İsmail Kılıçarslan / Yeni Şafak
Tarihlerden 1994, aylardan şubat. Bosna Hersek’in kurucu lideri Aliya İzzetbegoviç, o şubat ayının beşinci gününü şöyle anlatacaktı: “Mrkovici’deki Sırp mevzilerinden ateşlenen bir top mermisi, çok kalabalık olan Markale pazaryerine düştü ve 68 sivili öldürdü, 142’sini de yaraladı. ‘Pazaryeri katliamı’ olarak tarihe geçecek bu utanç gününün akşamında dönemin NATO Genel Sekreteri’ne bir mektup yazdım ve şöyle dedim: Baylar, Saraybosna’daki cehennem 700 günden fazla bir süredir devam ediyor. İnsanları öldüren ve hastaneleri yıkan Sırp ölüm makinesinin durdurulmasının ve ortadan kaldırılmasının zamanı gelmiş ve geçmiştir bile.”
O şubatta kimse kılını kıpırdatmamış, savaşın neredeyse 2 yıl sonra sona erebilmesi için 11 Temmuz 95’te Srebrenica Soykırımı’nın da yaşanması yetmemiş, derlenip toparlanan, güçlenen Boşnakların Banyaluka ve Belgrad üzerine yürüyüşe geçmesi gerekmişti. NATO, Avrupa ve Amerika birdenbire Bosna’da bir savaş olduğunu hatırlamış ve 3 yılı aşkın süredir devam eden savaşı durdurmayı akıl etmişti.
“Avrupa. Onların siyasetleri bana değişken ve en az yaklaşan kış kadar kestirilemez geliyor. Bu savaştan önce, sözde Yeni Avrupa onca debdebe ve merasimle yaratılmakta iken, aynı Avrupa’nın bu denli korkakça davranacağına ve kendisinin daha yeni tanımış olduğu bir ülkeye karşı girişilen soykırıma gözlerini kapatacağına kim inanabilirdi? Hem Hırvatların hem de Sırpların bize karşı yürüttüğü savaşın üçüncü kışı, acıyla, açlıkla ve soğukla gün be gün devam edip gidiyordu. Tanımlanmamış muayyen bir umutla gözlerimizi bahara dikmiştik.”
Bunları yazacaktı Aliya o günleri anlatırken. Avrupa’yı, tam da hak ettiği şekilde, korkaklıkla suçlayacak ve “değişen bir şey” arayacaktı. Değişen bir şey…
Sırpların, NATO korumasındaki Srebranica’da doğrudan Boşnak erkekleri katlederek uyguladıkları ve en az 10 bin kişiyi öldürdükleri soykırımdan 8 gün sonra, yani 19 Temmuz 1995’te dönemin Hırvat Cumhurbaşkanı Tujman, Aliya’yı aramış ve ona “Sırplara karşı ortak bir askeri harekat yapalım mı?” diye sormuştu.
Aliya, bu teklifi kabul etti ve o askeri harekatta Bihaç ve civarındaki Sırp ablukası kaldırıldı, Sırp askerleri de arkalarına bile bakmadan kaçtılar.
İşte bu, Avrupa için “affedilemez bir süreç”in başlangıcıydı. 3 yıldır savunmak ve lokal başarılar elde etmek dışında bir şey yapma imkanı bulamayan, yine de Sırp zulmüne aslanlar gibi direnen bu Müslüman halkın düşmanlarına karşı parlak zaferler kazanmaya başlamasını nasıl içine sindirebilirdi ki Avrupa?
95 Ağustos’unda Boşnak-Hırvat işbirliği iyice meyve vermeye başlamıştı. Aliya “değişen bir şey olabileceğine dair” umutlarını tazeliyordu o günlerde. Banyaluka’nın da kurtarılması yakın görünüyordu. Banyaluka’nın sonrası zaten doğrudan Sırbistan’ın başkenti Belgrad idi.
3 yıldır süren bu savaş, ilk kez ve kesin olarak Sırpların aleyhine dönüyordu yani.
28 Ağustos 1995 günü, Aliya resmi temaslarda bulunmak üzere Fransa’ya gitmeye hazırlanırken Sırplar, şubat 94’te bombaladıkları Markale pazaryerini bir kez daha bombaladılar ve onlarca sivil insan öldürdüler.
Bunu asla ispat edemem ama adım gibi, dinim gibi biliyorum öyle olduğunu. Avrupa’da, Amerika’da, NATO’da birileri, köşeye sıkışan Sırplara “Aliya Fransa’ya geliyor. Bugün sansasyonel bir şey yapın da onlarla sizi eşit şartlarda barış masasına oturtalım” demişti. İkinci Markale katliamını tam da bunun için yapmıştı Sırplar.
“Değişen bir şey arayan” Aliya’nın, herhangi bir şeyin değişmeyeceğini anlaması da tam bu yüzdendi işte.
O meşhur cümlelerini, tam da bunu, hiçbir şeyin değişmeyeceğini anladığı için o denli yakıcı şekilde kurdu: “Dayton anlaşması görüşmelerine, Srebrenica’nın acısı geçmeyen yarasıyla gittim. Uzun hayatım boyunca pek çok iş yaptım. Ancak bugüne kadar ki en zor işim Dayton’daki anlaşma masasına oturmak oldu. Benim derdim muzaffer bir komutan olarak anılmak değil ülkeme koltuğumun altında makul bir barış anlaşması ile dönmekti. Sırplar sadece benim önerilerime ters düşen önerilerle değil, aynı zamanda tüm adalet ve insanlık duygularına ters düşen önerilerle çıkıyorlardı karşıma. Böyle bir barışı kabul etmek çok zordu. Ancak çok zor olan başka bir şey vardı; eve ‘savaşa devam ediyoruz’ cümlesi ile dönmek. Bu yapılması neredeyse imkânsız bir tercihti ve ben kendimi çarmıha gerilmiş gibi hissediyorum.”
Aradan 30 yıl geçti neredeyse. Bosna’da olanın belki de 10 katı, 20 katı sertlikte bir soykırım yaşanıyor bugün Gazze’de. Aliya’nın şaşkınlığına benzer bir şekilde “değişecek bir şey arıyor” herkes. İnsanlıktan, adaletten, hukuktan yana bir şeylerin değişebileceğine dair bir inanç geliştirmeye çalışıyor herkes.
Üzgünüm. Değişecek bir şey yok. Ya biz üstün gelmeye başlayacağız ve korkunç kötü bir barışa razı edecekler bizi ya da ölüp gitmemize seslerini çıkartmayacaklar. Çünkü bu dünya bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin dünyası. O yüzden, şairin dediği yere gidelim: “Gözlerim nemli değil, gözlerim namlu.”