Yusuf Yargın sözlerine ‘’Her Cuma günü tekrar eden bir nida yükselir minberlerden. Bu nida, sözlerin en güzelini söyleyenden; sözün tamamını dinleyip, en doğrusuna uyanlaradır. Onları bir medeniyet tasavvurunun inşasına davet ederken, aynı zamanda toplumu ifsat eden unsurlardan da men eder. Bu nida üç emir ve üç nehiy ihtiva eden ve Nahl Suresi’nde yer alan: “ Muhakkak ki Allah, adaleti, ihsanı, akrabaya yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, kötülüğü ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (1) mealindeki Kur’an-ı Kerim ayetidir. Kur’an’da, insana dönük buna benzer daha birçok emir ve yasaklar mevcuttur. Böylelikle Allah, insan hayatına müdahale etmiş oluyor. Fazlur Rahman’ın deyimiyle; nerede olursa olsun bir yerde toplum varsa, Allah onların arasındaki ilişkiye müdahale eder. (2) Söz konusu emir ve yasaklar, teşbihte hata olmazsa adeta hacamatçı misyonuyla çalışır. İlk etapta nefsin hoşuna gitmese de sonuç itibariyle topluma şifa bahşeder.’’ diyerek başladı.
Kanun koyucu olarak Allah’ın, insanın biyolojik ve psikolojik doğasına neyin uygun olup olmayacağını çok iyi bildiğini, bu yüzden sosyal hayatın hangi temeller üzerine inşa edilmesi gerektiğinin takdirinin de O’na ait olduğunu ifade etti.
Yargın, tarihte vücut bulmuş tüm medeniyetlerin arka planında birtakım değerlerin mevcut olduğunu, İslam medeniyetine şekil veren değerlerin ise; ilahi kaynaklı olup, geleneğinin Peygamber uygulamalarına kadar dayandığını, yüce yaratıcının, kâinat için birtakım yasalar belirleyerek, tüm işleyiş ve süreçleri kaostan uzak tuttuğunu ve kainatı bir dengeye oturttuğunu söyledi. Aynı amaçlar doğrultusunda, sosyal bir varlık olan insanoğlu için de birtakım yasalar takdir edildiğini, böylelikle insanların, sosyal hayatlarını ahlaki bir zemin üzerine oturtup, kaos ve anarşiden uzak kalarak yaratılış amacını gerçekleştirecek koşullara kavuşacağının altını çizdi.
‘’Kulların iradesini, Allah’ın muradı çerçevesinde yönlendirmeye çalışan ilahi mesajlar, insana bazı sorumluluklar yüklemek suretiyle onu başıboş bırakmamıştır. İslam inancına göre kişi, öncelikle onu yaratan Allah’a sonra kendine ve yakın çevreden uzak çevreye doğru bir sorumluluk taşımakla mükelleftir.’’ dedi.
İslam dini insana bireysel ve toplumsal sorumlulukları yüklerken, salt yasalardan ve ahirette tezahür edecek olan ceza ve ödül sistemine dair inançtan hareket etmekle yetinmeyeceğini belirten Yusuf Yargın, insanın iç dünyasına yönelerek telkinlerde bulunmak suretiyle ‘ruhsal dinamiklerini’ harekete geçirmesi gerektiğinin ifade etti.
Genetiğiyle oynanmış bir fıtratın; burnun ayarı bozulup da leş kokusundan rahatsız olmayan kişinin durumu gibi münkere ve çirkin davranışlara karşı duyarsızlaşacağını, duyarsızlığı ortadan kaldırmak ve fertlerin iç dünyasında, deruni gerçeklik denilen bir değerler manzumesi inşa etmek için İslam’ın, hayatlara dokunduğunu söyledi.
Bir iyilik medeniyeti oluşturma potansiyeline sahip olan İslami değerlerin; harici bağlardan çok dâhili bağlar sayesinde insanları birbirine yaklaştırdığını, hatta bazı Müslümanların kendi ihtiyaçları olduğu halde, başkalarını kendilerine tercih ettiklerini, genlerle aktarılamayan iyilik ruhunun, ancak ilahi değerler ve bunlarla yoğurulmuş sosyal normlar vasıtasıyla nesilden nesile aktarılabileceğini, kişinin kendi varlığından daha ulvi bir varlığa inanmasının, yakın ve uzak akrabasına ihsanda bulunmasının, ortak duygulara sahip bir cemaatle birlikte ibadet etmek suretiyle bir çeşit yükseliş duygusu hissetmesinin o kişiyi mutlu edeceğini ifade etti.
Yargın, aklı ve bilimi, ilahi olanın yerine koyan seküler Batı medeniyetinin, dinin ve Tanrı’nın yol göstericiliğini reddettiğini, dini öğretilerin ön plana çıkardığı ‘vicdan’ ve ‘iç disiplini’ bir kenara atarak, davranışların yegâne belirleyicisi olarak akıl ve çıkarı kabul ettiğini, bu anlamda batının aklı ve insanı putlaştırdığını, İslami öğretinin tersine, dürtülerin serbest bırakılmasını istediğinin altını çizdi.
Son olarak ‘’İslam medeniyetinin arka planını oluşturan ilahi değerlerin ve meydana getirdiği sosyal normların, önemli ölçüde erozyona uğramasıyla birlikte bu medeniyetin dünyaya vereceği mesajın cazibesi de sönmeye yüz tutmuştur. Hz. Muhammed’in ölümünden sonra, yüz yıl gibi kısa bir süre içerisinde İslam’ın, Atlas Okyanusu’ndan Çin sınırına kadar yayılmasının sırrı, kılıçların gücünden ziyade ilahi emirlerin ve peygamber uygulamalarında mevcut değerlerin cazibesi idi. İslami değerlerin motivasyonu sayesinde Müslümanlar ileriki yüzyıllarda bilim ve teknikte adeta öncü toplumlar haline geldiler. Ziya Paşa’nın çarpıcı ifadesiyle: “Miladi 1492 hicri 897 senesinde Endülüs-Gırnata kütüphanesinde bir milyondan ziyade kıymetli Arapça eser bulunurken; bu asırdan dört yüz sene sonra Fransa kralı Karlo zamanında kral kütüphanesinde yalnız dokuz yüz cilt kitap bulunuyordu.” İslam medeniyetinin bakiyesi olan günümüz Müslümanlarının düşmüş oldukları yerden tekrar doğrulabilmeleri için; gevşemeden ve karamsarlığa kapılmadan: “Eğer inanıyorsanız, en üstün sizlersiniz.” ilahi hükmündeki sebep sonuç ilişkisinin hikmetini aramak suretiyle, yeniden sahih imana ve değerlerine sarılmanın gereği, tecrübi bir hakikattir.’’ diyerek sözlerini tamamladı.
Seminer konukların katkıları ve soru-cevap bölümünün akabinde sona erdi.