Geçtiğimiz günlerde Demirtaş’ın Berlin’de bir toplantıda sarf ettiği bazı sözler basına yansıdı. Şunları diyordu Demirtaş: “Özerklik ilanıyla bir yere varılamaz”, “Hendek savaşları kamu güvenliğini tehdit etti ve şiddeti tırmandırdı”, “Biz demokratik bir partiyiz ve şiddetin her türlüsünü reddediyoruz”, “Şiddet başlı başına siyasetin hareket alanını daraltır. Bizler şiddet olaylarının durmasını talep ediyoruz. Şiddet ister doğuda ister batıda, nerede olursa olsun kabul edilemez. Mücadelemizi demokratik yollarla yapacağız"...
Bu sözler, 40 yıldır çatışma yaşayan, terör belasıyla çok acı çekmiş bir toplumda, silahların susması için yeni bir fırsat olarak heyecanla karşılanabilirdi. Şayet Demirtaş bugüne kadar milyon defa yalan söylememiş, Çözüm Süreci boyunca süreci küçümseyen, değersizleştiren sayısız söz sarf etmemiş olsaydı.
Hatta bu sözleri, aradan geçen dokuz aydan ve beş bin ölü, binlerce yaralı, 400 bin kişilik göç, viraneye dönen şehirlerden sonra değil de PKK’nın çatışmaları yeniden başlattığı temmuzda söylemiş olsaydı, yine de bir değeri olabilirdi. Ama şimdi hiçbir kıymetinin olmadığı yaratamadığı yankıdan da rahatlıkla anlaşılabilir.
Çoğu yerde bu çıkış “Köşeye sıkışan PKK’ya zaman kazandırmak” olarak yorumlandı. Epeyce bir yorumcu Demirtaş’ın talimatla çark ettiğini ama artık taviz verilemeyeceğini yazdı ve söyledi. Dokunulmazlıkların kalkması gündeme gelince “korkudan çark ettiğini” söyleyenler de oldu. Hükümet cephesinden de olumlu ya da olumsuz, dikkate değer herhangi bir yorum gelmedi. Yani PKK ve onun halkla ilişkiler ofis sözcüsü haline gelmiş olan eş başkanının hiçbir inandırıcılığı kalmadığı görülmüş oldu.
Ama asıl değinmek istediğim şey bu değil. Yukarıda kısaca alıntıladığım ifadeler basında öne çıkarılan, seçilmiş ifadelerdi. Demirtaş aynı zamanda Deutsche Welle’ye bir demeç verdi ve New York Times’da da “Erdoğan’ın baskılarının tek zayiatı basın özgürlüğü değil” başlıklı bir yazısı yayımlandı (NYT’nin ‘Ortadoğulu’ bir ülkede yüzde 10 oy alan bir parti başkanına gösterdiği yakın ilgi ayrıca göz yaşartıcı).
NYT’deki yazısında diyor ki “Geçtiğimiz ağustos ayında, PKK'ye yakın Kürt gençleri bazı Kürt kasabalarında isyan başlattı. Hükümet önce biber gazı ve plastik mermilerle, daha sonra haftalar süren 24 saatlik sokağa çıkma yasaklarıyla ve son olarak da tanklar ve toplarla karşılık verdi. Kuşatma altındaki kasabalardan fotoğraflar Suriye iç savaşının ilk zamanlarındakilere benziyor. 300 binden fazla insan evlerini boşaltmak zorunda kaldı.”.
Yani sorunun PKK’yla ilgisi bile yok. Sadece “PKK’ye yakın Kürt gençleri” yapmış dokuz aydır bütün bu olup bitenleri. Buna karşılık hükümet, biber gazıyla başlayıp tank top, Allah ne verdiyse dalarak bu isyankâr gençleri bastırmak bahanesiyle, şehirleri dümdüz ediyor.
“Hükümet ve PKK’nin barış görüşmelerinin çökmesinin nedenlerine ilişkin farklı görüşleri” olduğunu söyledikten sonra ekliyor: Ama “Erdoğan’ın bir gözü bu yaz yapılacak ve anayasal yetkilerini artırabileceği bir referandumda, milliyetçi duyguları körüklüyor”.
Ona göre Erdoğan HDP barajı geçince barış sürecine karşı “daha da uzlaşmaz” bir tutum takınmış. Bu arada da “Türkiye, sınır boyunca Suriye'de IŞİD’le savaşan Suriyeli Kürtleri toplarla vuruyordu. Erdoğan partimizi, tam olarak burada kurmaya çalıştığı otoriter düzene karşı durduğumuz için hedef alıyor”muş.
En az iki yıldır sürdürülen “PKK IŞİD’le savaşıyor, Erdoğan IŞİD’i destekliyor” algı çalışmasının basit bir devamı. Partisinin etnik, dinsel, cinsel, siyasal ne kadar çeşitlilik varsa hepsini kapsadığını, Erdoğan’ın da “tam olarak” bu yüzden, “kurmaya çalıştığı otoriter düzene engel” gördüğü için HDP’yi hedef aldığını söylüyor. Erdoğan’ın büyük suçlarını sıralamaya şöyle devam ediyor:
“Bütün bunlar, Erdoğan’ın Türkiye’de yükselttiği despotik, erkek egemen milliyetçilik için aforoz nedenleri. Erdoğan Washington’da kendisini ‘terörizmle savaşıyor’ olarak sundu ve ABD'nin, Suriye ve Türkiye’deki Kürtlere karşı seferberliğini desteklememesinden yakındı. Birinin ona aslında kendisinin Ortadoğu’daki istikrarsızlığın kaynağına dönüştüğünü söylemesi gerekiyor. PKK ile yürütülen barış sürecini bitirerek, baskıcı bir güvenlik devleti yaratarak, hukuk devleti ilkelerini rafa kaldırarak ve ifade özgürlüğünü baskılayarak Türkiye’nin demokrasisinden geriye neyi kalmışsa boğuyor ve ülkeyi radikalizm ve iç çatışmaya karşı her zamankinden daha kırılgan hale getiriyor.”.
Bu sözlerde herhangi bir pişmanlık kırıntısı, en ufak bir suçluluk duygusu, bir ‘çark’ seziyor musunuz? Ben şu imayı seziyorum daha çok: “Hükümetle PKK arasında görüş ayrılığı olabilir. Mecliste giderilir ama asıl sorun Erdoğan. Onu aradan çıkarmak gerek”.
Nitekim Deutsche Welle’ye verdiği demeçte de Erdoğan’ın “’barış olsun çocuklar ölmesin’ diyen herkesi terörist ilan ettiğini” iddia ediyor. Ona göre Erdoğan’ın gücü “Halktan aldığı güçten çok muhalefeti ezerek, yargıyı, devlet organlarını ele geçirerek, parlamento üzerinde baskı uygulayarak ya da bürokrasiyi ele geçirerek elde ettiği bir güçtür ve bu gücü demokrasi için kullanmıyor”. Erdoğan'ı “…bu kafayla Türkiye'de Kürt sorunu değil en basit toplumsal sorunu bile” çözemeyecek bir lider olarak tarif ediyor. Neden? “Çünkü o artık bir tür diktatörlük, bir tür tek adamlık istiyor… Mezhepçi bir anlayışla Türkiye’yi yönetmek istiyor. Demokrasi ona uygun bir yönetim biçimi değil. Bu net olarak ortaya çıkmış oldu…”.
Kısacası, Demirtaş çark etmiş falan değil. İlk günkü kadar ‘taze’ Erdoğan düşmanlığını sürdürüyor. Hükümetle Cumhurbaşkanı arasında varsaydığı çatlaklardan su sızdırma çabasını da sürdürüyor. Çünkü öyle kodlanmış. İçeride fazla alıcısı kalmadığı için yurtdışında anlatmaya yoğunlaşmasını da bu yüzden doğal karşılamak gerekir.
Buradan bakınca, dokunulmazlıklar kaldırılıp yargı süreci başladığında büyük kabağın “PKK’ye yakın gençler” ve kimsenin adlarını bile bilmediği, yedek parti DBP yöneticilerinin başına patlayacağı da görülüyor.
Serbestiyet