secakirgil@yahoo,com
Her sosyal bünyenin işleyişinden dolayı, şikayetler her zaman vardır.. Herkesi memnun edecek bir yönetim biçimi de henüz keşfedilmemiştir ve olması da düşünülmemelidir..
Hattâ, hiç şikayetin olmadığı bir toplum düzeni, normal de değildir..
Ancak, bir sosyal hayatın işleyişinde, aklen yapılması gerekli ve de (mevcud insan gücü, sosyo-ekonomik, iç ve dış siyasî dengeler ve kültürel imkan ve kaynaklar açısından) mümkün olanlar istendiğinde, o mümkün olan talebler yerine gelmiyorsa; işte orada, toplumun yönetiminde bir takım ciddî pürüzler boyvermeye başlar..
Bu bakımdan bir toplumu teşkil eden ferdlerin olması gerekenler noktasında birleşmesinden, görüş birliğine varmasından çok; olmaması gerekenler konusunda görüş birliğine varması hedeflenir.. Ve olmaması gerekenler konusunda ne kadar çok ittifak, görüş birliği sağlanırsa, o toplumun o kadar sağlıklı olduğu düşünülür..
Toplum ferdlerini birbirine bağlayan en güçlü bağlardan birisi, adâlet düşüncesi, inancı ve bağıdır.. Her toplumda, adâlet için farklı kıstaslar olsa bile, eğer düzenlemeler, yapılanlar toplumun vicdanını, adâlet düşüncesini yaralamıyorsa, veya derin yaralar açmıyorsa, o zaman, toplumun kendi içinde tutarlı ve yönetilebilir bir konumda olduğu düşünülür.. Elbette, bu durum, bazen, narkoz yemiş, uyuşturulmuş toplumlar için de geçerlidir.. O da, sosyal hastalığın derinliğini gösterir.. O gibi toplumlarda, hiçbir şeyin artık doğruya gitmeyeceği kanaati giderek daha bir yaygınlaşır, sosyal bezginlik ve karamsarlık, toplumu daha bir atalete sürükler..
Hatırlayalım ki, Osmanlı’nın son asırlarında, hele de son yüzyılında, artık, içine düşülen bu karamsarlık, toplumu o kadar derinden sarmış ve sarsmış ki, durumu izah etmek isteyenler, bundan sonra, toplumun iyileşmesinin düşünülmemesi gerektiğini dillerine dolamışlar, Ahirzaman’ın yaklaştığı, Deccal’ın zuhûr edeceği günlerin yaklaştığı, dünyanın ömrünün de tamam olmuş olabileceği gibi büyük laflar etmişler, karamsarlık toplumun hemen her kesimine sirayet etmiş ve bu da bütün toplumun üzerine bir gulyabanî gibi abanan bir karamsarlığın çökmesini beraberinde getirmişti..
Ve bugün ise, toplum yüzyıl öncesine göre, herhalde o karamsarlık içinde değil.. Ve dahası, çoğu kimse, kendi iradesi dışındaki muhtemel gelişmelere göre, sorumluluklarını düşünmek yerine, kendisinin şer’î ve aklî sorumluluklarını yerine getirmenin daha bir şuûrunda..
(Bir gün, Mehdî inanışının çok yoğunluklu bir inanç konusu olarak algılandığı bir coğrafyada, resmî televizyondan, o coğrafyadaki itiqadî kaynaklara göre Mehdi hakkındaki bilgiler verilmiş ve O zuhûr ettiğinde, bir rivayete göre 7, bir rivayete göre 21, bir rivayete göre de 40 yıl adâletle hükmedeceği ve sonra da Qıyâmet’in kopacağı dile getirilmişti de, böylesine bir bilgilendirmenin, toplumda daha bir karamsarlık meydana getireceği tartışma konusu olmuştu.. Çünkü, o, büyük hayal ve ümidlerle Beklenen, bugün zuhûr etse, en fazla hükmedeceği zaman sınırlı olup, sonra dünyanın sonu geleceği ileri sürülünce.. O toplumda nasıl bir ruhî canlılık olur?)
*
Evet, herbirimizin sosyal hayatın işleyişinden şikayetlerimiz olur..
Özellikle de, adâlet’in bir cüz’ü olarak anlatılan maddî dünya nimetlerinin dağılımında (qıst’da) sağlıklı bir düzenlemeye ulaşılamazsa, o toplumlarda rahatsızlıklar derinleşir ve o toplumu meydana getiren ferdler arasındaki bağlar zayıflar ve hattâ kopar..
Meşhur rivayettir..
Hz. Osman’ın hilafeti döneminde, Halife’nin huzurunda, dünya nimetlerinin dağılımındaki ölçü tartışılırken, (eskiden yahudi olup, müslümanlığa geçmiş birisi olan) Ka’b’ul Ahbar isimli bir kişi, ‘Kişi, şer’î ölçülere riayet ederek kazandıklarının zekâtını, vergisini verdikten sonra, geride kalan servetiyle, gerekirse, evinin duvarını taş ve tuğla yerine altın külçeleriyle de örebilir..’ kabilinden bir görüş açıklayınca, Ebû Zerr-el’Gifarî hazretleri, ona elindeki sopayla, (Seni yahudi, seniii!.. Demek ki, hâlâ eski inancından vazgeçmedin..’ diye vurmuş ve Halife’nin huzurundaki bu davranışının yersizliği gerekçesiyle sürgüne gönderilmişti..
Aradan asırlar geçtikten sonra..
İslamî değerler adına bir inqılab yapılan bir coğrafyada, servetin nasıl kullanılacağı tartışılırken, aynı görüş bazı ulemâ tarafından tekrarlanmış ve ‘kişi, İslam kanunlarına göre helâl yoldan kazanmışsa, zekât ve sair vergilerini de ödedikten sonra, servetiyle, meşrû’ sınırlar içinde dilediği gibi yaşayabilir..’ diyenler seslerini güçlü şekilde yükseltince.. Konu, o inqılabın büyük liderine havale edilmiş ve o ise, ‘velev ki, meşrû sınırlar içinde kazanılmış ve o servetin de bütün şer’i- kanunî vergileri verilmiş olsa bile, kişinin geride kalan servetiyle dilediği gibi yaşaması, toplumda sosyal gruplar arasında uçurumlar meydana getiriyorsa, o servetin sınırlaması yine gerekli olur ve bu sınırlama kanunla yapılır ve bu konuyu İslam Meclisi belirler..’ demişti de; o sözkonusu Meclis, o konuyu, o şer’î imkan yolu açılmış olmasına rağmen, ele alamamıştı..
Tarih boyunca, insan toplumları arasındaki etkenler farklı olsa bile, nice mücadeleler olmuştur ve bunlardan Haqq-Bâtıl Mücadelesi olarak isimlendirileni, en temelli olanıdır. Ama, bunun yanında, ‘fakir-zengin mücadelesi’, ‘güçlü- zayıf mücadelesi’ de, yabana atılmayacak derecede önemli faktörleri bünyesinde taşıyan sosyal kutublaşma örnekleridir..
*
Bu vesileyle, Emeviler’in zulmünün, saltanatlarının sona ermesiyle tamamlandığı dönemi hatırlayalım..
Onların yerine Abbasîler gelmişti..
O mücadelede yer almış olan müslümanlar ne kadar da güzel ümidler ve hayaller içindeydiler..
Ama, o beklenenler gerçekleşmemişti..
Dönemin seçkin ulemâsından birisi, Abbasî Halife- Sultanı’nın huzuruna varmış ve, ‘Efendimiz, bu günler için mi vermiştik onca çetin mücadeleyi.. Değişen ne oldu? Hâlâ, o eski zulümler, o adâletsizlikler, o hafakanlar...’ diye yakınmıştı..
Sultan- Halife’nin cevabı ise, asırların özetini veriyor gibiydi:
‘A efendim, bir dünya saltanatıdır, bize de ulaşmıştır.. Bırakınız, biraz da biz sürelim bu saltanatı..’
*
Resul-i Ekrem (S)’in emirlerine bile riayet etmeyen ve ganimet dağılımına koşuşan Uhud Okçuları yüzünden tarihimizdeki en büyük yenilgilerimizden birisi almamış mıydık?
Müslümanların, Hz. Resul’ün emrine riayet eden Uhud Okçuları tarafında yer almaya dikkat göstermesi gerekmez mi?
Bunu da, bugünün müslümanları, ellerinde bir şey yokken, yoksul yaşamaya katlanmaktan öteye; imkanları, servetleri varken de, sosyal hayatta, sosyal katmanlar arasında uçurumlar meydana getirmeyecek şekilde yaşamayı şiar edinmek şeklinde göstermesi gerekiyor..
Yokken, sınırlı bir şekilde yaşamak elbette zordur; ama bu, yine de, varlık ve servet sahibiyken sınırlı imkanlarla yaşamayı seçmekten daha kolaydır..
*
Bu açıdan, geçen ay, Kutlu Doğum Haftası diye anılan törenlerden birinde, Kılıçdaroğlu’nun oldukça güzel bir konuşmasına değinmek gerekiyor.. Kılıçdaroğlu’nun, kendisinin bu zamana kadar yabancı kaldığı bilinen bir konuda, bu kadar güzel bir konuşma yapması ilginçti..
O, dar gelirliyken fukara semtlerinde yaşayanlardan nicelerine, durumları iyileşince, zengin semtlerine, zengin yaşayış tarzlarına doğru kayanlara sesleniyor ve ’Siz aslında o tavrınızla, o fakirlerden, yoksullardan değil, sevgili Peygamberimizden kaçıyorsunuz..’ diyordu..
Evet, doğru söz, herkesin ağzına yakışıyor..
*
1975’lerde İstanbul’dan Ankara’ya gittiğimde, dostları görmek için Enerji Bakanlığı’na da uğramıştım.. Recaî ağabey de Bakan idi..
Dostlar‚ ’40 yıllık kemalist-laikler, CHP’liler, MSP kadrolarının inanç eğilimlerini bildiklerinden, bir sakal, bir tesbihle gelip, ’bizim anamız-babamız da şöyle hacıdır, dedemiz de filanca yerin müftüsüydü..’ gibi iddialarla yaklaşanların, malı götürdüklerini, o zamana kadar sırf müslüman oldukları için dışlananların yine aya kaldıklarını’ yakınarak anlatmışlardı..
O zaman, ’Pekiy, bu işlere dahil olmaya çalışanlar kazandıktan sonra bugünkü durumlarını koruyabilecekler mi?’ denildiğinde söylenecek söz bulunamamıştı.. Ama, birisi, ’Yahu, arkadaş, biz müslümanlar hep yoksul, sefil, sıkıntıda insanlar olarak mı yaşamalıyız? Biz de güçlensek, gücümüzle başkalarına faydalı olsak olmaz mı?’ gibi bir görüş ortaya attığında, bugün de yaptığımız nice tartışmaların kapısı açılmıştı.. Çünkü, o gibi güzel temennilerle niceleri semtlerini değiştirdiler, yaşayış tarzlarını ve sonra da nice güzel hassasiyetlerini ve özelliklerini yitirdiler..
Pekiy, kesin doğru olduğuna inandığımız değerler, bir yıldız gibi, hep göklerde kalmalı ve asla yeryüzüne inmemeli mi?
*
Bu rahatsızlıklar sadece bizim toplumumuzda sözkonusu değil..
Bütün müslüman coğrafyalarında da yakınmalar ve karamsarlıklar sözkonusu.. Ama, başka dünyalarda ise, yine de, İslam’ın kendi toplumlarını gelecekte daha derinden etkileyeceği korkusu giderek bir paranoia’ya dönüşüyor ve İslamofobia (İslam korkusu) sosyal psikiatri kliniklerinin çaresiz kalacağı bir sürece doğru yol alıyor..
Demek ki, her şey çok iyi demesek bile, o kadar karamsar olmamıza da gerek yok..
O halde, bu gibi durumlara bakarak, hayallere dalıp gitmek veya herşeyi tozpembe görmek yerine, idealite ile realite arasında daima bir farklılığın olacağını; ortada bir uçurum varsa, onu da daha fazla derinleştirmemek için ne yapmak gerektiğini düşünmek gerekiyor.. Yoksa, Sadece karamsarlıkla varılacak hiç bir olumlu-hayırlı yolumuz olmayacaktır..
Herşeyi tozpembe görmeye-göstermeye gerek olmadığı gibi, umutsuzluklara saplanıp kalmanın da bir mânâsı yok..
Her şey tahammül edilemiyecek kadar kötü veya hiç bir şey de fevkalâde mükemmel değil..
*
Bu vesileyle, bir örnek vermek istiyorum; Irak ve İran’dan..
Ülke adlarını ve münhasıran belli bir mezhebî sosyal bünyeye aid olan konuları çıkarırsanız, diğer birçok mes’eleler bizim toplumumuz için de vâriddir denilebilir..
Âyetullah Ali Sistanî, bilindiği üzere, Irak’da, medreseler şehri ve şiî ulemânın karargâhı konumundaki Necef’de bulunan ve aslen İran’ın doğusundaki ’Sistan ve Belucistan’ eyaletinden olan bir şiî müslüman âlim..
O, bazılarınca, Saddam’ın devrilmesinden sonra, işgalci Amerikalılarla muamele masasına oturduğu için eleştirilen ve amma, Irak’ın geleceği üzerindeki konularda, Amerikalıların da, Bağdad’daki merkezî hükûmetin de, hattâ öteki bölge ülkelerinin de İran’ın da görüş ve nasihatlerine kulak asmak zorunda olduğu bir isim.. (Nitekim, Tayyîb Erdoğan geçen sene Irak ziyaretinde, Âyetullah Sistanî’yle görüşmek için, Necef’e de uğramıştı..)
Mesih Muhacirî, ’Âyetullah Sistanî ve Irak-ı Cedîd (Yeni Irak)’ ismiyle yayınladığı kitabında, onunla yaptığı bir görüşmeyi aktarıyor.. Muhacirî, Ekim -2011’de Irak’a yaptığı bir haftalık gezi boyunca edindiği izlenimleri kitab halinde yayınlamış..
Mesîh Muhacirî, İslam İnqılabı’nın en parlak simalarından merhûm Âyetullah Muhammed Huseynî-i Beheştî’nin yakın çalışma arkadaşlarındandı ve onun 28 Haziran1981’de, 72 arkadaşıyla birlikte katledildiği büyük bombalı suikasd sırasında o patlamadan yaralı olarak kurtulmuştu. Hâşimî Refsencânî’nin Cumhurbaşkanlığı döneminde de, onun önde gelen danışmanlarından idi.. Hâlen de Cumhurî-i İslamî gazetesinin Genel Yy. Müdürü..
Mesîh Muhacirî’nin kitabından ilginç bir bölüm,13 -14 Mayıs günlerinde İran medyasında da yer aldı..
Burada sözkonusu olanlardan, sadece İran veya şiî müslümanlarının değil, bütün müslümanların da çıkarabileceği ilginç dersler olduğu kabul edilebilir, herhalde..
Muhacirî, kitabının önsözünde şöyle diyor:
’(Hicrî-şemsî)1382/1390 (miladî -2003 /2011) yılları arasında cereyan eden hadiseler biliniyor.. Bunların başında da, işgalci güçlere karşı verilen mücadele gelmekteydi.. Bu da, kendi alanında mantık ve tedbiri gerektiriyordu.. Buna riayet olunduğu içindir ki, bu ülkenin siyasî hâkimiyetinin nisbeten kabul edilebilecek bir duruma gelmesine yardım etti.. Bu sonucun alınmasını, Irak halkı, şiî ulemâ’nın, muhakkak ki İslam maarifi ve İslam fıqhı konusundaki derinliğine ve bu yoldaki çabalarına borçludur..
Bugün de, birçok problemler olmasına rağmen, Yeni Irak, halkın iradesine saygı göstererek daha insicamlı bir noktaya doğru ilerliyor ve Irak halkının iradesi bu yeniden yapılanmada etkili oluyor..
Irak’ın halihazırdaki tarihi ve Yeni Irak’ın şekillenmesinde, Âyetullah Sistanî’nin rolü son derece önemlidir ve bu, durum, gelecek nesiller için öğretici olacak şekilde Irak tarihine kaydedilmiştir..’
Bu tesbitlerden sonra, sözkonusu kitabın bir bölümünde, ’Hurafe karşıtı bir Âyetullah..’ başlığı altında şu satırları okuyoruz:
’Âyetullah Sistanî’ye kültürel konularda zihnimden geçen konularda arzedeceğim hususlar fazla olmasına rağmen, zamanın sınırlı olması hasebiyle bunlardan öncelikli olduğunu düşündüklerime ağırlık verdim..
Âyetullah’a arzettim:
Dedim: ’İran, hurafelerin pençesine düşmüştür.. Az tahsilli veya fırsatçı kimselerin meydanı boş bulması üzerine pençesine düştüğü aqîdevi sapkınlık ve gevşeklikten dolayı İran feryad etmektedir..
Âyetullah Sistanî, sözlerimi tamamlamaya fırsat vermeden, bu konulardan haberdar olduğunu gösteren bir halet-i ruhiye ile şöyle karşılık verdi:
’- Bu durumu siz kendiniz meydana getirdiniz..’
Devamlı, filanca zat (Şeyh Bahauddinî) işte şöyle, böyle.. Şöyle kerametleri var, dediniz... Ben Qum’da idim ve bunları biliyorum.. Burada da bu konuda yazılmış birçok kitabı okuyorum.. Ve bu keramet laflarını tekrarlıyorlar, yazıyorlar. İnanıyorum ki, ülkeyi siz kendiniz bu duruma attınız ve bu problemler ortaya çıktı.. Cemkeran’ı (Tahran-Qum arasında, Qum’a yakın bir mekanda, Mehdî’nin zuhur edeceği ve onun manevî işaretiyle yapıldığı iddia olunan ve ziyaretçilerle dolup taşan bir büyük mescidi) öylesine büyüttünüz ki.. Ve orada, minberden konuşanlar öyle laflar ettiler ki.. Ben onların ne dediklerini de biliyorum..’
Dedim: Ve (Ehl-i Beyt övücüleri ) meddahlar..
Dedi: ’Onları da sizin işleriniz bu duruma getirdi..
Dedim: ’Biz halka, doğru olmayan konuları, hurafeleri gerçek gibi anlatan o gibilerin karşısında durduk, makaleler yazdık.. Sizden beklentimiz, siz de bizim gibi onlar karşısında bir tavır koyunuz, sizin tavır koymanız çok etkili olacaktır.’
Dedi: ’Onları biliyorum ve onlara benim ağzımdan da bazı şeylen söylendi, yazıldı.. Ama, ben İran’ın iç işlerine karışmak niyatinde değilim.. İran’da bir (sosyal) mühendislik sözkonusudur ve başmühendisi de vardır.. Ve benim müdahale etmemem gerekir..’
Dedim: ’Ben devlet işlerine müdahale etmenizi istemiyorum.. itiqadî konularda görüşleriniz etkilidir.. Halkın itiqadı, tehlikededir.. Halkın din ve inançlarının korunması için, sizin meydana çıkmanız gerekli..
Dedi : ’Siz (Bizim siyasetimiz aynen diyanetimizdir, diyanetimiz de aynı siyasetimizdir.) dediniz..
Siz şimdi bunları birbirinden nasıl ayırabilirsiniz? Siz Beheştî ile dosttunuz.. Kanun-i Esasî’yi / Anayasa’yı o tedvin etti, düzenledi.. Öyle bir düzenledi ki, Merce (halkın başvuru makamında olan şiî âlimleri ) için, gusl ve taharet gibi konuların dışında bir şey kalmadı, gerisi, devlete aiddir.. O halde, biz ne söyleyelim?.
(Sanıyorum, bu konu Âyetullah Sistanî için son derece önemli olmalıydı ki, tekrar o konuya döndü ve Anayasa, Merce için, gusl ve taharet konuları dışında bir söz söyleme alanı bırakmadı, her konu Devlet’in eline bırakıldı; diğer şeyler için ne söyleyelim?’ dedi..)
Dedim: Sizin Beheştî ile işiniz olmasın.. Siz kendi aqîdenizce amel ediniz..
Dedi: ‘Biz İran’ın içişlerine müdahale edemeyiz.. Ve vaktimiz de yoktur..
Merceiyet işleri, Irak, Bahreyn, nice konuların okunması.. Başka konulara değinmek için zaman da kalmıyor..’
Dedim: ’Ben şer’î vazifem gereği hareket ettim ve size arzettim.. Bu konuda görüşlerinizi açıklayınız dedim.. Siz de kendi şer’î mükellefiyetinizi, yükümlülüğünüzü bilirsiniz..’
Bunun üzerine, Âyetullah Sistanî sukût etti ve sanıyorum onu düşündürdü..
Daha pek çok konular vardı, ama, bundan fazla vakit olmadığını gördüğüm için, Allahaısmarladık demek vaktinin geldiğini düşündüm.. (…)’
*
Alınız size, bir sıkıntılı durum..
He iki tarafın da söyleyecek sözleri vardır elbette.. Ama, bu konuların medyaya da yansıması, gösteriyor ki, sıkıntıların dile getirilmesi için bu gibi şikayetlerin kapısı aralanacak olursa, oradan, daha nice eleştiriler sökün edecektir..
*
O halde, hayal âlemimizde, herşeyin dosdoğru uygulandığı bir dünya düzeni ummak, beklemek yerine; müşterekleri azâmîye, ihtilafları ise asgarîye, en aza indirecek bir dikkat, basiret ve ferasetle, doğruluğuna inandığımız ölçü ve değerleri hayata hâkim kılmak mücadelesinden el çekmemek zorundayız..
Sapmalar, yanlış yapmalar, saf değiştirmeler, hayal kırıklıkları, daima olacaktır..
Ama, biz doğru olduğuna inandığımız ölçü ve değerlere bağlılığı başkalarından beklemek yerine, bunu kendi hayatımızda hâkim kılmaya çalışmak zorunda olduğumuzu unutmamalıyız.. En zor olan da bu olsa gerek..