Ölümler vardır.. Dünya hayatından ayrılan kişinin, ‘bir topluma mal olmuş bir inancın, bir ideolojinin kahramanı’ olduğunu bir daha hatırlatır..
Bazı ölümler de, kişinin ‘kendi dâvasının kahramanı’ olduğunu yeniden düşündürttürür, insana..
Bazıları ise, ‘Kör ölür, şehlâ bakışlı olur..’ sözünü hatırlatır.. Sırf, gidenin ardından iyi şey söylenmesi gerekli görüldüğü için, yasak savmaca kabilinden konuşulur, öyleleri için...
Haa, Kuzey Kore ve diger bazı ülkeler gibi, resmî ideoloji diktatörlüğünün pençesinden kurtulamamış toplumlarda ise, resmî ideolojilerin ’ikon’laştırdığı/ putlaştırdığı, kutsallaştırdığı isimler hakkında, ölüm sonrasında veya ölüm yıldönümlerinde dile getirilmesi gerekli yüceltici laflar, ya kamu görevlilerince ya da bu gibi resmî övgücülüğü gönüllü benimsemiş veya bu işi kendileri için arpalık haline getirmiş kimseler yerine getirirler..
*
13 Ocak akşamı, Kıbrıs’da 88 yaşında vefat eden Raûf Denktaş, bu nitelemelerin hangisine uygun bir isimdi diye düşününce, onun dâvasının, bütünüyle müslüman halkımızın mı; yoksa, sınırlı bir halk kesiminin mi dâvası olduğu üzerinde, herkes kendi ölçüsüne göre bir ayrı belirleme yapabilir..
Şunu belirtmeliyim ki, o, bizim ilk gençlik yıllarımızdan beri, Kıbrıs Mes’elesi’nin gündeminde daima (Fâzıl Küçük ile birlikte) ön planda bulunmuş iki isimden birisi idi..
Kıbrıs’ın geçmişini bilmeden bugününü ve Denktaş’ı da anlamak mümkün olmaz..
Konunun daha etraflıca anlaşılabilmesi için, önce, Kıbrıs’ın geçmişine kısa birkaç notla değinelim:
Doğu Akdeniz’de, 9 250 km. kare büyüklükte olan Kıbrıs adası, müslümanlar tarafından ilk kez, Emevîler zamanında miladî-665’lerde fethedildi.. O fethi gerçekleştiren deniz seferinde, müslüman ordusuyla birlikte adaya gelenler arasında bir yaşlı hanım da vardır ki, o, Hala Hâtun olarak bilinmekte olup, Resul-i Ekrem (S)’in halası olarak bilinmektedir ve bu gün de, mezarı, Larnaka’da Hala Hâtun Türbesi olarak korunmaktadır..
Daha sonraki asırlarda Kıbrıs adası, Cenevizlilerin eline geçer..
1570 yılında ise, Osmanlı Devleti tarafından, bugünkü İtalya’nın tarihteki köklerinden olan Cenevizlilerden alınmıştır.
Miladî- 1877-78 (Hicrî-Qamerî takvimle 1293) yılında meydana gelen Osmanlı- Rus Savaşı (93 Harbi), ağır yenilgimizle sonuçlanınca ve Rus Orduları, doğudan Erzurum ve çevresine; batıdan da Balkanlar üzerinden, Osmanlı’nın elinde olan Romanya ve Bulgaristan üzerinden taa İstanbul önlerine gelince..
Sultan Abdulhamîd, İstanbul’un Rusların eline düşmesini önlemek için çareler aramaktadır.. İngiltere de, İstanbul’un Rusya eline geçmesini istememekte ve Osmanlı’ya yardımcı olmak istemektedir.. Ama, bunun için de, güçlerini ve donanmasını konuşlandırabilmek için Kıbrıs’ı gerekli görmektedir.. Sultan Abdulhamîd de, o çaresizlik içinde, mülkiyeti Osmanlı’da kalmak üzere, bu adanın intifa / faydalanma hakkını İngiltere’ye bırakmak zorunda kalır..
Ruslar büyük çapta geri oturtulmuştu.. Ama, Romanya bütünüyle kaybedilmiş, Bulgaristan da Osmanlı’ya yarı bağlı bir krallık haline getirilmişti, Berlin Kongresi’nde..
Ama, Sultan Abdulhamîd, İngiltere ile mesafeli bir dostluğu sürdürürken; Alman Birliği’ni sağlayarak, güçlü bir Almanya oluşturan ünlü alman sadrâzamı Otto von Bismarck’la ve Alman İmparatoru II. Wilhelm’le de yakın dostluk kurmuştu..
Abdulhamîd, 33 yıl süren bir saltanat sonunda,1909’da tahttan indirilir ve arkasından Balkan Savaşları faciaları yaşanır ve daha nice geri çekilişler yaşanırken..
1914’de Birinci Dünya Savaşı patlayınca ve Osmanlı Devleti, İngiltere’ye karşı, Almanya’nın yanında yer alınca; İngiltere, Kıbrıs adasını ilhak ettiğini, kendi mülkiyetine kattığını açıklayıverdi.. Osmanlı bu durumu kabul etmemişti.. Ama, savaş, Osmanlı’nın ağır yenilgisi ile sonuçlanınca, Ankara’da yeni oluşan TBMM Hükûmeti adına, M. Kemal, Lausanne (Lozan) Andlaşması’nda, ’Türkiye Hükûmeti, Kıbrıs’ı İngiltere adası olarak telakki eder..’ ibaresiyle, Türkiye’nin bu ada üzerindeki bütün hukukî haklarından vazgeçtiğini kabul etmiş ve Kıbrıs’ı bütünüyle İngiltere’ye bırakmıştı; elbette, o günkü şartların zorlamasıyla.. Tıpkı, Musul eyaletini İngiltere’ye, Batı Trakya’yı Yunanistan’a, Batum’u da Sovyet Rusya’ya bırakmasından olduğu gibi..
Ve 1923’den 1952’lere kadar 30 yıl boyunca Türkiye, Kıbrıs’dan hiç söz etmedi. Hattâ öyle ki, 1951’lerde Kıbrıs Ortodoks Kilisesi’nin başpiskoposu Makarios liderliğinde, Yunanistan’la birleşmek (Enosis) emelini gerçekleştirmek isteyen teşkilat (EOKA) gerillaları ingiliz güçlerinin adadan çıkması için silahlı mücadeleye başlayınca.. Adnan Menderes’in Dışişleri Bakanı (ünlü ) Prof. Fuad Köprülü, ’Türkiye’nin Kıbrıs diye bir mes’elesi yoktur..’ diyebiliyordu. Ama, 1954’den itibaren Menderes, Dışişleri Bakanlığı’na Fatîn Ruşdî Zorlu’yu getirince ve Kıbrıs için, ’taksim’ görüşünü ortaya atınca..
*
Kıbrıs, o zamandan beri, Türkiye’nin en önemli ulusal mes’elesi haline gelmiş ve toplum heyecanlara ve hattâ galeyanlara sürüklenmiştir. Ki, bunların en başında da, Kıbrıs’da müslüman türklere yapılan zulümlere karşısında duyulan hıncı İstanbul’daki gayrimuslimlere yönlendiren ve 1955 yılı 6-7 Eylûlü’nde meydana gelen büyük karışıklık ve yağmalama hadiseleri ve arkasından gelen Sıkıyönetim uygulamaları, sadece Rumlara ve diğer gayrimuslimlere değil, Türkiye’ye de ağır bedeller ödettirince..
Nihayet, 1959-60 Londra- Zurich Andlaşmaları’yla ortaya, Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin garantörlüğünde, Kıbrıs Cumhuriyeti ismiyle bir devlet ortaya çıktı..
Andlaşmayla oluşan bu cumhuriyetin cumhurbaşkanı rûm, cumhurbaşkanı yardımcısı türk olacak ve bütün devlet teşkilatında da rumlar üçte iki, türkler üçte bir nisbetinde temsil edileceklerdi..
Ama, 27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi ile devrilen sivil hükûmetin 10 yıllık başbakanı Adnan Menderes ve Dışişleri Bakanı Fatîn Ruşdî Zorlu, yani Kıbrıs Cumhuriyeti’ne hayat veren bu andlaşmaları imzalayan iki isim de îdam olununca, Kıbrıs konusunu istediği gibi yönlendirmekte Makarios’un eli daha bir açıldı..
Sözkonusu andlaşmalara uygun olarak C.Başkanı Yardımcısı olan Fâzıl Küçük’ün ve diger türk Bakan’ların hükûmet toplantılarına katılmasını zorlaştıran Makarios, sonra da, türk tarafının toplantılara katılmadığını; devlet mekanizmasının işletilmesinin zarurî olduğunu, türk tarafının hükûmet toplantılarına katılmasına kadar, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin rum tarafınca temsilinin BM. Genel Kurulu’nca kararlaştırılmasını istedi ve bu taleb, Mart -1964 başında, BM. Genel Kurulu’nca de kabul edildi.. O sıralarda, türklere karşı girişilen silahlı eylemler daha bir yoğunluk kazanmıştı. Türkiye, halk iradesine dayanmayan zayıf yönetimler ve siyasî istikrarsızlıklar içindeyken, Kıbrıs’da inisiyatifi Makarisos’a kaptırmıştı..
Bu duruma karşı, Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT) adında bir silahlı savunma gücü oluşmuştu, Raûf Denktaş liderliğinde..
Ama, Yunanistan da 1967 yılında gerçekleşen bir askerî darbeyle Albaylar Cuntası’yla huzursuz bir döneme girmiş ve Makarios’la Albaylar Cuntası arasında bir gerilim meydana gelmişti.. Sonunda, 15 Temmuz 1974 gecesi, Atina’daki Albaylar Cuntası’nın adamı olan Nikos Samson liderliğinde, Makarios’a karşı bir darbe gerçekleştirildi ve Makarios kaçtı..
Türkiye, bu durumu bu ada devletinin varlığını tehdid ettiği gerekçesiyle ve adadaki devletin garantör devletlerinden birisi olarak 20 Temmuz 1974 sabahı, Kıbrıs’a çıkarma yaptı..
Ama, adanın tamamında düzeni sağlamak için hakkını haizken ve karşısında da bir ordu yokken, önceden beri sözü edilen ’taksim’ planına göre Kıbrıs fiilen bölündü ve başkent Lefkoşe’nin kuzey yarısı dahil olmak üzere, adanın sadece kuzey ve doğu bülümündeki yüzde 38’lik bölüm, askerî kontrol altına alındı.. (Ki, o durum, hele de AB ve ABD tarafından işgal olarak nitelense bile, gerçekten de işgal değil, Kıbrıs’a şekil veren Londra- Zurich Andlaşmaları’nın Türkiye’ye de verdiği garantörlük hakkı sonucu ortaya çıkan bir yetkinin sonucu idi..)
Temel yanlışlardan birisi de, adanın her tarafında bulunan türklerin, bu askerî kontrol bölgesine çağrılıp, bu bölgedeki rumların da, yerlerinden-yurtlarından güneye sürülmesi idi.. Halbuki, bu, savaşan tarafların dışında, sivil insanların yerlerinden-yurtlarından sürülmesinin hukuk dışı olduğu olduğu şeklindeki genel hukuk kuralına da aykırı idi..
Raûf Denktaş 1967’lerden beri, Dr. Fâzıl Küçük’ün geri plana çekilmesinden sonra, Kıbrıs’daki türk toplumunun lideri konumunda idi.. O, bütün gücünü Türkiye’den alıyor ve Türkiye’yle koordineli şekilde çalışıyor ve siyaset planlamasını da ona göre yapıyordu...
Kıbrıs’ın Türkiye açısından vazgeçilemez önemde stratejik bir konumda olduğunu elbette Denktaş da biliyordu..
Ancak, dünya, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin uluslararası planda diplomatik ve hukukî temsilcisi olarak rum tarafını görüyordu.. Bu durumun diplomasi kurallarına göre böyle olduğunu iyi bilenlerden birisi de, uzun süre Dışişleri Bakanlığı yapmış olan İhsan Sabri Çağlayangil idi.. Nitekim, onun kendisine, ’Uluslararası hukuk açısından elimiz bağlı, oyalayabildiğin kadar oyala, görüyşmeleri uzat, zaman kazan..’ tavsiyesinde bulunduğunu bizzat Denktaş açıklamıştı ve esasen o da uzun süre böyle yapmış ve hele de 1974’lerden itibaren, 2005’lere kadar, 30 yıl boyunca, sadece Kıbrıs’ın değil, Türkiye’nin dışsiyasetini ve hattâ bazen iç siyasetindeki bazı unsurları, özellikle de kemalist-laik kadroları yönlendirmekte oldukça etkili olmuştu.. Ki, bir defasında, bu durumdan Demirel’in bile rahatsız olduğunu ve ’boynumuza bir ip geçirmiş, bizi istediği yöne çekiyor..’ diye yakındığını Milliyet’ten H. Cemal yazmıştı..
Ama Denktaş bununla yetinmedi, Kuzey Kıbrıs’ın ayrı bir devlet olarak ilânının yolunu açtı..
*
Siyasetçilerin iç siyaset hesab ve zaafları, Ken’an Evren’in de diplomasi bilmeyişi, Denktaş’ın işine yarıyordu..
Evet, Kıbrıs Buhranı, bir yılan hikayesine döndükçe ve hele de, 1983’de Kuzey Kıbrıs, ayrı bir devlete olarak varlığını ilan ettikten sonra, uluslararası hukuk tarafından devlet olarak tanınmasa bile, o, kendi söyler-kendi dinler kabilinden dile getirilen bu devlet’i ve onun ’cumhurbaşkanlığı’nı üstlenmişti ve Kıbrıs Mes’elesi’ni şahsî mes’elesi haline de getirmişti.
Ve bunu yaparken de, bütün halkımızın adına hareket ettiğini, bütün halkımızın menfaatini gözettiğini sanıyor olmalıydı.. Ama, bunun böyle olmadığını ya bilmiyor, ya da bilmek istemiyordu..
O daha çok, toplumlardaki belli güç odaklarının asıl etken olduğunu düşünüyor gibiydi.. Özellikle de Lefkoşe Mason Locası’nda birlikte üye olduğu Glafkos Klerides’in de Rum tarafının ve uluslararası hukuk açısından ise, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı olduğu yıllarda, Denktaş, problemi daha başarılı götürüyor gibi bir görünüm veriyor ve bu ’ikili’nin sabah kahvaltılarında birlikte oldukları, Hürriyet’ten anavatandaki kamuoyuna duyurulunca, niceleri, ’Galiba, yavruvatan bu sefer çözüme kavuşacak.’ umuduna kapılıyordu..
Halbuki, bu durum daha bir çözümsüzlük getiriyor ve Denktaş, -TSK’nın 35 bin kişilik askerî gücünün harcamalarından ayrı olarak-, Ankara’dan, yıllar boyu, devamlı, her ay gönderilen 35 milyon dolarlık yardım (yıllık, yaklaşık 425 milyon kadar..) yardımla ’başarılı’ gözüküyordu..
Amaa, Kıbrıs’ın kuzey kesiminde durum böyle miydi?
Durumu bilenler biliyorlardı ki, bu, yıllık 425 milyon dolarlık tahsisat, 200 bin kişilik bir şehir açısından düşünülecek olursa, oldukça büyük bir para iken, hesabı-kitabı, sorulamadığı için, har vurup harman savruluyordu.. Bu bakımdan, ’Kıbrıs bize onlarca Kıbrıs’ı kaybettirdi..’ şeklindeki eleştiriler tamamen haksız değildi ve Kıbrıs’ı terketmek mânasında değil, Kıbrıs’da kurulan yağma sofrası dolayısiyleydi..
Denktaş, sesi çıkabilecek olan ’atatürkçü-laik’ kesimin elitlerine, em. generallere, bürokratlara, bazı sendika ağalarına veya kendisine ihtiyac duyduğu sair çevrelere, Kıbrıs’da uygun fiyatlarla villalar, köşkler, bağlar, parseller verdiren birinci derecede sorumlu idi.. Yazık ki, bütün bunlar da onyıllar boyu sorgulanamadı..
Ve Kuzey Kıbrıs, kumarhanelerin, batakhanelerin, off-shore denilen tuhaf bankacılık işlemlerinin, uluslararası mafiatik ilişkilerin, kara para aklama işlemlerinin merkezi haline gelmişti..
Türkiye’nin askerî kontrolü öncesinde, özellikle de, -şimdi adı Güzelyer olarak değiştirilen- Omorfo’daki münbit limon ve portakal bahçelerinin ürünleri eskiden, Avrupa pazarlarında aranırken, şimdi, buralar tamamen verimsiz hale gelmişti.. Bu durum, diğer ziraî alanlar açısından da farklı değildi..
Bu durum, türk tarafının beceriksizliğinden kaynaklanmıyordu, tabiatiyle.. Bu ürünler Avrupa ülkelerince alınmıyordu, Kuzey Kıbrıs’daki durumu işgal olarak niteleyen AB ülkelerinin kararları gereğince uygulanan ambargo gereği..
Esasen, KKTC denilen ’devlet’in uluslararası posta irsalatı için irtibat bürosu olarak gösterilen yer, yıllarca Mersin’deki bir posta kutusu gösteriliyordu..
Ve daha da acı olan, hergün, sabahleyin, 20 bine yakın işçinin, güneye, rûm tarafına geçip, düşük ücretlerle ’amelelik’ yapmak zorunda kalmalarıydı..
Hele de rum tarafı, Kıbrıs Cumhuriyeti olarak, AB üyeliğine kabul edilince.. Ve AB’nin oldukuça parlak bir görüntü verdiği 7-8 yıl öncelerde, kuzeydeki türk tarafından onbinlerce insanın da, rûm kesiminden, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kimlik ve pasaportunu aldıkları ortaya çıkmış ve sonunda, bizzat Denktaş’ın torunlarının da bu onbinler içinde oldukları ve böylece, Shengen Vizesi denilen ve bütün AB üyesi ülkelerde serbest seyahat imkanına kavuştukları anlaşılınca, Denktaş, gaayet pişkin olarak, ’Elbette alacaklar.. Bu ülke bizim..’ demiş ve bu sözünün, KKTC diye ayrı bir devlet kurulduğu iddiasıyla çeliştiği görüşlerine gülüp geçmişti..
Çünkü, Demirel’in‚ ’Verdiysem ben verdim, kime ne?’ mantığını çalıştırıyordu..
*
Denktaş, ’atatürkçü-laik’ bir kişi olarak, ’28 Şubat 1997’ zorbalığıyla da sıkı işbirliği yapmıştı..
Denktaş, kendi ifadesiyle, ’atatürkçü olan bir aileden gelmesi hasebiyle, halkımızın temel değerleriyle arası, -bazı İslamî cemaatlerin yakıştırmalarına rağmen- hiç de sağlıklı değildi..
Ama, gerektiği zaman, tıpkı, M. Kemal ve atatürkçüler gibi, halkın inancından faydalanmak gerektiğinde, onu da ihmal etmiyordu.. Nitekim, Kıbrıs’a gelen müslüman hey’etlerle görüşürken, ingilizce olarak söylediği ’Turkish Cipriote’ (Türk Kıbrıs) sözünün ’Muslim Kıbrıs’ şeklinde tercüme ettirdiğini bizzat yaşamışımdır.. Keza, aynı müslüman hey’etlere, ’İnşaallah bir gün, Kudüs’de, Mescid-i Aqsâ’da Cuma namazı da kılarız..’ deyip, ziyaretçilerini coştururdu.. Ama, o bu konuşmayı yaptığı gün, 1979 yılında, Müslüman Gazeteciler Kongresi’nin 300 kadar katılımcısının Lefkoşe’deki Ayasofya Camii’nde kıldığı Cuma namazında, sadece Denktaş değil, hemen hiçbir Kıbrıs’lı yoktu.. Yerli türk halkı, namaz kılanları, İstanbul’daki camilerde cemaati seyreden turistler gibi seyrediyorlardı.. Bu hususu, fakîr, topluca yapılan görüşmede‚ ’Bugün Cuma namazında yerli hemen kimse yoktu; Mescid-i Aqsâ kadar, burada da kılınmalı..’ diye hatırlattığımda, son derece bozulmuştu.. (Bunları o zaman, uzun uzun yazmıştım, haftalık Tevhîd dergisinde... )
Ki, sadece kiliselerin değil, câmilerin durumu da içler açısı durumdaydı.. (Geçtiğimiz günlerde, K. Kıbrıs Din İşl. Başkanı Doç. Tâlib Atalay’ın yaptığı açıklamalara göre‚ atatürkçü-laikler ve diğer bazı ateistlerce medyada dillendirilen, ’Kıbrıs’ın camilerle dolduğu’ şeklindeki hayıflanmalara karşı, rakamlarla ilginç bir tablo koymuştu önümüze.. Buna göre, Kıbrıs’da henüz 100 bin kadar müslümanın yaşadığı 1949’da 300 cami varken, şimdi 200 bini aşkın olan bu ’müslüman’ nüfus için, sadece 190 cami bulunuyor..)
Daha da ilginç olanı, rum tarafı, kendi dâvalarını Kilise’nin öncülüğünde yürütürken, Denktaş ve hemen bütün Kıbrıs’lı türklerin sosyo-politik tipleri ve güçleri, atatürkçü-laik temelde, artık iyice tefessüh etmiş resmî söylemlerle yol almaya çalışıyorlardı. hâlâ da öyleler; tıpkı Ermenistan ve Azerbaycan’daki durumda olduğu gibi.. (Ermenistan, kilise’nin öncülüğünde verirken mücadelesini; Azerbaycan , bugünün nice atatürkçülerine bile pess dedirttirecek derecede katı bir laik anlayışla ve ’İslamofobia /İslam korkusu’ saplantısı ile yol almaya çalışıyor..)
Bu arada, TSK’nın 1974 Askerî Çıkarması’ndan sonra değişen bir durum da, içkinin her yerde daha bir alenî olarak, özgürlük adına içilir hale gelmiş olmasıydı. O zamana kadar, içki ancak belirli yerlerde ve sınırlı şekilde içilirken, ’müslüman’ halk arasında bu kötü ve tahrib edici alışkanlığın heryerde daha bir aleniyet kazandığı görülmüştü..
Ve Lefkoşe’nin hemen bütün ana caddelerinin duvarlarında, taa, 1979’larda bile, 1 metre büyüklüğünde kocaman harflerle ’Faşist ordu, defol!..’ yazıları yazılmıştı, solcular tarafından.. Ve onlara kızmak da, kendilerini solun karşı tarafı olarak sağ’da gören bazı müslümanlara düşmüştü..
28 Şubat 1977 zorbalığı günlerinde, yüzlerce hanım kız, İslamî örtüye getirilen ağır baskılardan dolayı üniversitelerini terkedip, K. Kıbrıs’daki üniversitelere gittiklerinde, önce bir kaç ay susup, sonra, o zamanki YÖK kararlarının K. Kıbrıs üniversitelerinde de geçerli olduğunu açıklayan, yine Denktaş idi..
Bu, belki de, etrafını çeviren o ’atatürkçü’ taifenin taleb ve görüşlerini, bütün bir halkımızın taleb ve görüşleri sanmasından kaynaklanıyordu.. Ama,
Hele de ömrünün son yıllarında, şimdi birçoğu ’Ergenekon Dâvası’ndan dolayı tutuklu olan emekli generaller ve ‘ulusalcı’ denilen kesimle birlikte hareket etmeye başlamıştı..
Bunda etkili de olabiliyordu..
Hattâ o kadar ki, Kıbrıs Problemi’nin halli için yeni bir çözüm yolunu açabilir düşüncesiyle hazırlanan ve o zamanki BM. Genel Sekreteri Kofi Annan tarafından hazırlatıldığı için, onun adıyla anılan ’Annan Planı’nı, Kıbrıs’ın rum tarafı kendi aleyhlerinde olacağı gerekçesiyle reddettirmek için çalışırken; Denktaş da aynı planın Kıbrıs’ın türk tarafınca reddedilmesi için vargücüyle çalışmış ve Ankara’dakilerin Kıbrıs’ı rumlara vermek istedikleri, ulusal dâvaya ihanet ettikleri’ gibi ağır suçlamaları, hedefin kim olduğu hissedilse bile, adresi belirsiz adreslere yöneltmekten kaçınmamıştı..
Bunu yaparken de, ’Bizim artık bir devletimiz var, ve bu devleti birileri kabul etsin veya etmesin, farketmez; biz bu devletin, bu bağımsızlığın kıymetini bilmeliyiz..’ demekteydi..
Halbuki, Denktaş da biliyordu ki, Kıbrıs’ın kuzeyinde 1974’den beri Türkiye’nin askerî kontrolü altında bulunan bölgede, ’bağımsız devlet’ diye ilan edilen durumun uluslararası hukuk açısından hiçbir geçerliliği yoktu..
Dahası, 1983’de KKTC diye ve bağımsız devlet olduğu iddiasıyla ilan edilen bu idarî yapı, General Ken’an Evren’in lideri olduğu askerî darbe rejiminin, uluslararası planda da emr-i vâkı’lerle netice alınabileceğini zanneden dar görüşlülüğüyle oluşturulmuş ve Türkiye’nin Kıbrıs’a devlet statüsü veren 1959-60 Londra- Zurich Andlaşmaları’yla sahib olduğu avantajları da havaya savurmuştu.. (Turgut Özal’ın iktidara gelmesinin hemen örncesinde, KKTC ilan edilerek, hareket alanının daraltıldığı ve yolu kesildiği için, Özal’ın Denktaş’a çok kızdığı da bilinmektedir..)
Çünkü, Adnan Menderes’in başbakanlığı sırasında, Türkiye- Yunanistan ve İngiltere arasında imzalanan sözkonusu andlaşmalarla, oluşturulan ve BM. tarafından da teyid ve kabul olunan Kıbrıs Devleti, bu üç devletin garantisi altındaydı.. Ken’an Evren rejmi, KKTC’yi ilan ettirmekle, o andlaşmaları tanımadığını zımnen ortaya koymuş oluyor ve Kıbrıs üzerinde garantör olmaktan kaynaklanan haklarını kendi eliyle ayak altına atıyordu..
Ama, Denktaş, Türkiye dışında hiç kimsenin tanımadığı ve yine uluslararası hukuk açısından tanınması da mümkün olmayan ve tanıyacak başka devletlerin başını ağrıtacağı bilinen bu, ’Ben yaptım oldu’ kabilinden oluşturulan devletin cumhurbaşkanlığına getirilmiş ve o da, 200 bin civarında bir nüfusa sahib olan KKTC’nin Cumhurbaşkanı olarak Türkiye’de her gelişinde, resmî protokolde devlet başkanlarına uygulanan kurallara göre muamele görerek tatmin bulmaya başlamıştı.. (Hatırlayalım, KKTC’yı Pakistan resmen tanıyacak olduğu zaman, bunun Pakistan için başını ağrıtıcı sonuçlar ortaya çıkaracağı bizzat Türkiye tarafından Pakistan’a bildirilerek bu kararı önlenmişti.. Çünkü, uluslararası kurallara aykırı olarak oluşan bir durumu kabul eden devletler de, uluslararası hukuk adına, daha güçlü devletler tarafından suçlanabilmekteydi...
Aynı şekilde, Azerbaycan, 5 sene öncelerde bir yolcu uçağını Lefkoşe’ye, uluslararası açıdan havaalanı olarak kabul edilmeyen Ercan Havaalanı’na indirdiğinde, IATA ’İnternational Air Transport Association / Uluslararası Hava Taşımacıları Birliği’, verdiği bir ültimatomla, bu durumun tekrarı halinde, Azerbaycan’a yapılacak ve Azerbaycan yapılacak bütün uçuşların yasaklanacağı tehdidi üzerine, ikinci bir uçuş yapılamamıştı..)
*
Denktaş’ın gerek C. Başkanlığı ve gerekse Mehmed Ali Tal’at karşısında yenilip kenara konulmasından sonra da, Türkiye’ye her gelişinde, kamuoyuna, yıllarca, ’KKTC’nin kurucu cumhurbaşkanı’ sıfatıyla allanıp pullanarak sunulmasına kendisi bilerek mi âlet oldu, söylemesi zor..
Aslında bu gibi entrikaları farketmiyecek kadar birisi değildi.. Ama, o, ’Ergenekoncular’ denilen malûm taifenin söylemlerine paralel olarak nutuklar çekmekten, ’ulusalcı’ denilen bindirilmiş kıt’aların alkışları arasında, kendisini frenleyemiyor, konferanstan konferansa koşturuyor ve Ankara’da Kıbrıs dâvasını satmak isteyenlerin bulunduğundan dem vuruyordu.. Ve bu görüşleri, tabiatiyle, hattâ nice anlı-şanlı generallerden bile daha çok yankı yapıyordu..
Gerçekte ise, em. generaller ve ’ulusalcı’ veya atatürkçü denilen diğer çevreler, Erdoğan ve hükûmetini yıpratmak için Denktaş’ı kullanmaya çalışıyorlar ve o da, bu kendisi için biçilen bu rolü, bilerek veya bilmeyerek kabullenmiş gözüküyordu..
Bu durum, herhalde, Erdoğan Hükûmeti’ni de rahatsız ediyordu.. Belki, bir Üstün Hizmet Madalyası ile onu yumuşatabilirdi.. Ama, o da frenleyememişti, onu.. O yine, T.C. rejiminin de üzerinde vesayet hakkı varmışçasına, hareket ediyordu‚ ’ulusalcı’ denilen kesimin ve em. generallerin, atatürkçülerin iktidarlarını sürdürmek için her yolu deneyişlerinde olduğu gibi.. Bir ara, o em. generallere yapılan suçlamaları hafifletmek için de beyanlarda bulunmaya başladı, ama, artık o eski gücünü ve güvenilirliğini büyük çapta yitirmişti..
Son birkaça yıldır, o eski dostlarından nicelerinin Ergenekon Dâvası çerçevesinde sorguya ve yargıya çekilmeleri üzerine tamamen yalnız kalmıştı. Kızının dediğine göre, son demlerinde, sık sık, ’Eski dostlor, eski dostlar...’ şarkısını mırıldanıyormuş.. Öyle ya, o em. Gen. Şener Eruygur’lar, Aytaç Yalman’lar, sivil generallerden Kemal Gürüz’ler, Hilmioğulları, Alemdâroğulları, vs. daha niceleri nerelerdeydiler, şimdi?
Bu dostlukların kendisini daha bir bednam eylediğini de düşünmüştür belki, der misiniz?..
*
Evet, Denktaş, bir denektaşı idi; ve kendi dâvasının bir kahramanı idi.. Ama, bu kendi dâvasını, Kıbrıs Mes’elesi’ni kendisiyle özdeşleştirmesinin ötesinde, milletin büyük kesiminin taleb ve emellerine uygun şekilde temsil edip etmediği konusu, bu dünyadan gidişinden sonra da çok tartışılacaktır, herhalde..
Elbette, onu, Kıbrıs rum medyası da, Yunanistan medyası da, ’Kıbrıs’ı işgal ettiren kişi öldü..’ diye duyurdu.. Alman medyasında bile, ’Kıbrıs’da bölünmenin mimarı öldü..’ başlığıyla duyuruldu, ölüm haberi..
Elbette o, Kıbrıs’ın bölünmesinin mimarı değildi.. Kıbrıs’ı asırlarca yöneten müslümanlar, hristiyan halkı, değil yok etmek; hattâ azaltmak gibi bir yöntem bile uygulamamışken, Kıbrıs’da bir avuç müslüman halka tahammül edemeyip onları yok etmek için her türlü kanlı entrikaya başvurmaktan çekinmeyen Marakios, Grivas ve EOKA’cılar ve benzerleri idi, bölünmenin asıl mimarları..
Ama, o, Kıbrıs’ın bütününü de istemiyordu.. Kendisinin ısrarla kimsenin tanımayacağını bildiği halde, Türkiye’nin vesayetinde ayakta kalmaya mahkûm olan bir Kuzey Kıbrıs’da, sadece Türkiye tarafından tanınmakla ayakta durabileceğini hayal ettiği veya kendi hayatı boyunca bununla yetineceğini düşündüğü bir Kıbrıs’ı âdeta kutsamıştı..
*
Kızının medyaya yaptığı açıkladığına göre, son komaya girmeden önce, rum tarafının Kıbrıs Cumhurbaşkanı konumunda olan kişinin adını, ’Hristofyas!..’ diye bağırarak telaffuz etmiş..
Bunun açıklanması, hiç de iyi olmamıştır, herhalde.. Çünkü, o ölüm ânında bile, Hristofyas diye bağırdığının açıklanması, Hristofyas’a ancak puan kazandırır, kendi toplumunda.. Ölümün eşiğine geldiğini anlayınca, ’Bana dua edin de, emanetini alsın..’ diyen bir kişi, daha mânalı sözlerle bitirebilseydi kelamını, keşke..
Denktaş o bağırmanın ardından da, rumca bir şeyler söylemiş.. Kızı, ’rumca anlamıyorum, ingilizce veya türkçe söyle..’ deyince, 'Söyle kendilerine, burası bağımsız bir cumhuriyettir..’ gibi sözler söylemiş...
*
Denktaş, tip olarak Süleyman Demirel’i ve Yahyâ Kemâl’i hatırlatıyordu, bilhassa bedenî görünüş ve cesâmet bakımından..
Yahyâ Kemâl, uzuun hastalık döneminin son demlerinde, ölümünden iki saat önce, Cerrahpaşa Hastanesi’nin hâtırâ defterine, daha önce hiç bir yerde yayınlanmamış olan,
’Ölmek kaderde var, yaşayıp köhnemek hazîn,
Buna bir çare yok mu, Ya Rabb’il-âlemîn..’
beytini yazmıştı.. Denktaş’ın şairliğinin de olduğu söylenirdi..Gönül isterdi ki, o da, böyle bir beyt ile kapatsındı, sözlerini ve gözlerini..
*
17 Ocak günü, Denktaş’ın hayattayken, kendilerini ağır şekilde suçladığı ve ’Kırgın olmak hakkım yok, ama, onların yolundan gitmem..’ dediği Abdullah Gül ve Tayyîb Erdoğan başta olmak üzere, T.C. devlet erkânının en üst kademeleri, sırf, Kıbrıs konusuna verdikleri önem dolayısiyle, onun cenazesine katılıyorlar.
Kıbrıs’lı türkler ise, -herhalde Türkiye’ye özenerek olmalı-, ’Atamazı kaybettik!’ gibi lafları manşetlere çektiler.. Hattâ, onu yıllardır, en ağır şekilde suçlayan Lefkoşe’deki gazeteler bile..
Umarız ki, kendi küçük dünyalarında, kendi çaplarında ve Türkiye’dekiler gibi, bir yeni ’resmî ideoloji ikonu’ veya ’laik kutsal ve dokunulmaz ata’ heykeli yontmazlar ondan..
*
Allah’u Tealâ’nın kulları hakkındaki her türlü tasarrufunun rahmet olduğu inancıyla, rahmetler dileyerek..