Muhammed Atta’nın Analizi:
Günümüzün olaylarını daha doğru tahlil edebilmek ve düşmanlarımızın hakkımızda düzenledikleri planlarını daha hızlı kavrayıp aynı hatalara bir daha düşmemek için tarihte yaşanmış benzeri olayları incelememiz gerekir. Bu incelemeler esnasında -aktörlerin haricinde- birçok olayın birbiriyle örtüştüğünü ve birçok noktalarda benzerlikler arz ettiğini görürüz. Altı yıldır süren katliamlardan sonra Rusya’nın ve BM’nin muhaliflerle masaya oturmayı istemeleri ve bunun ardında neler planladıklarını görebilmek ve kavrayabilmek için yakın tarihimizdeki benzeri olaylara baktığımızda, karşımıza çıkan en belirgin örneklerden birisinin Bosna-Hersek olduğunu görürüz.
1991 senesinde Slovenya ve Hırvatistan’ın bağımsızlıklarını ilan etmelerinden sonra, 1992 yılının Nisan ayında Bosna-Hersek’in de bağımsızlığını ilan etmesiyle aradıkları fırsatı bulan milliyetçi Sırplar Bosnalılara karşı etnik soykırıma geçmiştir. Sırplar çok kısa bir sürede Bosna-Hersek’in %70’ini işgal etmiştir. Yürütülen bu işgal operasyonu, coğrafya itibariyle öncelikle Avrupa’nın ve bununla birlikte tüm dünyanın gözü önünde gerçekleşmiştir. Yürütülen işgal ve katliamlarda Yugoslavya’nın düzenli ordu birliklerinden yardım alınmıştır.
Silahsız Bosna halkı üzerinde yürütülen bu soykırım en vahşi şekillerde gerçekleştirilmiştir. Girilen köy ve kasabalardaki tüm erkekler kurşuna dizilmiş, kadınlara tecavüz edilmiş ve çocuklar en vahşi yöntemlerle katledilmiştir. Ön bahçesinde işlenen bu cinayetlere Avrupa’nın sessiz kalmasının nedeni, kendi bölgesinde bulunan Müslümanlara Sırplar aracılığıyla açık bir mesaj vermektir.
Üç yıl boyunca aralıksız süren katliamların zirvesi ise Srebrenitsa’da yaşanmıştır. Bir Müslüman kasabası olan Srebrenitsa’yı Birleşmiş Milletlerin “güvenli bölge” ilan etmesinden sonra, halktan silahlarını teslim etmeleri istenmiştir. Habere sevinen halk BM’nin güvencesine inanarak silahlarını Sırp güçlere teslim etmişlerdir. Bundan sonra Sırplar Srebrenitsa halkı üzerinde hunharca bir katliama geçmiştir. BM’ye bağlı barış gücü Sırplar tarafından etkisiz hale getirildikten sonra 8372 insan katledilmiştir.
Sırpların bu vahşice katliamlarının dünya Müslümanları üzerindeki tesirleri üzerine, bölgede yerel halkla birlikte muhacirlerin de bulunduğu bir cihad hareketi başlamıştır. Silah ve lojistik olarak çok kısıtlı imkânlarla hızla yayılan ve gelişen cihad hareketi belirli bölgelerde Sırpları bozguna uğratmayı başarmıştır. Başarıların getirdiği moralle cihada katılım bir kıvılcım gibi artarak yurdun her tarafını kuşatmıştır. Kısa bir süre içerisinde Sırplar birçok cephelerde bozguna uğrayarak yenilginin zilletini tatmaya başlamıştır.
Cihad hareketinin halk tarafından benimsenmesiyle, yaşanan zulümlerin intikamının alınmaya başlandığı bir sırada NATO (adeta bir kurtarıcı olarak) devreye girmiştir. Yapılan katliamlar gündeme getirilip biran önce bunların önüne geçilmesi gerektiği söylenmiştir. Üç yıldır devam eden katliamlar sanki mücahidlerin ilerlemeye başladığı sırada başlamış ve biran önce durdurulması gerektiği kanaatine varılmıştır. Daha öncesinde yalnızca diplomatik yollarla ve konferanslar aracılığıyla durdurulmaya çalışılan savaş, bu kez NATO’nun düzenlediği hava saldırılarıyla, Sırbistan hükümeti ateşkesi kabul etmek zorunda kalmıştır(!). Savaş sona erdiğinde 150.000’den fazla insan katledilmiş, 2 milyon insan evsiz kalmış ve 40 binin üzerinde kadın Sırplar tarafından sistematik tecavüze uğramıştır.
Elbette batı yanı başında bir cihad hareketinin gelişmesine izin verecek değildi. Baskılar üzerine 21 Kasım 1995’te ABD’nin Ohio eyaletine bağlı Dayton kentinde askeri üstte imzalanan anlaşma ile Bosna-Sırp savaşı fiilen sonlandırıldı. NATO birliklerinin Bosna’ya girmesinin ilk şartı, muhacirlerin ülkeyi terk etmesi olarak belirlenmiştir.
“Bu adil bir barış olmayabilir; fakat süren bir savaştan daha iyidir.” diyen Aliya İzzetbegoviç’in temsilciliğinde, Slobodan Miloseviç ve Franjo Tudjman arasında barış görüşmeleri başlatılmıştır. Amerika öncülüğünde yürütülen barış görüşmeleri neticesinde, ülke iki devletçiğe, bir özerk bölgeye bölünmüş ve on kantona ayrılmıştır. Bu anlaşma ve ekleriyle birlikte ülkenin anayasası oluşturulmuştur.
Bosna-Hersek’te seçimler çoğunluğa göre değil etnik yapıya göre düzenlenmektedir. Yani parlamento da aynı anda hem Sırp, hem Hırvat hem de Boşnak temsilciler bulunmaktadır ve bunlardan birisinin onay vermemesi durumuna karar çıkamamaktadır. Sırpların onayını alamadığı için Bosna-Hersek Srebrenista soykırımını resmi olarak kınayamamaktadır.
Ülkenin yüzde kırk dokuzunu Sırplar, yüzde elli birini ise Bosna-Hersek federasyonu yönetmektedir. Her federasyonun kendisine ait bakanları, polis teşkilatı ve belediyeleri bulunmaktadır. Nüfusun 4 milyonun altında olduğu tahmin edilen Bosna-Hersek’te aynı anda 1200 yargı ve savcı, 760 milletvekili, 180 bakan, 14 başbakan, 5 cumhurbaşkanı görev yapmaktadır. Devlet çalışanlarına ayrılan bütçe devlet giderlerinin en büyük kısmını oluşturmaktadır.
Bosna Hersek’teki siyasi yapının en üst noktasında ise Avrupa birliği tarafından atanan “Yüksek temsilci” görev yapıyor. Geniş yetkilerle donatılmış yüksek temsilci Cumhurbaşkanı olmak üzere bütün idarecileri görevden alma yetkisini bile elinde bulunduruyor.
Dışarıdan gelen yardımlar siyasi kanat üzerinden yapıldığından, siyaset bir gelir aracı ve rant olarak görülüyor. Sistemin hantallığı nedeniyle rüşvet oldukça yaygın ve işsizlik yüzde kırkın üzerinde.
Dayton antlaşmasından en karlı çıkanlar ise Sırplar. Yaptıkları soykırımlar yanlarına kar kaldığı gibi Bosna-Hersek içerisinde kendilerine ait bir devletçik elde etmişlerdir. Savaş suçlularının kimler olduğu bilinmesine rağmen şimdiye kadar haklarınca ciddi bir cezai uygulamaya gidilmemiştir.
***
Suriye’ye dönecek olursak, altı yıldır devam eden Esed rejiminin katliamları BM ve insan hakları örgütleri tarafından sadece kınanmakla yetinilmiştir. İnişli çıkışlı devam eden savaşta, rejimin çöküşe geçtiği sırada Hizbullah devreye girmiştir. Hizbullah’ın yetersiz kalması üzerine İran rejimi Şii milisleri devreye sokmuştur. Sayıca epeyce fazla olan milislerin hızla sayılarının azalması üzerine Rusya duruma müdahale etmek zorunda kalmıştır. Bu durumu, 1-17-2017 tarihinde Rusya dışişleri bakanı Sergey Lavrov şu sözleriyle ifade etmiştir: “Eğer Rusya’nın müdahalesi olmasaydı bir-iki hafta içerisinde Suriye’nin başkenti teröristlerin eline geçerdi.”
Bir seneden daha fazla bir süre Suriye’de kan kaybeden Rusya var gücüyle son hamlesini Halep’in düşüşünde kullandıktan sonra daha fazla zayiatı kaldıramayacağını anlayarak muhaliflerle ateşkes yoluna gitmiştir. Ateşkese başvurmasının nedeni, kesinlikle Suriye’de akan kanın durması değil, bilakis elde etmiş olduğu geçici zaferin büyük bir hezimete dönüşmesi korkusudur. Yapılan ateşkes anlaşması vesilesiyle muhalifler ikiye bölünecek ve dolayısıyla güçleri zayıflayacaktır.
Savaşın verdiği yıpranmayla Rusya’nın bu durumunu göz önünde bulundurmayan bazı muhalif kesimler Kazakistan’ın başkenti Astana’da yürütülecek olan ateşkes anlaşmasına katılmıştır. Anlaşma süresince ve sonrasında alay edercesine hem bizzat Rusya’nın kendisi, hem rejim güçleri hem de İranlı milisler saldırılarını sürdürmüşlerdir. Rusya’nın böyle bir anlaşmadaki amacının savaşı durdurmak olmadığı çok açıktır. Bu hususta hüsnü zan beslenebilecek hiçbir alamet yoktur. Üstüne bir de alay edercesine muhaliflere bir anayasa taslağı sunmuşlardır.
Böyle bir anlaşmadan beklentisi olan ve bu anlaşmaya katılan kesime baktığımızda, bunların savaş sahasından uzak, Batıyı ve uluslararası güçleri gözlerinde olabildiğince büyütmüş, mücahidleri ve ümmetin gücünü ise hiçe sayan ve en önemlisi de Allahu Teâlâ’nın tedbirini göz ardı eden kesimler olduğunu görürüz. Bunların dışında bu anlaşmayı destekleyenlerin ise, kendi çıkarları gereği hareket eden devletler, kuruluşlar ve gruplar olduğunu görürüz.
Yılbaşı sonrası sahayı biraz gözlemlediğimizde, muhalifleri bitirmede yetersiz kalan Rusya’nın bu hususta Amerika ile anlaştığını ve birlikte ortak operasyonlar düzenlediklerini görmekteyiz. Halep kuşatmasının en kritik dönemlerinden birisinde Halep Fetih ordusu genel komutanı Ebu Ömer Serakıb’ın Amerika tarafından hedef alınması bunun en açık belgelerindendir. Yine yılbaşı sonrası birçok askeri komutanın ve eğitim kamplarının Amerika tarafından hedef alınması da bu durumun apaçık göstergelerindendir.
Astana’ya gitmeyen grupların kendi aralarında birleşerek Heyetu Tahriruş-Şam’ı kurmaları, çizilen ve yürütülmekte olan planların altüst olmasına neden olmuştur. Ateşkesin garantörü olmasına rağmen ara vermeden saldırılarını sürdüren Rusya’nın itibarı dünya gözünde sıfırlanmıştır. Elinde hiçbir gerekçesi olmadan muhalifleri vurmaya devam eden koalisyon (ABD), bu uygulamasıyla halkın direnişi daha fazla benimsemesine ve Batının gerçek yüzünü tanımasına daha fazla yardımcı olmaktadır.
Eğer Allahu Teâlâ bu oluşumu muvaffak kılarsa, Esed rejimini, İran’ı ve Rusya’yı çok acı günler beklemektedir. Her taraftan baskıların arttığı şu günlerde direnişçiler kimlerle birlikte olabileceklerini ve hangi yapılarla yol alabileceklerini daha iyi görebileceklerdir. Safların temizlenerek kenetlenmesi ise, gelecek olan zaferlerin ilk müjdesidir.