Mısır'da Tahrir Meydanını dolduran laik-sosyalist-liberal-ulusalcı koalisyonunun, orduya yönetime el koydurma stratejileri sonunda başarılı oldu. İki yıl önce yaptıkları devrimle çelişerek ülkeyi askerlerin postalları altında yeniden ezdirdiler. Mısır tarihinde yapılan ilk özgür seçimlerle meşru bir şekilde işbaşına gelmiş cumhurbaşkanını, askerlerin atadığı bir teknokrat kuklaya yeğlediler. İslamcı bir iktidarın kendi özgürlük alanlarını daraltması ihtimaline karşı tüm halkın özgürlüğünü ortadan kaldırdılar. Halkın, diktatöre, onun güçlü ordusuna, baltacılara rağmen kazandığı özgüvenini tankların altına attılar.
Mısır'daki olayların gezi parkı eylemlerinin sonrasında gerçekleşmiş olması ve Tahriri dolduran kitle ile Taksimi dolduran kitlenin aynı genleri taşıması bir çok tartışmayı beraberinde getirdi. Daha fazla özgürlük, demokrasi, insan hakları diye yola çıkan Tahrir’in darbe üretmiş olması aynı talepleri dillendiren Gezi eylemcileri ve eylemleri için benzer sonuçlar doğurabileceğini gündeme getirdi. Türkiye’nin sosyalist, liberal ve ulusalcı kesimleri, Mısır’daki askeri müdahaleden sonra kendilerinin darbeci olmadığını kanıtlamak adına “asker sokağa inse tankın önüne ilk biz çıkarız” şeklinde cümleler kurmaya başladılar. Acaba gerçekten darbeye karşı sokağa çıkarlar mı?
Sol-ulusalcı-liberal kesimlerin kendi içlerinde darbeler konusunda farklılıklar olmakla beraber kategorik olarak darbelere karşı çıkmadığını bilmemiz gerekir. Özellikle ulusalcı kesimin darbeye karşı çıkmak şöyle dursun Ergenekon ve Balyoz dava süreçlerinde gördüğümüz gibi bizzat darbenin içinde, müdahalenin hazırlayıcısı olduklarını görürüz. Liberallerin durumu ise konjektürel olarak değişmekte. En önemlisi liberal kesim örgütlü değil. Bireysel tepkiler verebilmekle birlikte, etki alanları dar-sınırlı olabilmekte. Batılı güç odaklarına teşne olanlar, tavır almak için dışarıyı gözetlemekte. Özgürlük alanları, entegrasyon, kapitalist ekonomik politikalar, uluslar arası ilişkiler bağlamında durdukları zemin belli bir süre sonra değişebilmekte. Moda tabirle “omurgalı” olanlarının tavrı ile elastik bir kişiliğe ve fikre sahip olanların tavrı arasında yüzde yüz fark var.
Sol içinde ise çok küçük bir kısmı dışında darbelere özellikle mağdurun İslamcılar olduğu müdahalelere “amasız” tavır sergilenmediğini görürüz. Çoğunlukla darbeye karşı söylem geliştirmek için darbeyi yapan asker ile müdahaleye maruz kalanın ideolojik duruşuna bakılmakta. Cunta eğer sol tandanslı ise bu bir devrim, faşist- sağ ise “gerici diktaya” müdahale olarak ele alınmakta.
Bu bağlamda, 27 Nisan e-muhtırasında solun aldığı tavrı hatırlatmak isteriz. Özellikle bugün gezi parkı eylemlerinde en önde boy gösteren sosyalist partiler 27 Nisan muhtırasına “iki ucu pis değnek” örneğinden hareketle kendilerini ne seçilmiş iktidarın yanında nede muhtıra yayınlayanların yanında konumlandırdılar. Peki bu üçüncü yolcu, orta yolcu tavrın suyu son kertede nereye aktı? Tabi ki güç kimde ise onun tarafına. Aradan çekilip “yesinler birbirlerini” diyenler tankı ve topuyla darbe yapan ordunun kazanacağını bilmiyor değiller. Solun bu tavrı tersinden muhtıra veren asker için, düşmanı teke indirip, ezmek daha kolaylaşmış olduğundan dolayı sevindirici- beklenen açıklamadır. Cumhuriyet mitinglerini gerçekleştiren ve “ordu göreve” pankartları taşıyan ulusalcı kesimin darbe karşıtı olup olmadığını tartışmaya gerek bile yok.
Benzer durumu 28 Şubat post-modern darbesinde de yaşamadık mı? Aynı sosyalist kesim duvarları “ne şeriat ne darbe” afişleri ile donatıyordu. Darbe karşısında tavır almak şöyle dursun şimdinin TKP’sı zamanın SİP’i üniversitelerde Müslümanlara saldırıyordu. Ulusalcı kesim nerdeydi? Darbenin sivil uzantıları olarak BÇG’nın gönüllü neferleri olarak çalışıyorlardı. Tam bir paramiliter örgüt gibi. Bu süreçte bazı liberal kalemlerin darbenin karşısında tavır takındığına şahit olduk. Bunun değişken olduğunu, karşılıklı beklentilerin karşılanması ile değişip hemen farklı tarafta yer alındığını 27 Nisan muhtırası ve Ergenekon sürecinde hep beraber yaşadık.
Kendilerinin birebir hedef olduğu 12 Eylül darbesinde bile bir-iki örgüt dışında solun darbelerin ertesi gününde “sokaklarda tankların önünde durmak” yerine gizlenmeyi tercih ettiklerini biliyoruz.
Bu tarihsel arka planı da göz önünde bulundurarak Gezi Parkı eylemcilerinin yada Taksim Platformunun şuan ki iktidara yada İslamcılara karşı bir askeri müdahalede nasıl tavır alabileceklerini az çok kestirmişsinizdir. Başbakanı “diktatör” ilan edip, sonra “hükümet istifa” diyerek sokağa inmiş bir hareketin diktatör kabul ettiği bir adamın iktidarda kalması için “darbecilere karşı direniriz” söylemi tam aldatmacadır. Aslında bu mantıksız durum ideolojik ilkesellikle de açıklanamaz. Kaldı ki Mısır örneği bu paradoksal durumun aslında normalde gerçekleşmeyeceğini göstermiş oldu. Tahrir devrilmesini istedikleri “diktatörün” gitmesini havai fişek gösterileri ile kutladı. Altı çizilmesi gereken diğer bir durum ise, bu eylemlikleri yapanların oluşturdukları kaos ve yönetemezlik ortamının kime yarar sağlayacağı sorusudur. Eylemlerin gidişatının ekonomik olarak ta ülkeyi bir buhrana sürükleme riskini, eylemlerin başarısı olarak telakki edenlerin nasıl bir ortam hazırladıkları sorulmalıdır. Peki cevabını bildiğimiz soruyu tekrar soralım. Siyasilerin ülkeyi yönetemediği bir konjektürde kim yönetimi üstlenmekte?
Kendi aralarında bölük pörçük bir görüntü veren, bir araya gelip eylem birlikteliği yapmak için tek ortak noktasının düşman olarak gördükleri kişi ve partinin al aşağı edilmesi olduğunu görüyoruz. Birlikteliğin başarısının sonrasında, yapılması gerekenler konusunda hiçbir konsensüs sağlanamadığının farkında olduğumuzdan “darbeye karşı çıkarız” demelerinin gerçekleşme olasılığı kendiliğinden ortaya çıkmakta. Sözde devrimciler önce kendi devrimlerinin rengine ve yönüne karar verememişken “karşı devrimci” harekete destek olmalarını beklemek safdillik olur.
Düşmana karşı sokakta binler yada on binler, darbeye karşı onlar yada yüzlerle mi ? Burada asıl can alıcı soru ise şu. Bu eylemliklerin darbeye yada askeri müdahaleye zemin hazırlayabileceğinin farkında olanlar, neden darbe sonrası için şimdiden konumlanmak gereği hissediliyor? Sorunun cevabı kendilerinin askere ortam hazırladıklarının bilincinde olduklarından olabilir mi? Böyle olsa bile biz karşı çıkarız, siz merak etmeyin, bizi destekleyin denilmek isteniyor.
Suriye’de darbeyle işbaşına gelmiş, belli bir azınlığa sırtını dayamış, geçmişte Hama’da binlerce insanı katletmiş, bugün tüm Suriye’de yüz bin insanın ölümüne neden olmuş bir diktayı, cuntayı, diktatörü savunan, onun yanında olduğunu her defasında bildiren Sol-Ulusalcı kesimden darbeye karşı olmayı beklemek hayal olur. Bunu birde, Suriye de dikta Baas rejimini, katil Esad yönetimini değil de halkın rejime karşı direnişine karşı duran, onu emperyalistlerin oyunu olarak algılayan, irtica-gericilik söylemini dillerinden düşürmeyen, Türkiye’de İktidarı bu vahşete karşı durduğu için eleştiren, Baas’ı aklayıp akan kandan Erdoğan’ı sorumlu tutan anlayışını eklediğimizde artık tablo netleşmekte. Çünkü bu gün darbeye karşıyız diyenlerin, darbeleri aklamak için, yanında yer almak için, yada en hafifinden tarafsız kalmak için zihinlerinde oluşturdukları argümanları biliyoruz. Kaldi ki bu tablo darbeye direnmekten daha vahim. Bir ülkede yüz bin insanın öldürülmesi sessiz kalıp, katil diktayı destekleyenlerden “darbeye karşı ” çıkmasını mı bekleyeceğiz.
Darbeye karşı olmanın mahiyetini de konuşmak gerekir. Mesela sokağa çıkıp direnmek ve mücadele etmek midir bu karşı duruş, yoksa basın bildirileri ile telin etmek mi? Binler on binlerle hatta Mısırda olduğu gibi yüz binlerle sokağa çıkmak mı? Yoksa örgüt temsilcilerinin oluşturduğu 40-50 kişiyle basın açıklaması okumak mı? Mısır darbesi karşısında sol-ulusalcı kesimin takındığı darbe şakşakçılığını, liberallerin Mursi’yi ve Müslüman Kardeşleri hatalı gösteren, darbecileri aklamaya dönük yaklaşımlarını, Gezici tayfanın bu darbeyi kullanarak askeri değil sivil iktidarı açıkça tehdit etmesi darbeler karşısında Müslümanların yalnızlığını ortaya koymaktadır. Küresel kapitalist sermaye, Emperyalistler güçler, Körfezin işbirlikçi diktatörleri, katil Esed rejimi, Siyonist İsrail ve Avrupa Birliğine kadar uzanan geniş bir yelpazede birleşen Siyasal İslam-İslamcılık karşıtları darbe desteğinin küresel ayağını oluşturmakta. İslamcıların başta Ortadoğu olmak üzere tüm İslam coğrafyasında iktidarda olması yerli işbirlikçileri olduğu kadar bu bloğuna rahatsız etmekte. Dolayısıyla içte ve dışta darbelere karşı Müslüman halkların birbirlerinden başka dostları olmadığı ortaya çıkıyor.