâyesi yoktur. (Tespit edebildiğim kadarıyla 2005'e kadar hakkında sadece iki doktora tezi hazırlanmış.)

Peki kimdir Fevzi Çakmak?

1876 doğumludur. Kuleli Askeri Lisesi'ni ve Harbiye'yi bitirip kurmay yüzbaşı olarak ordu saflarına katılır. Arnavutluk'ta uzun süre görev yapar, ardından Balkan savaşları ve Çanakkale'den Kafkas, Sina ve Filistin cephelerine kadar uzanan yıpratıcı bir mesai bekler kendisini. Savaş sonunda hastalanarak İstanbul'a dönmüş ve Genelkurmay Başkanlığı görevine getirilmiştir. Böylece bir Osmanlı Genelkurmay Başkanı, TC'nin de Genelkurmay Başkanlığı'nı üstlenerek arada bir kopukluk olmadığını ispat etmiş bulunuyor.

Fevzi Paşa'nın daha İstanbul'dayken Milli Mücadele'ye yaptığı katkılar bu görev süresinde gerçekleşecektir. Neler mi?

Mesela Mustafa Kemal Paşa'nın 9. Ordu Müfettişliği'ne atanmasını sağlamıştır. Anadolu'ya silah ve mühimmatın kaçırılması işini el altından organize etmiştir. İstanbul hükümeti işgal altında olduğundan Anadolu'da millî bir yönetim kurulması ve Kuva-yı Milliye'nin bu yönetime bağlanması için Cevad Paşa ile beraber karar almış ve kararı Mustafa Kemal Paşa'ya açıklamış, onun da onayını aldıktan sonra yürürlüğe koymuştur.

Fevzi Çakmak'ın Milli Mücadele'deki rolü de nedense geçiştirilmektedir. Halbuki gerek 2. İnönü Savaşı'nın, gerekse Sakarya ve Büyük Taarruz'un stratejisini belirleyen, ön saflarda Mehmetçiğin yanında bulunan Fevzi Çakmak, elinden düşürmediği Kur'an-ı Kerim'iyle İstiklal Savaşı'nın kazanılmasında en önemli amillerden biri olmuştur. Mesela Garp Cephesi Komutanı İsmet Paşa, 2. İnönü Savaşı'ndan sonra çektiği şu telgrafta Fevzi Paşa'ya 'savaşı sen kazandın' demektedir:

"Asker, subay ve komutanlarımızın tarihî kahramanlık ve yeteneklerini yüksek yönetimiyle düşmana üstün ve muzaffer kılan Fevzi Paşa'ya, ben dahil bütün ordunun samimi ve mutlak olan itaat ve saygılarını belirtirim."

İsmet Paşa çekilme emrini verip cepheden uzaklaştığı halde Fevzi Paşa duruma el koymuş ve ricati durdurup askeri hücuma geçirmiş, bu da İnönü zaferi adıyla tarihe geçmiştir. Nitekim Sakarya savaşında olsun, Büyük Taarruz'da olsun hizmetleri, bizzat Mustafa Kemal Paşa tarafından belirtilmiş, kendisine ısrarla "Paşa Hazretleri" demeyi tercih etmiştir.

Talih ne sürprizler hazırlıyor insana: Mareşal'e, 12 Ocak 1944 günü İsmet İnönü'den görevden alındığına dair bir mektup gelir. Derhal istifa eder ve ardından 2 yıl sürecek olan inziva dönemi başlar. 1946'da Demokrat Parti'nin kuruluşuyla birlikte Paşa'nın son 4 yılını dolduracak olan siyasî hayatı başlar.

Bu kritik dönemde onun kararlı duruşunu ve demokrasimize katkılarını ön plana çıkarmaya fazlasıyla ihtiyacımız olduğuna inanıyorum. Zira siyaset zehrinin askerin iliğine işlediği bir zamanda yetişip de onun kadar askerlik ile siyaset arasına duvar çekebilmiş başka bir isme pek rastlayamıyoruz. Ahlakı, dürüstlüğü ve mertliğiyle temayüz etmişti. Komutan oluşunu şahsi hayatında bir avantaj noktası haline getirmeye karşı olan Gazi Osman Paşa'nın paltosundan çıkmıştı.

DP listesinden bağımsız olarak girdiği 1946 seçimlerinde İstanbul'dan en yüksek oyu alarak milletvekili seçilen Çakmak, görülmemiş bir törenle Ankara'ya uğurlandı. Cumhurbaşkanlığı seçimine katıldı ve İnönü'nün rakibi oldu, 59 oy aldı. O günlerde yaptığı bir açıklamada "Kanımın son damlasına kadar millet ve hürriyet için çalışacağım." demişti. Öyle de yaptı.

İki yıl sonra Mareşal'i Millet Partisi'nin fahri genel başkanı olarak görüyoruz. Görev yaptığı süre içinde orduyu siyasetten uzak tutmak için çalıştığını, halkın isteği üzerine Meclis'e girdiğini belirtiyor ve milletin iradesi sandığa yansımazsa Türkiye'nin uçuruma yuvarlanacağını söylüyordu. MP bunu önlemek ve halkı iktidara taşımak için kurulmuştu. Son olarak "Biz Hakk'a ve Millet'e dayanıyoruz." diyordu.

Ancak yaşı ilerlemiş, siyasetin istediği yüksek tempo Paşa'nın sağlığını etkilemeye başlamıştı. Hastalandı. 1950 seçimleri yaklaşıyordu. Cumhurbaşkanı İnönü kendisini ziyarete gelmek istiyordu. Besbelli halkın Mareşal'e olan teveccühünden pay kapmak istiyordu kurt politikacı. Gelmesin ziyaretime, dedi, istemiyorum. Bu cevap Mareşal'i halkın gönlünde bir kez daha yüceltti.

Türkiye'nin tarihinde yeni bir sayfa açılmak üzereydi ki, beklenmedik bir ölüm haberi bomba gibi düştü ajanslara: Fevzi Çakmak ölmüştü. 11 Nisan 1950 günü Türkiye'nin dört bir yanından insanlar akın akın İstanbul'a taşınıyor, on binler cenazesini omuzluyordu. Ezanın bile Türkçe okunduğu CHP iktidarında, sokaklarda Arapça tekbirler getiriliyor, ilahiler söyleniyor, dualar ediliyordu. Bu sırada radyoda halkla alay edercesine hafif müzik yayını devam ediyordu. Yüz binlerce insanın elleri üzerinde götürüldüğü Eyüp'te dedesi Müftü Bekir Efendi'nin yanında toprağa verilmişti.

Bir ay sonra yapılan seçimde DP 400'ün üzerinde sandalye kazanmış, CHP 69'da kalmıştı. Bunun üzerine halk o müthiş cenaze törenini hatırlayarak "Bir cenaze CHP'yi sandığa gömdü." diyecekti. Böylece Mareşal, hayatıyla dürüst bir askerin siyasetten uzak durması gerektiğini öğretirken, ölümüyle de siyasetin halka rağmen değil, halkla beraber yapılacağını, bunu anlamayanların nasıl hüsrana uğrayacağını göstermiş oluyordu.

1946'da kendisini Ankara'ya uğurlamak için toplanan kalabalığı görünce gözyaşlarını tutamamış ve "kurtarıcımız" diyenlere gülümsemeye çalışarak, "Yaşayın evlatlarım. Ancak sizsiniz milleti kurtaracak. Ben de sizin naçiz yardımcınızım." şeklinde mukabele etmişti.

Askerlikte geçerli olan milleti kurtarma görevini sivil hayata da taşımak isteyen gafillere verilebilecek en güzel cevap bu olsa gerekti.

ZAMAN