Formül belli: “Memleket uçurumun kenarına geldi” de darbe yap...
Baktın memleket bir türlü uçurumun kenarına gelmiyor, bu kez cunta kur, provokasyon yap, memleketi bizzat uçurumun kenarına getir ve “Memleket uçurumun kenarına geldi” diye yine darbe yap...
Bir kere kurt kuzuyu yemeye karar vermişse bahane bulur: Gözünün üstünde kaşın var der, suyumu bulandırıyorsun der, boyunu-bosunu beğenmedim der, bahane mi yok?
Darbe cuntaları da bahane buluyor: “Memleket uçurumun kenarında”... Öyleyse gelsin 27 Mayıs (1960), 12 Mart (1971), 12 Eylül (1980), 28 Şubat (1997), 27 Nisan (sanal darbe 2007)... Arada darbe teşebbüsleri, cunta planları filan...
Darbelerin gerekçesi ne olursa olsun, özünde millet iradesine tepki yatıyor: Düpedüz, “Seçtiklerinizi beğenmiyoruz” anlamına geliyor. “Ya beğendiğimiz partilere oy vereceksiniz, ya da darbelere katlanacaksınız” demeye getiriyorlar.
Millet de onların beğendiğini bir türlü beğenmiyor, bu yüzden darbelerden, cuntalardan bir türlü kurtulamıyor. Bu bakış açısı bugüne mahsus değil. Osmanlı asırlarında, askerler, siyasete yüz on civarında müdahalede bulundular. Her müdahalenin arkasından istikrarsızlıklar ve krizler geldi. Fakat hezimeti kimse üstlenmedi, ortada kaldı.
Vaktiyle, “memleketi uçurumun kenarına getirdi”ğine inanan genç subaylar, İttihad ve Terakki şemsiyesi altında birleşip önce Sultan Abdülhamid’i tahttan indirdiler (27 Nisan 1909). Onun gitmesiyle işlerin yoluna gireceğini, memleketin kurtulacağını sanıyorlardı.
Büyük bir hata yaptıklarını anlayınca, bu kez eski işbirlikçileri İttihad-Terakki’ye baş kaldırdılar. “Halaskâr-ı Zabitan=Kurtarıcı Subaylar” teşkilatını kurdular. Vatanı bu kez de İttihatçılardan kurtarmak için, dağlara çıktılar.
Ne hikmetse müdahalelerin gerekçesi de bir birine benziyor: Askerler hep “Uçurumun kenarına gelmiş vatan”ı kurtarmaya geliyorlar.
Gelmek için de memleketin uçurumun kenarına gelmesini pek beklemiyorlar doğrusu; bir şekilde getiriyorlar (Vaktiyle bir general, 12 Eylül müdahalesini kastederek, “İhtilal olgunlaşsın diye bir yıl bekledik, çok kan aktı” demişti).
Dedim ya, gerekçeler de çok farklı değil: “Halaskâr-ı Zabitan” grubunun yayınladığı gerekçe ile 12 Eylül’de (1980) General Kenan Evren’in yayınladığı, yahut 27 Nisan’da (2007) Genel Kurmay’ın internet sitesinde yayınlanan “gerekçeler” arasında yalnızca zaman ve üslup farkı var. Ortak noktaları, öteden beri bazı subayların, durum iyi olsa bile, Türkiye’nin “uçurumun kenarına” geldiğine inanmaları ve kurtarmaya kalkışmalarıdır (Ama Osmanlı’dan bu yana yüz on küsür kez kurtarılmış bu ülkenin hâlâ kurtarılmaya muhtaç olduğuna inananların bulunması, çok gariptir. Ayrıca, yüz on defa uçurumun kenarına gelen bir ülkenin bir kere bile olsun uçuruma düşmemesi de başka bir garipliktir).
Bazı subaylar, 14 Mayıs 1950’de yapılan ilk demokratik seçimde iktidara gelen Demokrat Parti’nin iktidara geldiği gün itibariyle memleketi adım adım uçuruma götüreceğine inanıp (bu inancın pekişmesi ezanın aslına döndürülmesidir) 27 Mayıs 1960’da Cumhuriyet Türkiyesi’nin ilk darbesini gerçekleştirdiler.
Oysa memleket, tek parti dönemiyle kıyaslanamayacak kadar iyi durumdaydı. Siyaset ilk defa halka indirilmiş, devlet-millet ilişkileri tepeden inme direktifler yerine aşağıdan yukarıya ulaştırılan talepler ve dileklerle şekillenmeye başlamıştı. Kasaba ve köylerde zabıta, jandarma, özellikle de tahsildar korkusu dağılmış, tek parti döneminde sık sık başvurulan baskı ve yasadışı şiddetin yerini anlayış almıştı.
Ekonomik durum da iyiye gidiyordu. 1953-1954’te Türkiye, dünyanın sayılı hububat üreticisi ülkelerinden biri konumuna gelmişti. 1950’ye kadar yüksek yükleme ve boşaltma kapasitesine sahip modern limanlardan, barajlardan, santrallerden mahrum olan Türkiye, bu alanlarda büyük atılımlar yapıyordu. (1950’de devlet bütçesinden yatırımlara sadece 260 milyon TL ayrılabilmişken, 1960’ta bu miktar 2 milyar 260 milyon TL’ye çıkmıştı) Yatırımlar tabiatıyla millî gelire yansıdı: Türkiye’nin gayrîsafî millî hasılası 1950 yılında 10 milyar TL iken, 1960’ta beş misli artarak 50 milyar TL’ye yaklaştı.
Bunun sonucu olarak köylünün ürünü, zenaatkârın emeği değerlendi, halkın refah seviyesi arttı ve yüzü gülmeye başladı. Kırsaldan şehre doğru bir nüfus akışı meydana geldi. Şehirlerimizin nüfusu bunun sonucu olarak arttı. Şehirleşme hız kazandı. Ama muhalefet, tıpkı şimdi yaptığı gibi, işlerin çok kötü gittiğini, hattâ durumun ümitsiz olduğunu ilân ediyor, uygulanan ekonomi-politikaları mantık ve bilgiden nasipsiz bir şekilde eleştiriyordu.
İstanbul’da ve Ankara’da açılan yeni yollarla bulvarlar CHP yöneticilerini en çok kızdıran yatırımlardı. Bu kadar geniş yolları kafalarına sığdıramıyor, “Adnan Menderes bu yollara uçak indirecek” diye alay ediyorlardı. Çimento fabrikalarını israf sayıyor, şeker fabrikalarının yapıldığı alanlarda pancar yetiştirilemeyeceğini iddia ediyor, dolayısıyla bu fabrikaların âtıl kalacağını söylüyorlardı. Barajlar ve elektrik santralleri konusunda söylenenler ise akla ziyandı: CHP sözcüleri üretilecek elektriğin Türkiye’ye fazla geleceğini, bu fazlalığın toprağa verileceğini ve böylece israf edileceğini öne sürüyorlardı. Muhalefet sözcülerine göre, “Başbakan Adnan Menderes önünü görmekten âciz”di. “İrticaı yüreklendirme” dışında bir şey yapmıyordu.
İlk Yabancı Sermaye Kanunu 1954 ilkbaharında yürürlüğe girdi. Bu yüzden CHP Genel Başkanı İsmet Paşa (İnönü) Demokrat Parti iktidarını, “vatanı yabancılara satmak”la suçladı.
Bütün bunlardan etkilenen bazı genç subaylar DP’yi darbeyle devirmeye karar verdiler. Onlar gördüklerine değil, CHP’nin sözcülerine inanıyorlardı. Onlara göre Türkiye, 1950’den beri yarı feodal bir sisteme girmişti. Ankara’da iktidarda derebeyler vardı (Şimdi de aynı saptırma yok mu?). Siyasi bir keşmekeş mevcuttu. Türkiye uçurumun kenarına getirilmişti. Ülkeyi uçurumun kenarından “köhnemiş politikacılar” değil, “...Atatürk’ün projektör kafasının ışığını almış, Türkiye’yi tanıyan ve Batı görgülü yepyeni bir ekip” kurtarabilirdi. Bu amaçla cuntalar oluşturuldu.
Bazı subaylar “Halaskâr-ı Zabitan” sendromuyla “kurtarıcı”lığa soyunurken, Demokrat Parti iktidarı zirveyi tutmuş, 1954’de yapılan genel seçimlerde 503 milletvekili ile ezici bir zafer kazanmıştı. Cuntacıların gözdesi CHP ise yalnızca 31 milletvekili çıkarabilmişti.
Halktan umut kesenler cuntalara umut bağladı. “Halka rağmen halk için” mantığıyla kimi askerlerle siviller el ele verip 27 Mayıs darbesini yaptılar (1960).
Arkasından “Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor” mantığıyla Yassıada’da yargıladıkları yüzlerce Demokrat Partili politikacıdan Başbakan Adnan Menderes’i, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’yu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ı astılar.
Acaba birilerine ibret olur mu?
VAKİT