Davutoğlu’na duyulan güven tembelliğe sebep olmasın

Serdar Demirel

Portekiz’in başkenti Lizbon’da yapılan 2 günlük zirveye 28 NATO üyesi ülkenin devlet ve hükümet başkanları katıldı.

Zirvede, NATO’nun 10 yıllık geleceğine şekil verecek “stratejik konsept”in onaylanması ele alınacağından, zirve öncesi Türkiye’nin nasıl bir tavır alacağı meselesi çok hassas bir konu olarak gündemimizdeydi.

ABD’nin talepleri ile NATO şemsiyesi altında Türkiye’ye, İran ve Suriye’ye karşı füze kalkanı yerleştirilmesi ihtimali, Türkiye’nin pozitif raya oturmaya başlamış “eksen”ini negatif etkileyceğinden ve son yıllarda başarıyla uygulanan “komşularla sıfır sorun siyaseti”ni anlamsız kılacağından Türkiye’de olduğu gibi Müslüman dünyada da genelde sessiz ama endişeli bir bekleyişe yol açmıştı.

Acaba Türkiye “Füze Kalkanı Projesi”ne “Evet” diyerek tekrar bir “cephe”, “kanat” ve de “kenar” ülke statüsüne geri mi dönecek, yoksa tarihî misyonuna uygun kendisinin ve bölgesinin çıkarlarını korumayı önceleyerek “Hayır” mı diyecekti?

Birincisini tercih ederse “tezkereyi ret”le başlayan son yılların bütün kazanımlarını kendi eliyle tehlikeye atacak, ikincisini tercih ederse ABD ve NATO ülkelerinden gelecek operasyonlara muhatap kalacaktı. Soruna Başbakan Tayyip Erdoğan’ın meselelere yaklaşımını ifade eden, “Win win” dediği, herkesin kazançlı çıkacağı bir formül bulunabilecek miydi?

Zirvede alınan kararlar ve bu kararların bölgemize etkisi bundan sonra medyamızda yukarıdaki endişeler bağlamında tartışılacaktır. Tartışılması da elzemdir. Ama ben, bugün, bu zirve öncesi AK Parti’yi destekleyen ya da aldığı inisiyatiflere sempatiyle yaklaşan kesimlerde gördüğüm bir atalet durumuna sözü getirmek istiyorum.

Malûm olduğu üzere geniş çevrelerde Cumhurbaşkanı’na, Başbakan’a ve dış siyasete bakan Ahmet Davutoğlu’nun şahsına genel bir güven var. Özellikle de dış siyasetin patronu Sayın Davutoğlu’nun siyasi vizyonuna, gelecek perspektifine, sâkin ama derin akışına, ahlâkî duruşuna, tarih algısına muhalif çevrelerde bile bir güvenin olduğu gözlerden kaçmamaktadır.

Akademik hayatta teorisini yaptığı, aktif siyasi hayatta da pratiğe döktüğü vizyonunun geçerliliği ve kazanımları ete kemiğe bürünmüş durumda. Bu yüzden de ona büyük bir güven duyulması kanaatimce tabiîdir.

Bu durum Davutoğlu için müsbettir, ancak müsbet olduğu oranda da onun sorumluluğunu ve yükünü artıran bir durumdur. Acaba bir tek kişiye merkezî bir ülke adına bu kadar çaplı taktik ve strateji geliştirme sorumluluğu yüklemek ne kadar doğrudur?

Asıl sorun ise, hükümetin dış politikasına ve bahusus Davutoğlu’nun “stratejik derinliği”ne güven duyan özellikle de dindar kesimin yazar çizerlerinin bahsettiğimiz stratejik derinliğe fazla katkıda bulunmaması, kaliteli analiz yapma ve gerektiğinde yol gösterici tenkit geliştirmede bir tutukluluk sergilemesidir.

Bu zirve öncesi Lizbon’da alınacak kararlara dair yazılanlara baktığımızda, azınılıkta olan bir kesimi saymazsak, düşünce ve eleştiri tembelliğinin vardığı noktaları görebiliriz. Genel hava Davutoğlu’nun şahsında hükümete duyulan güvenin getirdiği “Onlar yanlış yapmaz” ve ‘Bekle gör’ sesizliğiydi.

Yol gösterici, ufuk açıcı, uyarıcı, kamuoyunu aydınlatıcı, karar alma pozisyonundaki siyasilere halkın iradesine uygun davranmayı hatırlatacak ve gerektiğinde bunu zorlayacak bir duruş göremedik.

Bu tür bir tembelliğin ne hükümete ne de halka bir yararının olmadığı görülmelidir.

YENİ AKİT