Günceler, insanın kendine en tarafsız kaldığı anlardır; olduğu gibidir kişi. “Ruzname” de derler günceye, günlük yani. Güven Erkaya’nın tuttuğu, “Darbe Günlükleri”ni saymasak bu alanda pek fazla günlük olmadığı ortada. Bu kadar darbe geçirmiş, sıkıyönetim görmüş bir ülkede “Darbe Edebiyatı”nın bile oluşması gerekirdi. Şimdilerde 27 Mayıs darbesi görmezden gelinirken, 12 Eylül darbesi ile hesaplaşılmaya çalışılıyor. Yorumlar yapılıyor, konuşuluyor, sinema filmleri çekiliyor. Kenan Evren’in adı silinmeye uğraşılıyor ama kendisi “turp” gibi ortada. Bakalım 28 Şubat’la ne zaman yüzleşilecek; her ne kadar o günün MGK’sında oturan apoletlilerin büyük kısmının ifadesi alınmış olsa da bürokratik oligarşi olduğu gibi duruyor, infazcı ve yargılayıcı kadrolar da.
DARBE GÜNCESİ
1997 yılının çok iyi analiz edilmesi gerekiyor. O yılın ilk günleri… Başbakan Necmettin Erbakan, izin almaksızın kamu, özel ve askerî her türlü yapıyı denetleyebilecek yetkilerle donatılmış “İnsan Hakları Müsteşarlığı” yasa tasarısını hazırladı. Taksim’e cami yapılması gündemdeydi, Ramazan aylarında memurlar için özel Ramazan mesaisi düşünüldü. Sincan’da yapılan “Kudüs Gecesi” etkinliği sonrası 4 Şubat tarihinde Sincan’da tanklar yürütüldü. 10 gün sonra “Şeriata karşı” kadın yürüyüşü yapıldı. Bu yürüyüşten bir hafta sonra “İran terörist devlet muamelesi görmeli.” diyen Org. Çevik Bir, Sincan’dan geçen tanklarla ilgili olarak da; “Demokrasiye balans ayarı yaptık” dedi. 28 Şubat darbesinden bir gün önce Türk- İş, DİSK ve TESK başkanları köşke çıktı. Mesut Yılmaz’ın darbeden haberi olduğu gün gibi ortada, “Bütün kavgaları, anlaşmazlıkları askıya alıp darbe olmasın diye işbirliği arıyorum. Çağrıma yanıt vermeyenler olabilecek kötülüklerin sorumluluğunu üstlenirler.” dedi, durumdan vazife çıkararak. 28 Şubat günü MGK’da 9 saatlik zirve sonucunda, 18 maddelik yaptırım listesi yayınlandı. “Post modern” diye anılan darbe gerçekleşti, sindirilmesi aylar, yerleşmesi yılar sürdü.
DARBE OLMAMIŞ GİBİ YAPMAK
28 Şubat’ta yapılan MGK sonrası Erbakan, 2 Mart günü, “MGK’da tam bir uyum vardı.” diyerek gereksiz bir açıklama yaptı ve ertesi gün Genelkurmay Genel Sekreteri Erol Özkasnak, “TSK, Atatürk’ün kurduğu laik Cumhuriyet’in temel ilkelerini hayata geçirmeye inananlar ve buna gönül verenlerle uyum içindedir. Bunlar dışında kimseyle uyum içinde değildir.” diyerek anında karşılık verdi. Açıklamadan 3 gün sonra 6 Mart’ta Erbakan MGK kararlarını imzaladı. İmzalama olayı sonradan reddedilse de kararlar uygulamaya kondu. İmzanın hemen haftasında Kur’an kursları kapatılmaya başlandı. 26 Mart tarihinde Sağlık Bakanı Yıldırım Aktuna, tüm illere türban yasağı genelgesi gönderdi. Valiler laiklik zirvesi için Ankara’ya çağrıldı.
19 Nisan günü Erzurum Bölge komutanı Tuğgeneral Osman Özbek, başbakana küfrettiği gibi “PKK gibi bunlarla savaşacağım” dedi ve ilerleyen yıllarda şahsın terfisi devam etti. Bu adam şimdilerde aynı dalgacı üslupla Ergenekon sürecini tiye almakta. 27 Nisan günü REFAHYOL hükümetine, Genelkurmay tarafından, 28 Şubat kararlarını tam olarak uygulaması için 1 ay süre verildi. Bursa’da Kur’an kursları kapatıldı, Erzurum’da yurtlar basıldı. 11 Mayıs’ta Sultanahmet’te yüz binlerce kişinin katıldığı devasa bir eylem yapılarak 8 yıllık kesintisiz eğitim protesto edildi. Anadolu’nun dört bir yanı sloganlarla çınladı, bir umut doğuyordu sanki. Bu eylemden sadece 4 gün sonra, Sivas davasında yargılanan 37 masum kişiye, Devlet Güvenlik Mahkemesince idam kararı verildi. Bir hafta sonra Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş, “Türkiye’yi iç savaşa sürüklüyor” gerekçesiyle RP’nin kapatılması için Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu. 18 Haziran 1997’de Erbakan istifa etti. İki hafta sonra, Tansu Çiller yerine, darbeci Demirel sayesinde, 55. Hükümet, Mesut Yılmaz başbakanlığında ANAP, DSP ve DYP’den oluşan koalisyon tarafından kuruldu.
Yeni hükümet kurulunca darbe süreci tam gaz yoluna devam etti. Rektörler hep birlikte irticaya karşı “savaş” ilan ettiklerini açıkladılar. Milletvekilliği transferleri arttı. RP’den ve DYP’den pek çok isim istifa etti. Hasan Celal Güzel: “Çiller, Çoban Sülü’nün oyununa gelerek kurban edilmek isteniyor. Bunun için de birçok milletvekili davar gibi alınıp-satıldı.” diyordu. Genelkurmay, cumhurbaşkanına, hükümete, rektörlere ve gazetecilere güzel güzel brifingler verdi. Sonraki günlerde Yeni Günaydın’ın manşeti dikkatleri çekti: “Komutanlar ‘Tak’ diye istiyor, Anasol-D. ‘Şak’ diye yerine getiriyor.”
SICAK AYLARDA SICAK GELİŞMELER
Ağustos ayı sıcak gelişmelere gebeydi. Yüksek Askeri Şura’da onlarca subayın ilişiği “irtica” nedeniyle kesildi. Sivas davasına hükümlü götüren araca bombalı saldırı düzenlendi. Evet, yol kenarına park edilen aracın patlatılmasıyla cezaevi aracına saldırı düzenlendi, yaralananlar oldu. Yine Hasan Celal Güzel, delikanlı çıkışlarına devam etti, “Yanımda 10 adamım olsa Genelkurmay’ı basardım. Ben bunları karınca gibi görüyorum.” Türkiye’nin her yerinde kesintisiz eğitime kesintisiz protestolar yapıldı. Süreci kaygıyla izleyen Batı Çalışma Gurubu (BÇG) açıklama yaptı: “Sabah namazları çıkışında yapılan gösteriler devam ederse ve irtica tehlikesi sürerse Atatürk ne yaptıysa onu yaparız.” Ve yaptılar da; 16 Ekim günü, “Kudüs Gecesi” davasında yargılanan Sincan eski belediye Başkanı Bekir Yıldız’a 3 yıl 9 ay hapis cezası verilirken, şimdilerde zorba Esed’e açık desteğiyle dikkat çeken Nurettin Şirin’e tam 17,5 yıl hapis cezası verildi.
28 Şubat, üzerinden yaklaşık 10 ay geçtikten sonra devlet politikası için gösterge niteliği taşıyan MGK siyaset belgesi, içerisinde gizli kararnameler de bulunduğu halde, tüm bakanların imzasıyla 98’e girilmeden beş gün önce imzalandı. Bu imzalar atılmadan önce, Türkiye’nin en etkili 10 basın kuruluşundan gazetecilere, kamuflaj giydirilerek güneydoğu gezdirildi. Bu günlerde 28 Şubat sürecini tek elden neredeyse kontrol eden ve demeçleriyle darbe sürecinin işlemesinde bilfiil rol alan Demirel’e, Fethullah Gülen tarafından, “Ulusal Uzlaşma Ödülü” verildi. Bu yaranma çabası boşa çıktı ve aylar sonra Fethullah Gülen’in ülkeyi terk etmesine neden olacak komplo girişimleri yaşandı.
Takip eden aylar içinde, üç yüzün üstünde öğretmen başörtüsü taktığı gerekçesiyle mağdur edildi. Atatürkçü Düşünce Derneği, “İrticaya karşı omuz omuza” mitingi düzenledi. Aynı kadrolar yılar sonra “Cumhuriyet Mitingleri”nde bir araya gelecekti. Haziran ayında İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’nden 11 öğrenci, mezuniyetlerine 1 hafta kala okullarından atıldı. 19 Haziran’da, 22 Haziran’a kadar sürecek olan “Başörtüsü İçin Özgürlük Yürüyüşü” yapıldı. Bilânço ağırdı; Haziran ayının sonlarına gelindiğinde 3.500 öğretmenin başörtüsü nedeniyle görevden alındığı bildiriliyordu. Yüzlerce kaymakamın ve onlarca valinin yerinin değiştirildiği vakitlerde Anadolu’nun dört bir yanında başörtüsü yasağına karşı “Özgürlük İçin El Ele” eylemi gerçekleştirildi. Yüz binlerce insanın el ele verdiği eyleme, birçok yerde polis müdahalesi oldu ve yüzlerce kişi gözaltına alındı. Demirel: “28 Şubat kararları yürürlüktedir ve yeniden kurulacak hükümetin en önemli görevlerinden biri olacaktır.” dediği günlerde, “Askerler üslûbumuzu beğeniyor” diye ordunun gözüne girmeye çalışan FP lideri Recai Kutan’a cevap ışık hızıyla geldi: “TSK üslup yerine görüşlere, fikirlere ve eylemlere önem atfeder.” Askerler kararlıydılar ve kendilerine karşı yaranma çabalarını anında tersliyorlardı ama siviller bir türlü ders almıyordu.
YÖK, başörtüsü eylemine katılmakla suçlanan Dursun Odabaş’ın da aralarında bulunduğu 3 dekanı meslekten çıkardı. Dekanların akademik unvanları da ellerinden alındı. 1998 yılı Demirel’in: “28 Şubat’ı unutmayın... Dünden ders alın... Dün şaka değil.” demesiyle bitiyordu. Sonraki aylarda Malatya’da başörtüsü eylemine katılanlara idam cezası istendi, İHL’lerden öğretmenler sürüldü, cami imamları tutuklandı, Org. Kıvrıkoğlu, süreci ifade eden derin mesajlar verdi: “28 Şubat bir süreçtir. İrtica tehdidi bin yıl sürerse 28 Şubat da bin yıl sürecek.” Tuğgeneral Yalçın Işımer: “Arap kafalı adamları, Atatürk’e dil uzatanları belleyeceğiz. Türkçe ninnilerle büyüdük, dualarımız da Türkçe olacak.” gibi temennilerde bulunuldu, küfürler edildi.
DİRENİŞ GÜNCESİ
Darbenin olduğu yerde direniş de olur/olmalıdır. 28 Şubat sürecinde Türkiye’nin pek çok yerinde direniş yaşandı, Sivas’ta İlahiyat Fakültesi öğrencileri, 1 yıl kayıt yaptırmadılar ve toplu olarak okullarını uzattılar. Başka üniversitelerde de benzer gelişmeler yaşandı. Yüz binlerce insan sokakları doldurdu, istikrarlı olmasa da muhalif bir çizgi oluştu ama takip eden yıllarda mukavemet azaldı, belirli dar alanlara hapsoldu. Direnişin en güçlü olduğu, 97 ve 98 yıllarını içine alan tek hatırat, Ayşe Gül Çetin tarafından yazıldı. Önce Haksöz Dergisi’nde tefrika edilen ve Ekin Yayınları’nca eylemliliklerin devam ettiği zamanlarda, sıcağı sıcağına basılan (Nisan 1998) “Direniş Güncesi”, tam bir “vakayiname” olarak tarihimizdeki yerini aldı.
Henüz yirmisine basmamış kızların, erkeklerin direnme azimlerini, ruh hallerini anlatır bu metinler. El bebek gül bebek büyütülmüş, azar nedir görmemiş gençlerin, jopla karşılaşmasını, gözaltıları, biber gazlarını, fişlemeyi anlatır bu notlar. Edebi değerinin çok ötesinde bir değere sahip olan kitap, İDKAM’ı, Hukukçular Derneği’nin aktif yıllarını, Selam Gazetesi’ni, Macide Göç ablanın gayretlerini hem de fotoğraflar eşliğinde saklar sayfaları arasında.
25 Eylül 1997 ile 16 Mart 1998 tarihlerini içine alan “Direniş Güncesi”, bir eğitim yılına ışık tutuyor, kayıt altına alıyor… İlk gün önemli tespitler yapılıyor günlükte; sürecin azalmayıp artacağı ve kuşatıcı olacağı vurgulanıyor. Saldırıların okulların açılmasıyla birlikte çok daha geniş bir alana yayılacağı ve hem öğretmen, hem de öğrenci düzeyinde yoğun bir başörtüsü yasağının gündeme geleceği beklenmelidir diye not düşülmüş ve eklenmiş, “Müslümanlar olarak bu yeni dönemde kimliğimizin, onurumuzun ve İslamî direnişimizin bir simgesi olan başörtüsüne karşı yönelebilecek saldırılara karşı şimdiden duyarlılık geliştirmeliyiz… Mazlumiyet kaderimiz değildir ve direnirsek olmayacaktır da.” Sonraki günlerde evden ayrılan bir öğrencinin hislerine, okula varışına ve sürecin henüz başlamamış olmasına tanıklık ediyoruz
DARBE SÜRECİNE KARŞI HER GÜN DİRENİŞ
Günce başlıyor… 30 Eylül 2007 günü başörtülü kayıt yapılmadığı öğrenilince, kayıt yaptırmayıp direnişe geçme kararı alınıyor. Bu sayfada, rahmetli Macide Göç ablanın başını çektiği kortej görünüyor; insan bir tuhaf oluyor. Macide Göç, mücadeleyle geçen ömrünü gene mücadele içinde noktalamış, Müslümanlara ulaşmak için çıktığı yolda canını vermiş bir insandır, sabikûnlardandır.
2 Ekim günü “İslam’a hizmet” etiketiyle teslimiyet sürecine önden dâhil olan grupların verdiği moral bozukluğu hissediliyor; nerede hissedilmedi ki? Ailelerde, “kızım ne olur ki bir fotoğraftan?” diyenler ne kadar can sıkıyorsa, “sonuna kadar yanınızdayız” diyenler de o kadar moral veriyor çocuklara. 6 Ekim günü, rektörle konuşma talebi reddedilmekle kalmıyor, adam: “Ben var oldukça bu yasak olacak” diyor. Ayşe Gül Çetin, tak diye cevap veriyor güncede: “Zulüm var oldukça direnerek var olacağız.” diyerek “Hoş geldin Direnişe” adlı metni ekliyor sayfasına. Ertesi gün, ilk basın bildirisi okunuyor. Av. Şeyma Dövücü ve İHD’den Ali Yılmaz’ın açıklamaları notlandırılıyor.
8 Ekim, artık aktif direniş söz konusu. Dövizler açılıp sloganlar atılıyor. Fatma Candan Günaydın, burada yaptığı açıklamada önemli bir tespitte bulunuyor: “Başörtüsü yasağının 28 Şubat’ın bir ürünü olduğunu ve buradaki mücadelenin de sadece bu yasağa değil, aynı zamanda bu yasağı üreten darbeci zihniyete karşı verilen onur mücadelesidir”
11 Ekim, Başörtüsü Komisyonu’nun istişare toplantısı için Ankara’da kızlar. Ertesi gün Ankara’da da direniş kararı alınıyor. Bir hafta sonra, Dekan Yardımcısı çok net konuşuyor: “Karar siyasidir. MGK’nın sonucudur. Kesinlikle bu yıl okula alınmayacaksınız.” Cuma çıkışı büyük eylemler yaşanmış ve Çetin not düşmüş: “Sadece duymaya çalıştım onurlu sloganları” diye.
20 Ekim, Bursa’da direnme kararı alıyor. 22 Ekim, yağmurun, çamurun içinde insanlar haykırıyor, eylemler devam ediyor. Ertesi gün akşam 7’de eylemler tekrar başlıyor; bildiriler okunup dualar ediliyor. 24 Ekim, Cuma günü, toplanma günü, cem günü. Artık hiçbir Cuma, eylemsiz geçmiyor. Bir hafta sonra, meşhur meşaleli eylem yapılıyor. Akşam karanlığı meşalelerle deliniyor ve “Bir avuçtuk biz” adlı marş söyleniyor.
Kasım ayı da direnişle, eylemliliklerle, Anadolu’nun farklı yerlerinden gelen insanların destek turlarıyla geçiyor. Bu ayda artık problemin kamuoyuna duyurulduğu düşünülüyor. Suç duyurusunda bulunuluyor, programlar düzenleniyor. Nurettin Şirin’e ve Sivas davası sanıklarına verilen ceza haberleri ulaşıyor ve eylemler devam ediyor. Aralık ve Ocak bu minvalde geçiyor.
Şubat ayı bol bol afiş asılmasıyla başlıyor: “Başörtüsü demokratik bir hak değil, Allah’ın emridir!”, “Alem dar oldu sana Alemdaroğlu” , “En çok isminin anıldığı yerde hukuk nerede?”
20 Şubat 2008 günü direniş üst noktada. 79 Müslüman gözaltına alınmış. ABD protesto edilmiş. 4 gün sonra “faşist düzene karşı, devrimci tavrı kuşanan öğrenciler”in de desteklediği büyük eylemlerde coplar havada uçuşuyor, çatışmalar yaşanıyor ve pek çok gözaltı gerçekleşiyor.
Ertesi gün (25 Şubat), eylemlilikler daha da kitleselleşerek devam ediyor. Kortejler oluşturuluyor. “MGK tehdidi, yıldıramaz bizleri!”, favori slogan. 26 Şubat’ta yine meşhur bir görüntü: Cerrahpaşa’dan ve Çapa’dan öğrenciler, beyaz önlükleriyle fakültelerinden Beyazıt’a kadar yürüyüş yapıyorlar. Bir gün sonra, Direniş Günce’sinin 79. sayfasında yer alan fotoğraftaki eylem yaşanıyor; aynı zamanda kapak fotoğrafı. Eylemlilik üst düzeyde. Binlerce kişinin destek verdiği, organizasyonun oturduğu tarihi günler. Cadde trafiğe kapanmış, üniversiteden hocalar da destek vermişler. “Konvoyun başı Aksaray’da iken, henüz Beyazıt’tan yola çıkmayanlar var. Bu müthiş bir şey!” diyor Ayşe Gül Çetin, tarihi günlerin tanığı olarak. 28 Şubat direnişi devam ederken, yazarın annesi arıyor: “Kızım televizyonda gördüm, çok kalabalık. Ezilirsin, dikkat et e mi”
2 Mart’ta Grup Yorum eylemi desteklemeye geliyor, marş söylüyor, sonra Müslümanlar da başlıyor (o zamanlar Grup Yürüyüş yok tabii): “Alev alan ateş söner mi hiç/Özgürlük türküleri biter mi hiç” diye. Mart boyu eylemler tam gaz devam ediyor. Başka şehirden gelen destekler, basın açıklamaları ama bir yandan da dönüşler; Cerrahpaşa 4. sınıf öğrencisi bir bayanın evine dönmesi üzüyor insanları. 13 Mart’ta brifing sırası rektörlerde. Direniş devam ediyor ve yazar güncesinin sonuna şu notları düşüyor:
“Halka rağmen, kendi yasalarına rağmen konan yasak, göğsümüze bastırdığımız kitaplarımızla bizi üniversite kapılarında bırakıyor. Kimliğimiz-inancımızla yoğurduğumuz hayaller “öğretmen olacaktım”, “doktor olacaktım” cümlelerini düğümlüyor dudaklarımızda. Direnişe dönüyor hayallerimiz. Sloganlara dökülüyor taleplerimiz. Sloganlara fikirlerimiz… “Zulme karşı direneceğiz!”, “başörtüsü onurumuzdur, koruyacağız!” … “La tahzen! İnnallahe meâna!” Şüphesiz O Bizimle”
Bir umut dileği, Mevlâ’ya havale edilmiş. Böylece nihayete eriyor günce ama direniş durmuyor. Birkaç yıl daha devam eden mukavemet, sonrasında zayıflıyor, ince bir çizgi olarak varlığını devam ettiriyor. Sıkıntılar, problemler ve çözülmeler yaşanıyor. Herkes bir yanından etkileniyor sürecin. Sanal âleme de yansıyan farklı farklı izler var. Bu enytrylerden (entry: giriş ya da girit, e-sözlüklerde kullanılıyor) birinde bakın 28 Şubat sürecinde bir öğrenci ne yazmış: “17 yaşında bir lise talebesiydim. Dünya tatlısı bir tarih hocamız vardı. Bir sınavda kopya çeken öğrenciyi sınıftan attı. Çocuk tam kapıdan çıkarken okkalı bir küfür salladı hocaya. Kadının gözleri doldu, öylece çöktü kaldı masasında. Şövalye ruhum ayaklandı ve kendimi kantinde çocuğu döverken buldum. Doğal olarak disipline gönderildik. Eleman öğretmene küfür ettiği, ben de onu dövdüğüm için birer hafta uzaklaştırma cezası aldık. Üç gün geçmeden gelen bir telefonla okula çağrıldım. Okuldan ayrılmam gerektiği söylendi ve başka bir okula gitmek zorunda kaldım. Çocuğun cezası ise kaldırılmıştı. Meğer bizim eleman "öğretmen Atatürk ile ilgili ağza alınmayacak şeyler söyledi ve belli bir siyasi görüşün (aşırı milliyetçi) temsilcisi olan bir öğrenciye beni dövdürdü...” mealinde bir dilekçe yazıp, kendi cezasını kaldırıp beni okuldan atmadıkları takdirde bu dilekçeyi jandarmaya (ne alakası varsa) göndermekle tehdit etmiş. Okul müdürüne, "iyi de bunların gerçekle hiç bir alakası yok!" diyecek oldum ama o dönem gerçeklerin çok da fazla bir şey ifade etmediği söylendi bana. Korkaklığın, adaleti ve gerçeği önemsememenin leş gibi kokusu doldu burnuma... İsteselerdi de kalmazdım artık o okulda, ayrıldım.”
Bir tane daha:
“İmam olan tanıdığımızın evine bir gece baskın yapılıyor. Gerekçe şu: Hizbullahçı. Sonra aylarca şüpheli olduğu gerekçesiyle mahkeme tarafından hakkında açılan dava sonuçlanana kadar hapislerde kalıyor. Aylar sonunda suçsuz olduğuna karar veriliyor. Sonradan öğreniliyor ki meğer ateist bir lise öğretmeni Hizbullahçı diye çeşitli(?) yerlere haber salmış. Sonuç mu? Darmadağın edilmiş bir hayat, memuriyetten men edilme, sorgulardaki işkencede kırılmış dişler, kaburgalar...”
Hiçbir darbe modern olamaz; hele post modern hiç. Darbeler, asker mantığı gibi düzdür; dümdüz. Uganda’da darbe yapan bir albayla, Türkiye’de darbe yapan bir orgeneral aynı zihniyete sahiptir. Her ikisinin de insana ve nesneye bakışı aynıdır; düz, dümdüz. Esneklik büyük günahtır; kırbaçlık!
Genelkurmayın çağrısıyla, Anayasa Mahkemesi’nin, Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin, Batı Çalışma Grubu’nun, Danıştay’ın, Yargıtay’ın, HSYK’nın, üniversite yönetimlerinin, Medyanın, STK’ların bir araya geldiği ve adeta “kurumlar ittifakı”nın gerçekleştirildiği “etki”ye, aynı güçte bir “tepki” oluşturulamadı Müslümanlar tarafından. Salih ameller işlendi, yer yer inisiyatif alındı, bireysel bedeller ödendi, dik durulmaya çalışıldı. Ama uzun soluklu direnişler yaşanmadı, mağdur durumda olan insanların büyük kısmına sahip bile çıkılmadı ve tüm yaşananların ifşa edildiği bir iki kitap dışında eser bile üretilemedi.
SONUÇ
28 Şubat darbesi, halkın ve özelde İslami kesimin reflekslerini ve kabiliyetlerini ölçmek için yapılmış bir “el-ense” hareketiydi. Türkiye denen hamurun, daha ne kadar su kaldıracağını hesaplayan üniformalılar, hazırlıklarına başladılar. Mühimmatları özenle yerleştirip güzel güzel plânlarına koyuldular. “Ay ışığı”, “Eldiven”, “Sarıkız”, “Kafes” ve en son “Balyoz” gibi seçkin darbe taslakları hazırladılar. 28 Şubat sürecinin akabinde, 5 yıl sonra büyük, kanlı-canlı, hakkını vererek, post-most diye edebiyat yapmadan, camileri patlatıp, halkı birbirine kırdırıp, yüz binlerce kişiyi stadyumlara toplayacak, karşıt gazetecileri halledip, yandaş gazetecilerle hem dem olunacak esaslı bir darbenin izine düştüler, ama olmadı; Müslümanların sayesinde değil tabii. Darbeler, kendi içlerinden bu vicdansızlığı sindiremeyen insanlar tarafından ele verildi, halkın gücünü arkasına alan iktidarın dik durmasıyla da önlendi. Şimdi de siyasal alanda hesaplaşılıyor.
28 Şubat sürecinden ve içinden geçmekte olduğumuz vakitlerden çıkaracağımız onlarca ders var. Özeleştiriden kaçınmayarak bunlarla yüzleşmeli, kararlar almalı ve bu kararlar çerçevesinde bedel ödemekten çekinmeyerek hareket etmeliyiz.
Macide Göç abla ile birlikte 2003 yılının Temmuz ayında yolda can veren, başörtüsü direnişçisi Özlem Hicran Özyurt’u da burada anmalıyız. O, vefat etmeden 6 ay önce Haksöz Dergisi’nde yazdığı yazıda, aslında söylenmesi gereken pek çok şeyi söylemiş ve sürece karşı oldukça net bir tavır takınmıştı:
“Başörtüsü, her tür ifsada, baskıya ve zulme karşı inancını omuzlarında taşıma yürekliliğinde olan Müslüman kadının kimliğidir. 28 Şubatlar hep olacaktır, yasaklar da. Ama vahyin doğrularını Rahman'ın buyruklarını taşımaya gönüllü bizler de hep olacağız. Kirlenmişliğe, ezilmişliğe, sömürüye karşı ve cahiliye zincirlerini kırmak için takvayı kuşanarak direnmeyi seçeceğiz. Evet, "Başörtüsü bir simgedir!". Küresel emperyalizme, küresel kuşatmaya ve küresel saldırılara karşı küresel bir direnişin simgesi.’ ”