De facto diktatör: Atatürk

Yıldıray Oğur

Durun hemen Atatürk’e diktatör dedi diye dava açmayın. Bunu ben değil, Milli Eğitim Bakanlığı’nın resmî 10 Kasım sitesi olan http://www.meb.gov.tr/belirligunler/10kasim adresindeki Atatürk’ü Hümanist Bir Perspektifle Kavramak adlı imzasız yazının sahibi söylüyor.

Durun, bunu da AKP’nin Atatürk hazımsızlığına falan yormayın hemen. Bu yazıyı yazan kişi belli ki fena halde inanmış bir Atatürkçü. Uzun süredir okuduğum bu en teori parçalayan yazıyı da Atatürk’e diktatör diyenlere cevap olsun diye kaleme almış.

Mantık, tarih, felsefe hakkında tüm bildiklerinizi unuttuysanız, başlıyoruz.

Önce Atatürk’e “de facto diktatör” denen paragraf:


“Takriri sükûn yasasının yürürlükte olmasından yararlandıysa ‘yalnız ve ancak bir noktai nazardan istifade etmiştir. O noktai nazar şudur: Türk milletini, medeni cihanda, lâyık olduğu mevkie ıs’at etmek ve Türk Cumhuriyetini sarsılmaz temeller üzerinde, her gün, daha ziyade takviye etmek için’ yararlanmıştır. Bu ise, ancak bir koşulla, ‘istibdat fikrini öldürmek’ koşulu ile olanaklıydı. De facto diktatörce olmakla beraber, kurulan rejim demokrasi ilkelerine inancını ilan eden ve toplumu demokratik ideale göre eğitmeyi amaç edinen bir rejimdi. Nesnelerin gözle görülür somutluğundan başka gerçek tanımayanlar için bu oldukça karışık bir durum gibi gözükebilir.”

Atatürk’e “Diktatör” diyorsun da sor bakalım niye? Nesnelerin gözle görünür somutluğuna takılıp kalmadıysanız her şey çok açık değil mi?

Bence yazının en başı bu sitenin muhtemel muhatapları öğretmenler ve öğrencileri de aşan bir akademik meydan okuma. Atatürk’ü, Hitler ve Mussolini ile karşılaştırarak başlayan paragraf önce eşeğin kulağına karpuz suyunu kaçırıyor sonra da suyunu çıkarmaya çalışıyor.


“Atatürk’ün kişiliğini ve eserini incelemiş olan tarihçileri yanıltan çeşitli etkenlerin var olduğu kabul edilmelidir. Mussolini’nin ve Hitler’in çağdaşı olması, bir takım karşılaştırmalara ve benzetmelere yol açmıştır: günün geçerli yöntemi olan pragmatik ve pozitivist yöntem bu yoldaki çalışmalara hız kazandırmıştır. Ancak pragmatik ve pozitivist yöntem her şeyin yüzeyinde kalan, derine işlemeyen bir yöntemdir: böyle olduğu için de, geçerli bir yöntem olabilmesi ya da, hiç olmazsa, büyük yanılgılara yol açmaması için, bizzat olayların akla ve mantığa uygun olmaları ve gene akla uygun ve mantıklı koşullardan kaynaklanmaları gerekir.”

Son yıllarda böylesine post modern bir metinle karşılaşmamıştım: Paragrafın sonuna ışınlanalım:


“Oysa Atatürk ile Avrupalı diktatörler arasındaki büyük fark, güdülen değişik amaçlardadır.”

Aynı yazıdan şu paragraf da çok hoş: Ruhuna erişilmesi ne kadar zor olursa olsun, Nutuk, Atatürk’ün kişiliğini ortaya koymak isteyen için en önemli kaynaktır. Böyle olduğu halde, bugüne kadar hiç bir ciddi incelemeye konu edilmemiş olması dikkat çekicidir.

Yok yok şu gölgelerle kavga eden paragraf daha da hoş:


“Atatürk devriminin fikirsel değerini hiçe indirmekte çıkarı olanlar, onun eserinin geçmiş çağlarda girişilen reform hareketlerinin yalnızca bir devamı olduğu görüşünü ileri sürerler; kişisel bir yargıya varma gücünden yoksunluğu bilimsel nesnelliğe sıkı bir bağlılık biçiminde anlayanlar da bu sava katılırlar.”

Aynı sitedeki Eylemsel Bir Düşünür Olarak Atatürk adlı yazıya da biraz bakalım. Belki Atatürk fikirlerini gerçekleştirdiği diye onu suçlayanlar bunları okuyunca hallerinden utanır birazcık:


“Eseri insanın karşısında anıtsal bir gerçek olarak durduğu için, Atatürk’ün fikir yönü gözden kaçmaktadır. Fikirlerini gerçekleştirmeyi başarmış olması adeta bir kusur gibi yüzüne vurulmak istenmektedir.”

Şu cümleyi anlayanlar lütfen bana yazsın:


“Atatürk yalnız geleneksel düşüncenin sınırlarını parçalayıp kolayca aşan bir devrimci değildir; o aynı zamanda olaylara olduğu kadar kendi düşünce dünyasına bilincinin ışığını tutan bir düşünürdür.”

Bunu anlayanlar da lütfen benimle selamı sabahı kessin:


“Sakarya muharebesi ‘Doğunun, Batı uygarlığını, Batıya karşı savunduğu muharebe’ olarak tarihe geçmeye hak kazandı.”

Yazar şurada da çaktırmadan halkımıza fena halde saydırmış:


“Aslına bakılırsa, Sokrates geleneklere sofistlerden daha saygılıdır. Ancak yığınlar bunu kavramakta güçlük çekerler; onların kanılarında mantığın yeri pek yoktur. Halk yığınları ciddi bir zihin çabası gösterme gücünden yoksun olduğu için daima ödünlü uyuşma yoluna sapanlarla beraberdir.”

Görüldüğü gibi 73 yıl sonra Atatürkçülükten geriye bir yığın hamaset, duygu patlaması ve fikircik kaldı.

MEB’in aynı resmî sitesinden muhtemelen bugün pek çok okulda hançeresini yırtan öğrenciler tarafından okunacak bir 10 Kasım şiiriyle anma programımız sürsün:


“Öğretmenimizin kürsüde/ Verdiği dersi/ Dinler bizimle birlikte/ Atatürk’ün resmi./ Çalışkanız, çünkü/ Çalışınca/ Bakarız, Atatürk güldü./ Bir yanlışlık yapsak/ Bulutlanır gözleri/ Anlarız, Atatürk üzüldü./ Gelsek kürsünün dibine/ Görür bizi/ Eğilince. Tıpkı sınıftaki gibi// Yapacağım bir işte/ Bu resmindir rehberim/ Kötülüğe uzanırsam/ Çat kaşlarını/ Tutulsun ellerim. (Behçet Necatigil)

Bu da internetteki öğretmen forumlarında en çok paylaşılan 10 Kasım şiirlerinden biri:


“Bir çiçek gördüm/ İri ve parlak/ Yol kenarında/ Bu sabah/ Özleme kesmişti yaprak yaprak.// Yürekten sevmiş Atatürk’ü/ Canım feda olsun diyor yoluna/ Koparıp götürsün bir çocuk// Bu 10 Kasım’da/ Beni de sunsun ona/ Kimse dönüp bakmadı ona,// Kederinden kahroldu çiçek/ Haykırdı birden: –Çiçek değil miyim ben, neyim?/ Alın, götürün beni de Atatürk’e/ Çiçekliğimi bileyim!!!”

Çiçek bile Atatürk’e sunulup çiçekliğini bilmek istiyor ya benim şu yaptığıma bak. Sustum...


3. Geleneksel 10 Kasım bahsimle bitireyim: Saat 9’u 5 geçe Dolmabahçe Sarayı’nda Atatürk’ün yatağı başında nöbet tutan askerlerden biri daha gözyaşlarına tutamayacak. Son 13 yıldır öyle oluyor en azından...


yildirayogur@gmail.com

TARAF