Ali Değirmenci'nin kaleme aldığı, "Yozlaşma ve Baskı Ortamında Sanat" adlı kitabını; Halit Çağdaş Haksöz-Haber için değerlendirdi.
Bir taşla üç kuş vurmak ya da bir kitapta yüzyılı okumak Değirmenci'nin "Sanat"ı
Ne kavurucu bir yaz güneşinin yapışkan ağırlığı, ne de terlemeyle karışık titremeyi de tene sokuşturan sonbahar güneşinin cılızlığı… Toprağın derinliklerine işleyen ilkbahar güneşi gibi ısıtıyor zihinleri… "Dünya / Değirmen / Yaşam / Değirmen taşı / İnsan / Buğday / Toprak / Un…". (Baki Turgut. Dünya) Ya da Değirmenci / Edebiyat…
Edebiyatın her geçen gün daralan koridorlarını, sığlaşan/yozlaşan/renkleri akan duvarlarını bir delgici ustasının özentisiyle genişletiyor. Doğru olanı, yüreğe hitap edeni, halkın içine düşmüş bir mağara ehli özentisiyle dillendiriyor. Kimi zaman bizden dünyalar kadar uzak ama bir o kadar da yakın coğrafyanın, kimi zamansa hemen sokağımızın orta yerinde şekillenen orta oyunlarının hiç açılmayan/açılamayan perdelerini aralıyor. Türkçe yapılan edebiyatın en ünlü yazarlarından, en popüler eserlerine kadar ele avuca gelmez birçok yazarın ciltlerin çarklarına sıkıştırdıkları kelimelerini, ilkelerin aydınlığında seçerek vahyin ve aklın imbiğinden geçiriyor. Kimi zaman çocuksu bir dille, kimi zamansa en olgun tiplemelerle kitap kitap, yazar yazar çıkıyor karşımıza.
Değirmenci; son nokta göründüğünde, geriye bilinmez bir zamanda yediğiniz ama güzelliği ve hazzı hâlâ zihninizi ve damağınızı yoklayan bir tatlının dayanılmaz hazzını bırakıyor "Sanat" kitabında. Onlarca yazarın dünyasına, evine, ocağına, ortamına konuk olmuş; tanışıklıkları, aşinalıkları çoğalmış; eski bir sahafın tozlu raflarından nadide eserleri bir bir indirip de temizlemiş gibi içiniz içinize sığmıyor.
Düşünsel Denemeler ve Sanat Sorgulamaları
Bir dağ ile karşılaşıyorsunuz birinci bölümü inşa eden düşünsel denemelerde. Sanatın amacı, sorgulanması, değişimi üzerinde yaptığınız bu talim "estetik olgulardan, toplumsal ve ideolojik düzlemlerde üretilen misyonlar"a kadar uzanan bir dizi probleme yoğunlaşıyor. Sanatın gayesi, ilkeleri üzerinden yeni bir form çıkaran Değirmenci, kimi yanlışları ve bilinmezleri de adeta putların yere serilişi gibi deviriyor açık yüreklilikle… Eğmeden, bükmeden, çekinmeden, güvenle ve sahiplendiği ilkelerin cesaretiyle yapıyor bunu. Sanatın amacını açıklarken Kur'an'ın; cinlerin Hz. Süleyman'a heykeller yaptırdığını bildiren ayetinden yola çıkarak, kimi ezberleri bozuyor. Müslüman'ın "başka eylemlerde olduğu gibi sanat eyleminde de vahyin ilkeleriyle kayıt altında olduğuna" dikkat çekiyor. Çünkü vahye karşı olan bir sanat aktivitesinin kabul edilebilirliği yoktur. (s. 15)
Değirmenci, aşina olduğumuz sanat ve sanatçıların yozlaşma ve yozlaştırılma koşullarını bir arkeolog titizliği ile tarihi vakaları eşeleyerek gün yüzüne çıkarıyor. Çözülmenin edebiyattaki gölgesini, -sanatın; başkalaşmanın, dönüşmenin eşdeğeri kılınışını, bu değişimin derin köklerini, arka planlarını, sanatın ve sanatçı kimliğinin dünyevileşmeye esir edilişini- söz sahipleri üzerinden incelerken ne yolda hafifleyenleri, ne de çılgınlıklarıyla kitleleri sürükleyenleri es geçiyor.
Sanatçıların olumsuzlukları ve önyargıları anlama ve aşabilmedeki duyarlılıklarının sıradan insanlardan farklı olması gerektiğine işaret eden yazarın, bu noktadaki üretimlerin dünyanın en güzelleri dahi olsalar bir değer ifade etmeyeceği yönündeki kanaati ölçü tartışmalarını da beraberinde sürüklüyor. Ölçü, halka dayanmak mıdır; yoksa Kur'an mıdır? Ölçüsünü halktan ve seküler yaşamdan devşirenler de, Kur'an ve sahih sünneti temel ölçü kılan Atasoy Müftüoğlu gibi isimler de bu kitapta ayrıntılı bir şekilde inceleniyor.
Özgürlüklerin budandığı, söz ve yazının 301'lere zincirlendiği, kalemlerin baskı ve dayatmalarla boyun eğmeye zorlandığı/şartlandığı, misak-ı milli sınırları içerisinden yükselen baskı havasının insani değerler bağını çürütüp yakışını, meyve veremez hale getirişini baskı ve yozlaşmanın derin etkileşimi ekseninde sunuyor. "Ufuksuzluğun, kütlüğün, körlük ve sığlığın yakın akrabasıdır yozlaşma. İster istemez bir bozulmayı, kaçışı, dumura uğramayı ya da ihaneti çağrıştırmaktadır. / Baskı kimi zaman yozlaşmayı derinleştirerek muradına ermekte, yozlaşmanın baskın hale gelmesi ise her türlü kırılma ve yabancılaşmaya kapı açabilecek bir boyut kazanabilmektedir" (s. 24)
Bu durumu açıklamak için 16. yüzyıl Fransa'sında kitlelerle tanışabilmeyi yazarının ölümüyle başaran söylevlerden örnekler getirmekten de, bu coğrafyanın en uslu ya da en haşarı yazarlarını misal göstermekten de çekinmiyor Değirmenci. O'na göre sanat alanındaki özgürlük, düşünce alanındaki özgürlük ile aynı yaştadır. Bu özgürlük, düşünce özgürlüğünün de bir parçasıdır (s. 25). Sanatçının eserini oluştururken iradesine sahip çıkması, samimi bir tavır sahibi olması önemlidir. Çünkü özgürlük bir bilinçlilik halidir. (s. 26) Ne İlkel Robenson tavrına, ne de içi boş Don Kişot gösterişine prim vermeyen yazar, statükonun kalın duvarlarını, konformizmi, rehaveti aşmanın yolunu da bunlardan uzak durmakta buluyor. Özgürlükler ve yozlaşma konusundaki ertelemeci tutumları da tatlı sert eleştiriyor: "Baskı ve dayatmalardan yakınanlar, çirkinlik ve çirkefliklerin kaynağını eleştirmedikçe, "düzenin adamı" olmaktan kurtulamazlar. / Gövdemiz bir zindana tıkılmış, cismimiz kuşatılmış ya da tutsak edilmiş olabilir. Ama zihnimiz ve yüreğimiz kimden, nereden gelirse gelsin her türlü tasmadan tiksinmeli, özgürlüğünü hiçbir zorbaya, güce ya da dünyevi değere teslim etmeme gayreti içinde olmalıdır" (s. 28).
Her şeye rağmen kendi sesimizle söylenecek bizim türkülere önem atfeden Değirmenci, yozluğu, kabalığı ve modern bağnazlığı okuyup yazarak, konuşarak, üreterek, dostluklar kurarak geriletebileceğimizi ifade ederken kimi hatalarımızı, bencilliklerimizi, kaçmalarımızı, savrulmalarımızı yüzümüze vurmaktan da imtina etmiyor: "Güzellik salonlarını değil, dergileri, okuma salonlarını, güzel ve anlamlı ürünleri çoğaltmalıyız önce. Yüzümüzü her şeye rağmen insana, hayata dönerek yapmalıyız bunu. Mahallemizi terk etmeden, kendimizi inkâr etmeden, ulufecilerin merhametine sığınmadan, vicdanımızı yutkunmadan hareket etmeliyiz. İnsan kalarak; insanlığa, fıtrata, temiz akıllara, duyarlı yüreklere sahip çıkarak, namuslu bir işçiliğin önemine inanarak başlamalıyız her işe" (s. 39).
Eksik Özgeçmiş ve "Altıncı Şehir"
Yazarın bizce eksik verilen özgeçmişi, bir alçakgönüllülüğün mü eseridir tam olarak çözülemiyor. 1968'de gezegenimize merhaba diyen Değirmenci'nin bu tanışıklığını hangi şehirde gerçekleştirdiği kendisini yakından tanımayanlar için müphem bir alan olarak kalıyor. Değirmenci'nin söz dizimindeki güzelliği ve ustalığıyla benzerlikleri, kendisinin ikizi kıvamındaki şair ve yazar Ali Emre'nin Haksözhaber sitesinde yayınlanan "Bozkırdaki Çekirdek" başlıklı denemesini getiriyor usumuza: "Uzanıp yanaklarından öpüyorum ey güzel şehir! / Sevgili şehir, "altıncı şehir", sultan şehir! / Gel sana bir kere daha sarılayım."
Biliyoruz ki gün oluyor her iki Ali'nin de Sivas'ta kesişiyor yolları. Doğduğu şehir ile doyduğu şehirden birini seçme tercihi içerisinde mi bocalıyor yazar, net karar veremiyoruz ama Sivas'taki öğretmenlik günlerini unutmuyor özgeçmişinde. Ekin Yayınları'nca 1999 yılında kitaplaştırılan ve Haksöz dergisinde yayımlanmış denemelerinden oluşan "Dilime Gerili Pankart" isimli kitabı zikredilirken, yine aynı yayınevinden Aralık 1997'de çıkan "Dönüştürme Bilinci ve İslami Hareket" kitabı unutulmuş burada. Değirmenci ve Emre, Anadolu'nun orta yerinden bizim sokağımıza yeni ve güzel soluklar taşıyan iki güçlü kalem. İki iyi dost, arkadaş, yaren.
Başka Âlemlerin Yazısı
"Sanat"ın ikinci bölümünde okuyucuyu, bu cilde ait değilmiş de yanlışlıkla buraya konulmuş gibi bir hava taşıyan yazılar karşılıyor. Adeta başka âlemlerden bu iklimlere serpiştirilmiş görsel şölen, karanlık geceyi aydınlatan göktaşı yağmuru, Hacerü'l Esved…"Duygusal Denemeler" başlığını taşıyan bu bölümde okuyucuyu "Şairleri Haykırmayan Bir Millet", "Şu Ak Kâğıt, Şu Kara Kalem", "Hakkı ve Adaleti Ayaklandırmak", "Günün Heybesinden Dökülen Parçalar", "Hayatın Kazası Yoktur" başlıklı denemeler karşılıyor. Ama ne karşılama… "Mecalsiz güzelliğin, nakıs düşüncenin, şevksiz sözün, özürlü aşkın, bungun çığlıkların, bıkkın muhalefetin, tedirgin rızıkların, utangaç ahlakın, isteksiz hamdın, pervasız günahın, tuğyan ve ıssızlığın", çepeçevre kuşattığı bir ümmetin şairinin haykırışı gibi haykırıyor Değirmenci. (s. 43)
İsyan ediyor asmaların, tasmaların koynunda yer tutanlara, haykırmayan şairlere. Yazmaya yeni bir anlam kazandırırcasına, çağlar öncesinden kalan nadide bir taşa; asrın sonuna vasiyet bırakırcısına kazıyor sözlerini yazar: "Yazmak tanıklıktır biraz da. Yaşadığı çağın tanığı olmak; kalemi ve kelamı hayatın bağrındaki o kıyamete, o toplumsal ve devingen uğultuya tutmaktır. / Şu ak kağıt şu kara kalem, kültür, edebiyat ve sanatla iştigal eden taifenin amel defteri gibidir." (S: 46-47)
"Hayatın kazası yoktur" demeden önce, çok sevdiğimiz bir patikayı tekrar tekrar dönüp durmak istercesine, en baştan okuma gereği hissediyorsunuz ikinci bölümü.
Heybesinde Onlar Taşıyan Kitap
Neden sonra üçüncü bölümde kitap değerlendirmeleriyle yeni bir dünyanın kapılarını açıyor yazar. "Kitap Değerlendirmeleri" ana başlığını taşıyan bu bölümün, "Bizim Öykümüz Hangisi" başlıklı ilk yazısında Mehmet Efe'nin Mızraksız İlmihal'ine, Halime Toros'un Halkaların Ezgisi ve Ahmet Kekeç'in Yağmurdan Sonra'sına derinlemesine bir yolculuğa çıkarıyor okuyucuyu. Bizim mahallenin bu üç kalemşörünün elinde şekillenen kitaplar ışığında, ortak bir yargı çıkıyor karşımıza: "Ahlâksızlık, düşkünlük, sapkınlık, Müslüman olmayan okuyucuyu bile rahatsız edecek seviyede. Mehmet Efe ile başlayan, Halime Toros'un anlattıkları ile devam eden bozulma ve çirkeflik; Ahmet Kekeç'in yazdıklarıyla taçlandırılmış oluyor" (s. 79). "Yazarlarımız kendi yaşadıklarını, kendi sıkıntılarını, gözlemlerini, bazen de kendi düşündüklerini genelleştirerek İslami uyanışa, genel İslami duyarlığa haksızlık ediyorlar sonuçta. Herkesi kendisi, kendi çevresi, kendi ailesi, kendi düşünün kırılgan nesnesi gibi görme hastalığı var." (s. 81)
Kitabın "Türk Romanında Yozlaşma Olgusuna Genel Bir Bakış" başlığıyla sunulan bölümünde Recaizade Mahmut Ekrem'den, Ahmet Mithat Efendi ve Halit Ziya Uşaklıgil'e, Hüseyin Rahmi Gürpınar'dan, Yakup Kadri'ye, Nahid Sırrı Örik'ten Mithat Cemal Kuntay'a, Reşat Nuri'den, Mehmet Şevket Esendal, Bekir Yıldız, Kemal Tahir ve diğer onlarca yazarın romanlarından örneklerle Türk romanındaki yozlaşma olgusuna genel bir seyir yapılıyor. Öteki Reşat Nuri'yi okuyucunun karşısına oturtan Değirmenci, bu bölümün sonunda Cumhuriyet aydınının (!) profilini öyle ustaca çıkarıyor ki bütün şapkalar öne eğiliyor.
"Hangi Firavun Hangi Musa"da çok satan Ramses serilerinin manipülasyonlarla oluşmuş kimliğini açık ederek, Fransız tarihçi Cristian Jacq'ın ipliğini pazara çıkarıyor. Özgürlük rüzgârı Spartacus'tan sevgiyle, saygıyla, gülerek söz açarken, suspus olanlara inat Amin Maalouf ile Ölümcül Kimlikleri, aidiyetlerin değişimini, eklektizmin etkilerini ve modernizmin okuyucuya nasıl dayatıldığını deşifre ediyor. Hakan Albayrak'ın Ebuzer'ini anlatırken öyle derin bir çözümleme çıkıyor ki karşımıza "hatanın, çürümenin, bozulmanın nedenlerini sadece dışta değil içte de görebilen, bünyesindeki yozlaşmaları teşhis edebilen, en yakınlarını bile eleştirebilen, hiç kimseye eyvallah demeyen" Ebuzer'ler nerede diye bağırmak geçiyor içimizden (s. 150).
Orhan Pamuk'un Kar'ından Nobel'e kadar uzanan yolculuğu, ayrı ayrı yazılarda inceleniyor. Edebiyatın tarihi avlularında bir dedektif edasıyla dolaşıyor Değirmenci. Bunca tuğyan ve ıssızlığın orta yerinde Atasoy Müftüoğlu ile rahat bir nefes aldırırken yazar, yüzyılın edebiyatına son tekmeyi Nazım Hizmet Ran ile vuruyor.
"Harput Şehrengizi", "Nurettin Zengi", "İkna Odası" ve daha niceleri de arz-ı endam ediyor kitapta. Yazarların hayatlarından, bilinmezlere, yanlış bilinenlere kadar bir çok kutuyu açıyor. Sanat ve yozlaşma olgusuna dönük çizdiği çerçeve ekseninde bir heybe dolusu kitap ve bir o kadar da yazarı değerlendirirken, okuyucuya da bir kitap üzerinden onlarca kitapla tanışma zevkini tatmak kalıyor. Tıpkı bir taşla üç kuş vurmak gibi.
HALİT ÇAĞDAŞ
Haksöz-Haber