İnanılmaz ‘hayatta kalma öykülerini’ duyuyoruz, depremin ardından.
Yaşanılan trajedinin boyutu herkesin boyunu aştı. ‘Kabul edilmek istenmeyen’ yardımların, sözümona ‘kendine güvenin simgesi’ olarak algılanma çabasını anlamak güç iş. Yapılan yardımlar üzerinden yürütülen, içimizi burkan, propaganda kokan söylemler. ‘Ben çok yaptım, sen az yaptın’ hesabında yok olan hayatlar. Birlikte, beraber hareketin kurtarabileceği nice yaşamları söndürdüğümüzü, düşünemedik dahi.
Yoksul, ücra ve sınırdaki şehir, büyük bir karmaşa ve kargaşaya boyun eğiyordu masumca. Kötü inşa edilen binalar ve gönderilen yardımların ne miktarı ne de komikliği konuşulmalı şu anda. Kanımca yapılan yardımlar, yeni birkaç Van’ın inşasına bile yetecek kadar. İlgi ve alakanın eksikliği ya da fazlalığı tartışılabilinmeli elbette. Ama can yakan bir başka felaketle boğuşuyor depremzedeler. İliklere kadar hissedilen soğuk, çadırlarda yaşamı zorlaştıran şartlar, her gün yeni ölümleri bize tattıracağa benziyor. Önceki depremlerden tecrübeli olarak, çadırların bir anda nasıl tutuşabileceğini biliyorduk. Düzce depreminde bir anda elli çadır ve hatta daha sonraları prefabriklerde çıkan yangınlar, bize ders olmalıydı oysa. Çadırın dayanılmaz yokluğuna yangınlar eklenince, prefabriklerin kaçınılmaz varlığının hesabını yapmalı elbette, tez elden.
Şehir merkezinin içler acısı durumunu görmek, köy halkının bulunduğu hali tasavvurda zorluyor bizleri.
Çadırkentli olana kadar çekilen çileler, çadırkentli olduktan sonra da hiç bitmeyecek gibi. Donmaktan korunmak için girilen çadırlarda, ateşin kucağına teslim olmanın hesabı kimden sorulacak?
Ateşten mi, çadırdan mı, havadan mı? Yoksa çadırda yaşamanın eğitiminden geçememiş halk, bilinçsiz davranışından dolayı suçlu mu ilan edilecek?
Çocuklarına sarılıp ‘ölümü dilemek’ duygusu bize ne kadar uzaksa, bu duygu, depremzedeye o kadar yakın. Bir babanın yürek burkan feryadını duymamak, ölümüne seyirci kalmak demek değil midir? “Çadırda kalıyorum ama çocuklarımla her gece ölmek için dua ediyorum…”diyor çaresiz baba.
Suçlu soğuk mu gerçekten? Ölümü dilemenin dili çözülebilinir mi acaba?
Acıların ardından kardeşliğimizi yeniden sorgulamanın telaşına düştük.
Kürdü ‘kendinden başka dostu olmadığına inandırma’ sevdasına sürüklemeye çalıştık. Gönderilen kolilerden çıkan eşyalar da bizi haklı çıkaracaktı son tahlilde. Öyle ya televizyon kanallarından duyacağımız, ünü bu sayede yayılan sözde spiker benzetmelerinin ‘Van da olsa’, ‘hem taş atacaksın, hem de gelip seni kurtaracak’ sözleri başka nasıl açıklanabilirdi?
Kin ve intikam duyguları depreşenler faşizmin yeni yöntemlerini devreye sokup, aba altından sopa gösterdiler. ‘Haddinizi bilin!’ söylemini dillendiren zavallılar, insanlıklarını kaybettiklerinin farkında bile değildi kuşkusuz. Toleransımızın sıfırlandığı, insanlığımızın öldüğü, ayrımcılığın alenileştiği, ahlaki değerlerin iç edildiği bir dramı da yaşadık yeniden.
Yürek burkan görüntüler bile, taş kalplilerin davranışlarını etkilememişti.
Yiten hayatlarda ‘en vefalı çocuklar’ gizli, Yusuflar gibi...
Beton yığınları arasında günlerce kurtarılmayı bekledikten sonra ölüme yenik düşen soğuk bedenlerin sıcak nefesi, ensemizden hiç uzaklaşmayacak, tıpkı çocukları ölümden korumaya çalışan ellerin gölgesi gibi.
Evlerde ölmemek için, çadırlara doluşan, donmamak için de ateşin kucağına düşen çocuklarımız, ölümlerin daha acılısıyla tanıştırdı bizleri.
Enkazda anne şefkatinin mucizesi de saklı. Kendini çocuğuna kalkan yapan, tükürüğüyle besleyenlerin varlığını görünce sevinmiştik ve ideolojilerin iflasına tanıklık etmiştik, yardımların samimiyetinde.
Ölümlerden beslenenlerin yanısıra, insanca muamele yerine, yapılan yardımların sabotesiyle de karşılaşmıştık. Tek dertleri öfkenin biraz daha kabarması, şiddetin aynı döngü etrafında dönüp durması olan.
Gözyaşımızın değerini ideolojilerin dünyasına armağan ettik.
Önümüzde çetin kış koşulları… Kaderlerine teslimde yalnız bırakmamamız gereken, her yaştan insanın, üzerine düşecek bir şeylerin eminliğiyle hareket etmek, ‘kimse değil, ben ne yaptım?’ sorusuna zihnimizi teslimin zamanı.
“Evim Evindir Van” kampanyasının önemi büyük. En azından kış aylarının geride bırakılacağı ve kalıcı konutların yapılmasına kadar geçen sürede katkıda bulunabileceğimiz bir kampanya. Bunun için valilikler devrede. Kampanyaya öncülük eden Gazeteci Ahmet Tezcan’ın sözleri çok anlamlı: “ Her şeyde bir hayır vardır, derler, belki de Van depremi toplumsal olarak şükrettiğimiz ilk deprem olacak.” diyerek toplumdaki bastırılan kardeşlik duygusunun bu kampanyayla atağa geçtiğine vurgu yapıyordu. Karakoçan’daki kardeşlerimizin elli aileyi barındırma çabası ise örneklik teşkil edici nitelikte.
Ne yaşananlara karşı tutumların dünya basınında ‘zalimce’ diye nitelendirilmesi, ne ‘ayrımcılık’ yapıldığı vurgusunun ön plana çıkartılmaya çalışılması ve ne de olayların karanlık taraflarına dikkatlerimizin çekilmesi gözyaşlarımızın akmasına engel olamadı.
Düğümlendi boğazımıza koca bir düğüm…
Şivan Perwer’in sözleriyle:
De îro mi go dilê min bû Behra Wanê (Bugün yüreğim Van Denizi oldu dedim.)