Demokrasi, seçmenler ve toplum modeli..

Abdullah Muradoğlu

Başbakan Erdoğan'ın "dindar nesiller yetiştirmek istiyoruz" cümlesine başka bir açıdan yaklaşacağım.

Soru şu:

Demokratik bir rejimde bir parti kendi toplum modelini uygulayabilir mi?

CHP'nin önemli isimlerinden merhum Anayasa Hukukçusu Prof. Turan Güneş "Araba devrilmeden önce" başlıklı kitabında bakın ne diyor:

"Çoğulcu bir siyasi rejimde, toplumun ne yolda gideceğini saptamak seçmenlerin işidir, onların yetkisidir. Bu nedenle de herhangi bir iktidarı sağ ya da sol bir politika uygulamasından ötürü Anayasa'ya aykırı ya da Anayasa doğrultusuna aykırı hareketle suçlamak hem Anayasa hem de demokratik düşünceye aykırıdır. Bir politikayı değerlendirmek hukuk işi değil, siyaset işidir."

1950 seçimleri ile beraber Türkiye'de ilk defa, 'yönetenler'in yerine halkın modeli ve tercihlerinin parlamentoya yansıdığını belirten Prof. Turan Güneş şöyle devam ediyor sözlerine:

"Halkın modelinin iyi ya da kötü yanlarıyla 'yönetici' sınıfın modeline uymadığı açıktır. DP'nin iktidara gelir gelmez ezanın yeniden Arapça okunmasına izin vermesi, o zamanlar, demokrasiyi pek isteyen fakat genel oyun ne getireceğinin pek farkında olmayan seçkinler üzerinde balyoz etkisi yapmıştı. Oysa bunda şaşılacak bir şey yoktu. Çeşitli sınıflar ve eğilimleri ile toplum, kendi değer yargılarını uygulamaya koyuyordu. Arapça ezan gibi birçok konuda Demokrat Parti'nin en basit, en kolay, en demagojik yollar seçtiği söylenebilir. Ama bu, olayın çıplak gerçeğini ortadan kaldırmaz. Türkiye, ilk kez bir çeşit sivil topluma yöneliyordu. Yahut bir başka deyimle, halk şimdiye değin yabancısı bulunduğu iktidarı ele geçiriyor veya etkiliyordu."

Halkın iktidarı etkilemesi nasıl bir sonuç doğurdu?

Bu sorunun cevabını da Turan Güneş'ten alalım:

"Bunun sonucu, bu kez seçkinlerin yeni iktidar modeline yabancılaşması olmuştur. Seçkinler, kendilerini aşan, kendi değer yargılarına ters düşen ve de çağdışı saydıkları bu modeli bir türlü kabul edememişler, daha doğrusu böyle bir toplumda yerleri ve işlevlerini saptayamamışlardır. Bu nedenle, daha 1950'lerden başlayarak, Türkiye'de iktidarın sınırlanması sorunu bir seçkinler sorunu olarak ortaya çıkmıştır. Genel oydan çıkan bir iktidarın her şeyi yapamayacağı, çoğunluğun yetkilerinin de sınırlı bulunduğu, insan hakları, demokrasinin gereği olan basın özgürlüğü, üniversitelerin özerkliği gibi konular ortaya atılmaya ve bunların kavgası verilmeye başlamıştır."

Prof. Güneş'in dediği gibi "genel oy"la beraber toplum modelinin toplumdaki sosyal güçlerce çizilmesi, saptanması, "seçkin aydınlar tekeli"ni bozmuştu.

Ancak seçkinlerin bel bağladığı askeri darbeler topluma kendi modellerini zorla uygulama girişimleriydi.

21. Yüzyılın Türkiye'sinde toplumsal taleplerin "sivil anayasa" çerçevesinde ve makul ölçülerde karşılanması bir zorunluluktur.

Başbakan Erdoğan'ın dilinden dökülen cümlenin bu çerçevede, kırıp dökmeden, içerdiği toplumsal talepleri de gözardı etmeden, sağlıklı biçimde tartışılması gerekiyor.

Sosyoloji PKK'yı aklıyor mu?

PKK'nın "derin güçler"le ilişkili olduğu yönündeki kuşkuları dile getirmek bazı çevreleri rahatsız ediyor.

Bu çevreler, PKK'yı destekleyen bir sosyolojinin varlığını öne sürüyorlar.

Elbette demokrasi eksikliğinden kaynaklanan "Kürt sorunu" ile PKK arasına bir çizgi çekmek gerekiyor.

Türkiye'deki karanlık güçlerin yanı sıra başta Suriye, Yunanistan ve Güney Kıbrıs gibi devletlerin PKK'yı bir koz olarak ellerinde tuttukları öteden beri biliniyor.

Bu ilişkiler ağı içerisinde gerçekleştirilen karanlık olayların aydınlatılması gerekmiyor mu?

Türkiye kendi geçmişiyle yüzleşirken, PKK'nın derin ilişkilerinin sorgulanmaması mümkün müdür?

Öne sürülen sosyoloji, bu sorgulamanın meşruiyetini ortadan kaldırır mı?

Ya da bu sosyoloji, PKK'ya meşruiyet kazandırır mı?

Elbette örgütlerle örgüt tabanlarını biribirinden ayırmak durumundayız.

Türkiye'nin güvenliğiyle ilgili kurumların 30 yıldan fazladır, bir terör şebekesine dönüşen bu "ağ ilişkileri" karşısında nasıl bir tutum izlediğini merak ediyorum.

Yüzleşmemiz gereken hususlardan biri de, budur.

İran yönetimi akl-ı selime kulak vermelidir!

Müslüman kanının dökülmesi Rusya ve Çin'i yöneten bayların umurunda olmayabilir ama İran'ın umurunda olmalıdır. Suriye halkı, meşruiyetini yitirmiş despot bir ailenin saltanatı altında yaşamak istemiyor. Olayın özü budur.

İran'da herkes mevcut yönetim gibi düşünmüyor.

Birkaç ay önce, "Devrim Muhafızları" eski komutanlarından General Hüseyin Alai'nin yaptığı açıklamaya dikkat çekmek istiyorum.

General Alai özetle şunları söylüyordu:

BİR: Bu ülkede adı cumhuriyet olan saltanat mahiyetine sahip bir yönetim var. Ne azınlık, ne de çoğunluk bu ülkede siyasi özgürlüklere sahip değil. Siyasi yapı tamamen istibdada dayalıdır ve bugünkü dünya şartlarıyla uygunluk taşımıyor. Bu sebeple de bu yapının devam kabiliyeti bulunmuyor.

İKİ: Gelecekte Suriye'de hangi grup iş başına gelirse gelsin, İsrail'le normal bir ilişki kuramaz. Çünkü gösterilere katılan halkın büyük bir kesimini dindarlar ve İsrail karşıtları oluşturuyor. Bu açıdan, İsrail'e yönelik davranışlarının mevcut durumdan ciddi bir farklılık göstermesi uzak bir ihtimal gibi gözüküyor."

ÜÇ: İran'ın Esed yönetimine tek taraflı destek vermekten kaçınmalı ve muhaliflerle ilişkiye geçmelidir. Şam'ı halkın mantıklı taleplerine riayet etmeye zorlayarak gelecekteki durumu münasip hale getirebilir. İran'ın muhaliflerle ilişki kurmamış olması tehlikelidir. Ortadoğu alanında etkili olan ülkeler, Suriye'nin geleceği için planlar hazırlama konusunda son derece aktif durumdalar. Esed'siz bir Suriye konusunda en az kafa yoran tek ülke İran'dır.

DÖRT: İran, politikasını, Suriye'nin geleceğinin yabancıların askeri müdahalesiyle belirlenmesine izin vermeyecek şekilde kurmalıdır. İran, Esed yönetiminin çökebileceği ihtimalini göz önünde bulundurmalı ve politikalarını bu ihtimali de hesaba katarak düzenlemelidir.

BEŞ: Beşşar Esed gitse de, kalsa da, Suriye'de hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Hatta Esed işbaşında kalmak için Batı'ya taviz verebilir ve İran'la arasına mesafe bile koyabilir.

Vakit geç olmadan, İran'ı yönetenlerin General Alai'nin uyarılarını dikkate alarak akl-ı selimle hareket etmelerini umuyoruz. Aksi takdirde, Alai'nin de ifade ettiği gibi İran Esed'i destekleyen tek ülke olarak kalacak. Bu da İran'ın yararına olmayacak.

YENİ ŞAFAK