HSYK üzerinden yapılan keskin tartışmalar, "Acaba endişeler çok mu abartılıyor?" kuşkusuna neden olmaktaydı. Yaşanan onca hadiseden sonra anlaşılıyor ki, bu tartışmalar boşuna değilmiş. | |
HSYK kritik davalara atama yapıyor, soruşturmayı yürütürken yetkisini alıyor ve davanın seyrini değiştirecek hamleleri sahneye sürüyor. Bu haliyle HSYK, adalete gölge düşürüyor, yürütülmekte olan bazı davalara doğrudan müdahale etmek suretiyle yargının vereceği kararı şaibeli hale getiriyor. Yaz kararnamesinde HSYK'nın çıkardığı rezaleti hatırlayın lütfen. Ergenekon savcı ve hâkimlerini değiştireceğiz diye adeta krize girmişlerdi. Sebep? Hiçbir makul sebep yok. Zaten şüphe de burada başlıyor. Çünkü HSYK'nın sabıka kaydı hiç de iç açıcı değil. Sicilinde 'yürütülmekte olan davalara müdahale ve onun seyrini değiştirme' olmasa, belki bu kadar derin kuşkuya da gerek yok. Ne demişti Susurluk sanığı Ayhan Çarkın: "Bizi dava sürecinde 3,5 sene yargılayan bir heyet vardı. Hâkim Sedat Karagül. O adamda ben adaleti gördüm. Sonra bu heyet görevden alındı. Son 15 gün Mesut Yılmaz hükümetinin atadığı bir başka heyet geldi. 4 yıl ceza aldık. Oysa neyle yargılanıyorduk." Susurluk çetesine karşı aslanlar gibi mücadele eden (ama nedense aynı cesareti Ergenekon'da gösteremeyen) medyamız, son andaki hâkim değişikliğinin üzerine nedense gitmedi. Daha doğrusu o yıllarda HSYK diye bir kurumun adı bile bilinmiyordu. Ta ki Şemdinli vakası ortaya çıkacağı ana kadar. Şemdinli iddianamesini yazan genç bir savcı meslekten men edildi. Tetiği çeken el yine HSYK idi. Aradan uzun bir zaman geçmedi ki olayın bir başka boyutu daha ortaya çıktı: Dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt, Sarıkaya'nın atılmasındaki belirleyici rolünü itiraf etti. Yani Yaşar Bey emretmiş, HSYK yerine getirmişti. Peki, HSYK'nın belediye bandosunu andıran ahenksiz tezahüratı o gün niçin 'yargı bağımsızlığı'ndan söz etmemişti? HSYK (ve tabii ki üst yargının önemli bir kısmı) ideolojik bir örgütlenme endişesine bizzat kendisi sebep oluyor. 13 sene Yargıtay üyeliği yapmış Cevdet İlhan Günay, "Hâkim arkadaşlarımız derler ki, bir yere gelebilmek için TSE damgalı olmak lazım." diye beyanda bulunuyor da üst yargıdan tık çıkmıyor. Tunceli, Sivas, Erzincan illerimizin baş harflerinden üretilen TSE, bir çeşit yapılanmayı deşifre ediyor. Buna karşı suskunluğu tercih edenler Mehmet Moğultay ve Seyfi Oktay'ın aldığı 7 bin kişinin üst yargıyı nasıl siyasallaştırdığını da anlatmalı. Anlatmalı ki adalet duygusu yerle bir olmasın. Anlatmalı ki Hacı Bektaş'ı topluca ziyaret eden üst yargı mensuplarını Mevlânâ'yı da ziyaret ederken görebilelim. Onlarla gurur duyabilelim. Zira bu ülke ne sadece Hacı Bektaş'tan ibarettir ne sadece Mevlânâ'dan. Bu ülkenin bütün kültürel zenginliğini temsil etmeyen bir yerde tarafgirlik ağır basabilir ve kapalı devre dayanışma geniş kitlelerin küskünlüğüne; hatta kızgınlığına neden olabilir. Her salı kürsüye çıkıp Abbasî hukukundan, Emevî hukukundan bahsediyor gibi yaparak lafı eveleyip geveleyenler de hata ediyor. Çünkü meseleyi o dar alana indirgerseniz size hem partiniz içindeki bir grup vatandaşımıza sırf o kimliklerinden dolayı yaptığınız tasfiyeleri sorarlar, Dersim'i sorarlar; hem de "Gerçekten böyle bir yapılanma mı var!" deyip bazı yanlışları bu anlamsız sebebe dayarlar. Neyse... Gelelim bugüne. HSYK, Erzincan'daki davanın seyrini değiştirecek bir hamle yapmıştı ve Erzurum'daki savcının özel yetkisini kaldırmıştı. Bu tür hamleler şaibeye sebep olur; ancak HSYK'cıların umurunda bile değil. Ergenekon davasına da Hâkim Oktay Kuban'ı atamışlardı. Tartışmalı yaz kararnamesinde yapılan bu atama, Ergenekon zanlılarını kurtarma operasyonu olarak görülmüş, kuşkulara neden olmuştu. Kuban, 12. Ağır Ceza Mahkemesi üyesi. Türk hukuk tarihinde bir başka örneği olmayacak kadar, resmî raporlarla tescil edilmiş imzaya rağmen Dursun Çiçek'i tahliye eden hâkim de bu Kuban. Star yazarı Şamil Tayyar, 24 Mart günü soruyor: "Kuban şimdi nöbetçi hâkim. 22 Mart'ta başlayan nöbet, 29 Mart'ta doluyor. Merak ediyorum, bu arada sürpriz tahliye kararı çıkabilir mi?" İşte bu hâkim, nöbetçiliğini vesile sayarak meslektaşlarının 3 kez reddettiği tahliye taleplerini kabul ediyor ve sanıkları tahliye ediyor. Üstelik komik (!) bir gerekçeyle. Kuban, tahliye makinesi gibi. Nöbetçi olduğu yedi günde bir tane bile tutuklama kararı vermeyen beyefendi, 3'ü Ergenekon, 2'si Balyoz 5 kişiyi mahkemeden serbest bıraktığı gibi tahliye talebinde bulunan bütün sanıkları (19 kişi) da serbest bırakıyor. Nitekim dün yeni bir gelişme yaşandı; HSYK'nın atadığı Hâkim Kuban'ın serbest bıraktığı bu 19 kişi dahil toplam 21 kişi için mahkeme yeniden tutuklama kararı verdi. Yaşanan onca olay gösteriyor ki yüksek yargıda maalesef siyasi bir yapı var ve bu yapıyı hemşerilik, mezhepçilik, ideolojik birliktelik gibi faktörler etkiliyor. Manzara bu, imaj bu. Üzülerek söylemek zorundayım bunu. Bu korkunç imaj durduk yerde oluşmuyor. HSYK bütün kritik davalarda yargılama sürecine gölge düşürecek işler yapıyor. Anayasa Mahkemesi CHP'nin noteri gibi çalışıyor. "Yargıyı uluslararası standartlara çekelim" denildiğinde de siyasi laflarla muhalefet (!) yapıyorlar. Bu reforma CHP'nin karşı çıkması anlaşılabilir bir tutum; çünkü halkın vermediği iktidarı yargıdaki kadrolar sayesinde elinde tutuyorlar. Peki ya MHP? Yargı reformuna en son karşı çıkacak parti MHP'dir. Çünkü 12 Eylül darbesinde mağdur olanlar da onlar, HSYK ve AYM eliyle önü tıkananlar da onlar. Buna rağmen sırf "AK Parti karşıtlığı" olsun diye yargının uluslararası standartlara çekilerek bütün halkı temsil edecek ve hakkaniyetle adalet dağıtacak hale gelmesine karşı çıkmak, MHP'yi zor durumda bırakacak. Temel hak ve özgürlükler konusunda demokrat bir duruş sergilemekle yükümlü gazeteciler, meseleye siyasi şartlanmışlık içinde bakmamalı. Yargı dar görüşlülük ve kapalı devre işbirlikleri yüzünden kan kaybediyor. Üstelik bu durum Türkiye'yi çağdaş dünyadan koparıyor. Türkiye'miz için, gelecek nesillerimiz için özgürlükçü olmaya mecburuz; aksi istikamet çamur içinde debelenmeyi gösteriyor ki buna dar bir zümre olsa bile artık bu millet razı değil... Karargâh'ı anlamakMehmet Baransu bu kez bir kitaba imza atmış. Daha önce hiçbir yerde yayımlanmamış belgelerle donatılmış kitap, Türkiye'de yaşananların perde arkasını anlamak isteyenlere ufuk açacak nitelikte. Karakutu Yayınları arasında çıkan Karargâh, önemli ipuçları veriyor, derin yapının şifrelerini çözüyor... Yargıda çifte standartGazeteci Nazlı Ilıcak'a 11 ay 20 gün hapis cezası verildi. 5 yıl içinde benzer bir davadan ceza alırsa bu ceza 20 ay hapse çıkacak. Yani Ilıcak'a 5 yıl cesurca konuşma ve yazma yasağı getiriliyor. Niye? Her kararı siyasi tartışmalara neden olan Sincan Hâkimi Osman Kaçmaz'a "işgüzar" dediği için. İNSAF! İşgüzar demek hakaret mi sayılıyor artık? Yoksa adalet dağıtmakla yükümlü olan hâkimler bazı sözleri hakaret sayarken bazı hakaretleri de 'eleştiri sınırları içinde' deyip geçiştirmiyor mu? Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nun 20'ye karşı 23'le suç saymadığı sözcükleri (affınıza sığınarak) buraya kaydediyorum: "Çanağına yal konulunca ve etli kemik vaadini duyunca yaltaklanan, kuyruk sallayan kaniş... Şapşal... Salak... Tescilli hain... Zavallı... TC devletine, milletimizin birliğine kalleşçe ihanet hançeri sokan..." Bu sözleri söyleyen Tercüman gazetesi yazarı Servet Kabaklı, bu lafların muhatabı da Prof. Dr. Baskın Oran olunca ortaya "hakaret" çıkmıyor. Bu tutumun onlarca örneği var üstelik... Koca koca adamlar meslektaşlarına demedik söz bırakmıyor. Geçenlerde biri, "Doğduğun yere kadar kovalayacağım." gibi utanç verici sözler sarf etti. Bunların hakaret sayılmasına ihtimal vermiyorum; çünkü söze bakılmıyor söyleyene bakılıyor çoğu kez. Çifte standart gerçeği sadece hakaret konusunda objektiflere takılmıyor; her alanda yargı tutarsız kararlar veriyor. Niçin? Mesela meslek liselerinin sınavdaki katsayı meselesinde, "Yetkili YÖK'tür." diyen Danıştay 8. Dairesi daha sonra kendini yetkili sayıyor ve milyonlarca insanı mağdur ediyor. Bu çifte standart sürdürülemez; çünkü kamu vicdanı adaletsiz adaleti affetmiyor artık... |
ZAMAN