Ergenekon soruşturmasının tutuklu sanıklarından emekli Albay Levent Göktaş’ın avukatı ve yine emekli bir asker olan Serdar Öztürk, 7 Haziran günü tutuklanmıştı. Öztürk'ün bürosunda yapılan aramalarda bulunan belgelerden biri de Genelkurmay tarafından nisan ayında hazırlandığı belirlenen -tamamı 300 sayfayı bulan- dört sayfalık yeni ‘İrticayla Mücadele Eylem Planı’ydı. Taraf gazetesinin yayınladığı belgenin, Genelkurmay adına yapılan planlamaların yürütüldüğü birim olarak bilinen Genelkurmay Harekat Başkanlığı 3. Bilgi Destek Şube Müdürlüğü’nde yazıldığı iddia ediliyordu. Hazırlayan isim ise Deniz Piyade Kurmay Kıdemli Albay Dursun Çiçek olarak görülüyordu. Dursun Çiçek, daha önce yine Taraf’ın yayınladığı ‘Koç da andıçlandı’ başlıklı haberle gündeme gelmiş, ancak olayın üzeri örtülmüş, Çiçek hakkında herhangi bir soruşturma gündeme gelmemişti. Çiçek tarafından hazırlanan bu andıç belgesindeyse bütün sivil toplum örgütleri fişlenmişti.
NTV’de, konuyla ilgili açıklamalarda bulunan Taraf muhabiri Mehmet Baransu, emekli bir Orgeneralle görüştüğünü, kendisine daha önce buna benzer bir belge verdiğini, (bu belge eylül 2008’de ‘Lahika’ adıyla yine Taraf gazetesince yayınlanmış ve Genelkurmayca yalanlanmamıştı) Orgenerale, bu belgeyi kendisine sunmasının suç olup olmadığını sorduğunda ise, “Ne zamandan beri yasadışı işler devletin gizli belgesi kapsamına giriyor” cevabını aldığını vurgulamıştı.
Hatırlanacak olursa bu belgede de Psikolojik harekatın nasıl yürütüleceği, çizgi filmlerden film senaryolarına, medya desteği ve kirli kampanyalara kadar pekçok konu, hükümeti yıpratma ve siyasi süreci kendi istedikleri mecraya sürükleme sadedinde madde madde sıralanmıştı.
“Bölücülüğün” Dik Alası Bir ‘Eylem Planı’
Planın genel özeti şu: Amaç, hükümet ve Fethullah Gülen hareketi aleyhine askeri suç icat ederek, askeri mahkemede dava açılmasını sağlamak.
Bu minvalde yapılacak olanlar ise şu şekilde özetlenebilir;
Ergenekon tutuklusu TSK personelinin masum olduğu, irticayla mücadele ettikleri için iftiraya uğradıkları şeklinde haberler yaptırılacak.
Askeri suç kapsamında yapılacak ‘ışık evler’ baskınlarında, silahlı terör örgütü oluşturma doğrultusunda; silah ve mühimmat bulunması sağlanacak. Böylelikle, Askeri savcılık tarafından dava açılacak. Fethullah Gülen’in ismi soruşturmaya bir şekilde dahil edilerek askeri mahkemede yargılanmasının önü açılacak.
Alevi düşmanlığını körükleyecek bilgi ve belgeler evlere bırakılacak.
AKP içerisindeki dostlara çelişkili açıklamalar yaptırılarak, ciddi bölünmeler yaşanıyormuş algısı sağlanacak.
PKK’nın, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgeleri ile Irak’ın kuzeyinde bulunan Fethullah Gülen’e bağlı okul, dershane ve yurtlara eylem yapmıyor olmasının iki örgüt arasında bağ olduğu ve anlaştıklarının açık bir göstergesi olduğu yönünde haberler yaptırılacak.
Genelkurmay’ın Emri Olmadan Belge Hazırlanabilir mi?
“TSK'da hiçbir albay hatta general üstlerinden emir almadıkça böyle bir belge hazırlayamaz. Hatta bu belge Genelkurmay Başkanı’nın emri olmadan hazırlanamaz.”
Bu sözler, ‘İrticayla Mücadele Eylem Planı’ belgesinin sahte mi gerçek mi olduğu tartışmaları üzerine liberalses.com sitesinin görüştüğü, uzun yıllar TSK’da görev yapmış emekli bir komutana ait. Albay Çiçek’in Başbuğ’a çok yakın olduğunun da altını çizen emekli komutan, görüşmede “TSK’da hiçbir albay, hatta hiçbir general üstlerinden emir almadıkça böyle bir belge hazırlayamaz. Hatta bu belgeyi hazırlamak için üstlerinizin de emir vermesi yetmez.” dedikten sonra ekliyor:
“Genelkurmay karargahında görev yapıyorsanız, bağlı olduğunuz Genelkurmay 2. Başkanı’nın emri bile yetmez bu belgenin hazırlanmasına. Yani bu belge Genelkurmay Başkanı’nın emri olmadan ha-zır-la-na-maz”
Belgenin varlığının niçin net sözlerle inkar edilemediğinin gerekçesini ise şu sözlerle açıklıyor: “Yarın bir gün karşılarına çıkar diye korkuyorlar ki bu korkuda haksız değiller. O yüzden belgeyle ilgili tartışmalar, gerçek mi, değil mi eksenine kaydırıldı.”
Emekli Hakimler Askeri Yargı’nın Bağımsız ve Şeffaf Olduğunu Yalanlıyor
Başbuğ, askeri yargının bağımsız ve şeffaf olduğunu söyleyedursun, mevcut süreçte, emekli askeri hakimler birbiri ardına bu yargının doğru olmadığına ilişkin açıklamalarda bulundular. Ümit Kardaş bunlardan en tanınmışı ve kamuoyuna beyanları sürekli yansıyanlar arasında. Emekli askeri hakim Binbaşı Mesut Kurşun’un beyanları ise, özellikle Taraf gazetesinin yayınladığı ‘İrtica belgesi’nin ardından gündeme geldi. Binbaşı Kurşun, 28 Şubat sürecinde ‘Sarmusak davası’ olarak bilinen davaya bakan mahkemenin kıdemli üyesi.
Kurşun’un üzerinde durduğu en önemli husus, askeri hakim ve savcıların askeri disiplin ve altlık-üstlük hiyerarşisi içinde görev yaptığından ötürü, yargı bağımsızlığından söz edilemeyeceği.
Batı Çalışma Grubu(BÇG)’na ait gizli belgeleri çalmakla suçlanan Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Vekili Bülent Orakoğlu ve Onbaşı Kadir Sarmusak, askeri mahkemede hakim karşısına çıkmış, askeri hakimler önce tutuklama, daha sonra ise beraat kararı vermişti. Bunun ardından başından nelerin geçtiğini şu cümlelerle aktarıyor Kurşun:
“Dönemin Genelkurmay Adli Müşaviri ve Ergenekon davasından gözaltına alınan Tuğgeneral Erdal Şenel beni Genelkurmay Karargahı’ndaki makamına çağırdı. Beni sigaya çekti. Anayasa’nın 138. maddesine aykırı olarak bana hesap sordu. Oysa bu madde, davaya bakan hakimin, hiçbir şekilde baskı altına alınamayacağını, etkilemeye çalışılamayacağı, tavsiye ve telkinde dahi bulunamayacağını söylüyor. Oysa o bana hesap sorarak ‘Nasıl yaparsın? Ne halt ediyorsun? Neden yargılamaya gerek duyuyorsun? Olayın üzerine neden bu kadar düşüyorsun? Çok fazla kurcalama!’ gibi ifadelerle tehditkar bir şekilde sigaya çekti.”
Kurşun, bunun üzerine tepki gösterdiğini belirtiyor ve ekliyor: “Ben hakimim, üzerimde üniformam var. Yasalardan aldığım yetkimi kullanarak yargılama yapıyorum. Ben bu şartlar altında yargılama yapamam, memnun değilseniz beni görevden alın.” dedikten bir süre sonra da tayinin çıktığını ifade ediyor.
Askeri Savcılığın Yürüttüğü Soruşturmalar Askeri Vesayet Hukuksuzluğunu Belgeliyor
Geçen sene Taraf Gazetesi benzer bir belge yayınlamıştı. 2006’da iş dünyası ve sivil toplum örgütlerini fişleyen belgede yine Kurmay Albay Dursun Çiçek’in imzası bulunuyordu. Bu konuda hiçbir işlem yapılmadı. Genelkurmay’ın dava açacağını söylemesine rağmen bir yıldır dava açmadığını da son gelişmeler vesilesiyle öğrenmiş olduk.
Genelkurmay, Taraf muhabiri Mehmet Baransu’nun yazdığı bir başka haber için de “Komuta katında onaylanmış böyle bir plan yoktur!” açıklamasını yapmıştı. Açıklamadaki kelime oyunu dün gibi hafızalardaki yerini koruyor:
“Böyle bir belge yoktur, sahtedir, düzmecedir” diyemeyenler “Komuta katı”nı adres göstermişlerdi.
Dağlıca ve Aktütün saldırılarında olayda ihmali görülenlerden hala hesap sorulmadı ama “Kim sızdırdı?” sorusu her olayda olduğu gibi burada da TSK’nın baş gündemindeydi.
Saldırı bilgisinin günler önce alındığını anlatan belgeler yayınlandı. Genelkurmay o belgeleri istedi; ama neden istedi, nasıl bir neticeye varıldı hala bilinmiyor?
Darbe Günlükleri’ni yayınlayan Nokta Dergisi, askeri savcılıktan gördüğünün çok ötesinde bazı medya mensuplarından baskı gördü. Günlüklerin sahte olduğuna dair yazılar yazıldı. Alper Görmüş beraat etti ve Genelkurmay’a dilekçe vererek Darbe Günlükleri’nin soruşturulmasını istedi. Genelkurmay “Bilgi ve belgenin bulunamadığını” söyledi; ancak mahkeme, günlüklerin Özden Örnek’e ait olduğunu ispatladı.
Adli yargı tarafından haklarında 39’ar yıl ceza istenen “İyi çocuklar” ise Askeri mahkemece tahliye edilmişlerdi.
Nokta Dergisi bazı cuntacı askerlerin darbeye güdümlü bir sivil toplum oluşturma gayreti içine girdiğini; bu konuda eylem planı yaptığını yazdı. Genelkurmay Askeri Savcılığı Nokta’ya baskın yaptırdı; Nokta’nın bilgisayarlarına el konuldu. Dergi, gördüğü baskılar sonucunda kapanmak zorunda kaldı. Ancak Ergenekon Davası sırasında çıkan belgeler Nokta’nın haklılığını ispat etti. Nokta’nın bahsettiği plan gerçekten vardı ve suç işlenmişti...
“Cambaza Bak!” Misali “Belge Sahte mi, Gerçek mi?” Tartışmaları
Bu ülkede yıllar önce Gladyo yoktu, meğer varmış! JİTEM yıllarca inkar edildi, meğer ne icraatlara imza atmış! Hudson enstitüsünde konuşulanlar hayal ürünüydü, meğer iki üst düzey askeri bürokratla orada temsil edilmiş ve darbe senaryolarını ABD’li dostlarımızla(!) konuşmuşuz! Danıştay saldırısı “dinci” bir delinin işiydi, şimdi mahkeme kararıyla bağlantıları Ergenekon’a ulaşan örgütlü bir iş olduğu tescillendi! Toprak altından fışkıran silahları oraya birileri koyuyordu, şimdilerde Ordu envanteri olduğu bizzat MKE’ce ve Genelkurmayca doğrulandı! Ferhat Sarıkaya’nın iddianamesi bir yalanlar manzumesiydi, adı geçen pekçok kişi “iyi çocuklar” kapsamına alınmıştı, şimdi onlarla bağlantılı bir kısım beyaz Türkler Ergenekon’da ya sanık ya da tanık!
Sistemin kendisi yalanlar üzerine kurulu olduğundan mahkeme kararları bile artık Ergenekon müntesiplerini, bürokratları, askerleri, gazetecileri tatmin etmiyor. Önceleri olmamış darbenin hesabının sorulmaması gerekiyorken, pişkinlik artık Bekir Coşkun örneğinde olduğu gibi belgelerin içeriğini savunmaya kadar vardı. Bekir Coşkun bu konuda hiç de yalnız değil; sadece diğerleri onun kadar coşkulu değil.
Albay Çiçek’in imzasının doğrulanmasının, önce Jandarma ve Emniyet kriminalde, ardından Adli Tıp’ta kesinleşmesini beklemeden havadaki topa önce biz vuralım misali salvolar yapan Türk medyasının Amiral ve generalleri bu konuda da çuvalladılar. Çuvalladılar çuvallamasına ama zaten amaçları da suyu bulandırmak, delillerin sonuçlarını beklemeden -her daim olduğu üzere- inkıtaları uzatmaktı. Zira inkarlarını çevreleyen son dönemlerdeki jargonları “F tipi” yapılanma, zaten bütün soruların cevabını oluşturuyordu! Bin tane hakim-savcı, emniyet görevlisi ağzıyla kuş tutsa, onların şecerelerinin de adresi bu “F Tipi” örgütlenmeydi netekim! Onların gerçeklerle bir ilgilerinin olmadığı, önemli olanın tabuları ve gündelik çıkarları olduğu zaten bilinmekteydi. Kurumların saygınlığı da sadece kendi menfaatlerinin çeperiyle ilgili bir husustu. Daha düne kadar 28 Şubat Andıçcılığı yapan, darbe şakşakçılığını manşetlerine taşıyan, bin tane yalanı bir paraya satanlar bunlar değil miydi?
Ergenekoncu Medya’dan Beklenen Pişkinlik: “Belge Sahte Ama Belgedeki Tespitler Gerçek!”
Ulusalcı-Ergenekoncu medya eski andıç kazalarına uğramamak için ilk anda temkinli bir tutum takınırken, çok geçmeden, brifinglerin de verdiği gazla geleneksel rolünü ortaya koyuyordu. Belge sahteydi sahte olmasına ama içeriğindeki tespitler hiç de yabana atılacak cinsten değildi. 28 Şubat reflekslerini andıran, önceleri mahcup, ardından cilalı pençelerini sağa sola savurmakta bir beis görmeyen klasik militarist, totaliter duruşuna geri dönüş yapıyordu.
Hangi istihbarat biriminin başında “Fethullahçılar” olduğundan kadrolaşmaya; irtica tehlikesinden askerin bilgi toplama ve raporlama hakkını savunmaya kadar bir dizi “tespit” kartelden tam da beklenen bir yaklaşımla ortaya konuyordu.
Böylelikle kamuoyu şek ve şüphe duymaksızın, şu tarz bir yönlendirmeye tabi tutulmuş oluyordu: Bu belgenin sahte olduğu kesin olmakla birlikte, belgede hedef gösterilen oluşumlar gerçek ve amaçları tam da belgede hedeflenen dumura uğratma operasyonunu haklı çıkarıcı mahiyette!
Bu pişkinliğe en güzel örnek Bekir Coşkun’un 18 Haziran’da Hürriyet’te yayınladığı yazısıydı;
“...TSK'nın bu ‘dincileşme’ hareketlerini izleyip raporlara yazmadığına inanan bir tek kişi var mıdır? Ben bunca yılın deneyimiyle, belki yüzlerce araştırma-inceleme ve çalışma olduğuna inanırım... Bu belgelerden sadece birisi gerçek değildi... Onu da Taraf Gazetesi ele geçirdi...”
Coşkun’un sözleri zımnen şu anlama geliyordu: “Geçmişte olmuştur üstüne bir bardak soğuk su için; ama şimdiki sahte. Neden? Çünkü açığa çıktı. Açığa çıkmasaydı, bu da üzerine bir süre sonra soğuk su içilecek olan gelişmeler arasına katılabilirdi.”
Öyle ya! Coşkun gibilere göre; “Askerler laik cumhuriyeti savunmak için arada bir yemin ederler... Onlar cumhuriyet devrimlerinin bekçisi olduklarına inanırlar... Sadece böyle saçma bir plan yazmak, diyelim ki tarikatçıların evine silah bırakmayı kağıda döküp altına imza atmak akıllarından geçmemiştir.”
Fadime Şahin’lerin, Ali Kalkancı’ların kulakları çınlasın!...
Ergenekon sempatizanı malum medya önceleri Serdar Öztürk’ün avukatlarının “Biz belgeyi görmedik” türünden yalanlarının üzerine mal bulmuş gibi atlarken, avukatlara attırılan parafların kamerayla tespit edildiği bilgisinden sonra, yukarıda sıraladığımız sebeplerden ötürü yazılarında bu bilgiyi tashih etme ihtiyacı hissetmedikleri gibi kulaklarının üzerine yatmayı tercih ettiler. (Eğer belgenin gerçekten sahte olduğuna ilişkin bir bilgi kendilerine servis edilmiş olsaydı yeri göğü kat be kat inleteceklerinden şüphemiz yoktu!)
Oysa tüm kamuoyu biliyor ve yazılıp çiziliyordu ki önemli olan belgenin sahteliği-gerçekliği tartışmalarından öte, belli bir kesimin, belgede söz edilen konulara benzer bir takım hususları hayata geçirmede geçmiş tecrübelerinin olduğu ve belge içeriğiyle bu mantalitenin zaten uyuşageldiği gerçeği idi. Belki de Bekir Coşkun’u -pişkinliğini bir kenara bırakıp- bu konudaki dobralığından ötürü kutlamak bile gerekiyor!
Zımni Mantık: Andıç’ı Ben Yayınlarsam Meşru, Başkası Yayınlarsa Vatan Hainliği
Amiral gazeteci Ertuğrul Özkök’ün, belgenin gerçek ya da sahte çıkma olasılıkları karşısında ne yapılacağını sorması üzerine Başbuğ; “Gerçek çıkarsa geren yapılacaktır...Sahte çıkarsa ne yapılacağını hep birlikte göreceğiz; bütün Türkiye görecek!” şeklinde cevaplıyor.
İki cevap arasındaki fark ilginç! Gerçek çıkarsa gereken neyse o yapılacak ama sahte çıkarsa “Hep birlikte göreceğiz, bütün Türkiye görecek.” Yani resmen sahte çıktığı takdirde bütün sivil unsurları töhmet altında bırakan bir tehdit cümlesi! Peki ama neden? Sahte ya da gerçek, olan biten Genelkurmayın içerisinde gerçekleşmiyor mu? Çiçek, ya talimat aldı ya da sahte belge hazırlandı; bundan bütün Türkiye’ye ne? Gerçek çıkarsa TSK içi bir mesele olarak çözülecek ama sahte çıkarsa adeta bedelini siviller de ödeyecek! “Bütün Türkiye görecek” sözünün başka bir anlamı olabilir mi? Sahteyse içinde büyük ölçüde ordu düşmanı sivillerin de yer aldığı bir komplo; yok, gerçek çıkarsa, densiz birkaç subayın fantazisi olarak mı muamele görecek? Tam anlamıyla militarist diktatoryal bir mantık. Yanlış içimizde ise kol kırılır...ama yanlış bize yapılmışsa ülkeyi herkese dar ederiz! (Sahteliği ispatlanamadı ama 26 Haziran konuşması sayesinde anladık ki “Komplo”ymuş! B.K.)
Özkök’ün “Belge emir-komuta zinciri içerisinde hazırlanmış olabilir mi?” mealindeki sorusunu “hakaret” olarak kabul eden Başbuğ’un bu tavrı da anlaşılır gibi değil. Hakaret olan ne? “Biz gizli iş çevirmeyiz, açık açık yaparız” mı? Yoksa itiraz belgenin içeriğine mi? İkincisiyse hiç de inandırıcı değil!
Genelkurmay’dan belgenin içeriğini “illegal, hukuk dışı, kabul edilemez” gören bir açıklama dinleyebildik ya da “Demokrasi ve hukuk devletine bağlılığını” ilan eden Genelkurmay başkanının ağzından hükümet ve Gülen cemaatine ilişkin teskin edici, kuşatıcı, kurumun onuru ile birlikte bu kurumların onurunu da onaran cümleler işitebildik mi?
Burnundan kıl aldırtmayan layusel zihniyetten bunları duyabilmek ne mümkün? İşte bu yüzden, bunların işitilebildiği gün, askeri vesayetin mezara gömüldüğü gün olabilir ancak!
Görevsizlik/“Takipsizlik” Kararı İçimizi Rahatlatmalı mı?
“Kovuşturmaya Gerek Yoktur!” kararıyla aslında TSK başta söyleyeceğini sonda söylemiş oldu. Ne Kriminal deliller dikkate alındı, ne TÜBİTAK’ın bilimsel raporu, ne de Bilgisayar imaj çalışmaları. “Fotokopi” bahanesine sığınarak işin içinden sıyrılındı. Üstelik suç addedilmesi ve soruşturulması gereken Çiçek’in Genelkurmay’da attığı “farklı imza” konusu da “İncelemeye gerek duyulmamıştır” denilerek rafa kaldırıldı.
Böyle olması da bekleniyordu. Hangi askeri savcı karargaha yönelik soruşturma yapabilir ki?
Yapamaz! Ama askeri savcılar yetki aşımını pekala gerçekleştirebilirler ki burada da böyle oldu. Delilleri toplamakla görevli askeri savcılar kendilerini hakim yerine koymakta bir beis görmediler.
Özetle Genelkurmay, alt birimlerde araştırmaya bile gerek görmeden, karargahta şöyle bir sağına soluna bakıp şu karara varmış oldu:
“Darbe belgesi denilen “Kağıt parçası” bizimle ve görevini bugüne kadar layıkıyla yerine getirmiş olan Albayımızla hiçbir alakası yoktur! Kim ya da kimler tarafından üretildiğini de bilemiyoruz. Bunu elbette tüm kamuoyu gibi bizler de çok merak ediyoruz(!) (Yine 26 Haziran’da öğrendik ki, artık bu işi temizlemek ve “komplo”yu ortaya çıkarmak da F Tipi istihbaratçılara düşüyor. Yani “Nasıl pislettilerse öyle temizlesinler” misali. B.K.) Aslında çok gönlümüz olmamasına rağmen, demokrasi oyununun bekası açısından adli savcılık da bir baksın bakalım.”
Lütfetmiş oldular! Ne zamandan beri, Askeri Ceza Kanunu’nda “Hükümeti devirmek için plan yapma suçu” yazılı idi ki? Üstelik açıklamada sivil savcıya yol gösteren, yetki tarif eden bir üslup da söz konusu.
26 Haziran Konuşması: Demokratik Hukuk Devleti’nin Kralı Benim!
“İlker Başbuğ’un 5 Komutanını ve saymakta zorlandığımız üst düzey askerleri arkasına alarak yaptığı gövde gösterisinden aklımızda kalanlar nelerdir?” diye alt alta sıralarsak, neden parmağını zaman zaman sallayarak bir konuşma yapmaya çalıştığını ve konuşmasının içeriğini daha rahat anlamış oluruz:
“Benim Mahkemem!”; “Teminat benim!”; “Cadı avı yapmayız!”; “Belge değil, kağıt parçası!”; “Komplo!”; “Bize karşı asimetrik psikolojik harekat yürütülüyor!”; “TSK’nın üzerinden elinizi çekin!”
Hem darbe belgesini “Kağıt parçası” olarak tescillemek, hem de süreci “Komplo” tabiriyle tanımladıktan sonra “Bu belgenin doğru olduğuna ilişkin yeni delil, bilgi, emare çıkarsa, bu soruşturma tekrar açılabilir.” ifadesine başvurmak tam da Türk yapımı Militarizme uygun bir çelişki. İşte günlerdir rolüne çalışılan “Zoraki Demokrasi” böyle bir şey! Ne yapılsa olmuyor; sırıtıyor; bedenen ve zihnen uygun düşmüyor, çarpık duruyor.
İşte bu yüzden zanlı konumundakiler çıkıp “Biz suçsuzuz! Asıl suçlular kışlanın dışında!” diyerek kendileri hakkındaki hükmü veriveriyorlar. Ondan sonra çıkıp parmak sallayarak “demokrasi” ve “hukuk” dersleri veriyor; “Bizi yıpratmayın” mesajları geçiyorlar.
Vesayetin Türkçesi, kendisini “Ben bu ülkenin teminatıyım” şeklinde lanse ediyor. Tek adamlık geleneği bununla da kalmıyor; sonrasında ıvırıp kıvırması mümkün olmayan şu sözcükler de dökülüveriyor ağızdan: “Benim mahkemem!”
Tamam işte; kendisinin “asimetrik psikolojik harekat (kısaca ‘savaş’ diyelim) yürütüyorlar!” dediği kesimler de bunu söylemeye çalışıyorlar. Herkesin ve her kesimin rahatsızlık duyduğu; birincil tehdit (düşman) ilan edilme, haksız kovuşturmalara uğrama, Yaşzede olma, akredite olamama, hakkını arayamama, hesap soramama, dokunamama, sorgulayamama gibi konulardaki hukuksuzluk, adaletsizlik, haksızlık duygularını kendilerinde uyandıran hissiyat da buradan kaynaklanıyor: “Benim mahkemem”, “Benim andıçım”, “Benim müdahalem”, “Benim yargı kararlarım”, “Benim psikolojik harekatım”, “Benim medyam”, “Benim brifinglerim”, “Benim asimetrik savaşım”, “Benim silahım”; “Benim olmayan, emniyetin koyduğu silahlar”, …diye uzayan listeden müşteki bütün kesimler. Suç örtbasını, illegaliteyi, terörü, -Başbuğ’un tabiriyle- “fitne-fesadı” gayr-ı meşru görüldüğü için inkar eden değil, eline fırsat geçtiğinde fiilayata geçirilebilecek bir haklı eylem gibi gören zihniyete karşılar.
Eğer 90 yıldır ülke insanını yok sayma, bölücülük, inkar ve yıpratma politikalarına başvuruyorsanız, birileri de çıkıp sizleri hukuk, adalet ve özgürlükler adına yıpratmaya çalışacaktır. Çünkü yıpratılmaya çalışılan şey iddia edildiği gibi bir kurum değil, bir zihniyet ve bu zihniyetin köhnemiş anlayış ve ideolojisi; ve dahi bu ideolojinin gereği olarak ortaya konulan icraatlar, çözümsüzlükler, garabetlerdir!
Sözü ortaya koyarken nereye gittiğini, bilgi yanlışları ve çelişkiler içerip içermediğini de düşünmek gerekiyor. Ama maalesef Genelkurmay’ın “entelektüel” danışmanları bir çok konuda olduğu gibi bu konularda da yetersizler.
Başbuğ’un önüne koydukları metinde, askeri mahkemeler hususunda bazı isimlere atfen ‘cehalet’ içerisinde olduklarını vurguladığı konu; ilginçtir ki hemen tüm hukukçuların, hatta Oktay Ekşi gibi darbeseverlerin bile üzerinde anlaştıkları bir husus. Yani hukukun üstünlüğünü önceleyen başkaca ülkelerde Askeri Danıştay ve Yargıtay yok! Askeri mahkemeler de bir disiplin mahkemesi olarak çalışmakta. Çift başlı yargıyı, yasalarla teminat altına alındığı için hukuk zanneden bir anlayış, işte bu yüzden rahatlıkla çıkıp yetmiş milyonun önünde özel çiftliğinden bahseder gibi “Benim mahkemem” diyebiliyor.
Başbuğ, metin okumalarının bir yerinde, “Askeri savcılığın kararını küçümseyici tavırlar içerisine giremezsiniz!” mealinde bir emir buyuruyor. Oysa kimsenin böyle bir iddiası yok; çünkü zaten böyle bir karar ‘yok’ hükmünde görülüyor. Bizim bildiğimiz savcılık delil toplar, karar vermez. Kararı eğer mahkeme süreci işletilirse “Hakim” verir! Birinci itiraz; Askeri savcılık tüm kriminolojik delillere, aleyhte suç unsuru görülmesi gereken imza değiştirmelere rağmen, “Kovuşturmaya ve incelemeye gerek yok!” demesine. İkincisi ise, “Başbuğ’un Mahkemesi”nin hükmünü irca ederek “Kağıt parçası” edebiyatıyla “komplo”culuk üretmesine. Buna bir de, adli yargıyı etkileme/yönlendirme çabaları içeren açıklamarla bir psikolojik harekat yürütme çabasını da eklemek gerek tabii!
Öte yandan “Cadı Avına çıkmamızı kimse bizden beklemesin” diyerek hükümete göz dağı verenlerin, hükümetten “Cadı avı” beklemeleri de ilginç değil mi? Bağlı olan kurumun bürokratı ‘Üst’üne, “Bana yaptıramazsın. Asıl sen yapacak ve komployu tespit edeceksin!” diyor. Hem de topu istihbarat birimlerine atarak. İyi de Başbakan zaten bu belgenin istihbarat birimlerince çıkarıldığını açıklamamış mıydı? (Üstelik bu yüzden akredite medya tarafından sözü edilen istihbarat biriminin F Tipi olduğu ve başında Fethullahçıların olduğu klasik teorisi ortaya atılmamış mıydı?) Bu durumda bir ‘Dön baba dönelim’ durumu hasıl olmuş olmuyor mu?
“Cadı avı”nı yıllardır Yaş kararları, fişlemeler, andıçlamalar, akreditasyonlarla sürdürenlerin bundan şikayet etmeleri komik değil mi? Peki şimdi bu saydıklarımız asimetriğe mi, simetriğe mi girmiş oluyor?
Konuşmadan ziyade merasim metin okumayı andıran açıklamaların satır aralarında sadır olan “Demokrasi” ve “Hukuk” sözcükleri işte bu yüzden iğreti duruyor, yakışmıyor, anlaşılmıyor. Savunma ya da saldırı yaparken yanlarına hukuk terimleri sözlüğü almayı tercih etmeyenlerin, her cümlede militer kelimelerle ünlemelerinden dolayı, zaman zaman değindikleri “demokrasi ve hukuka bağlılık” konusu da kulağa “Benim hukukum”, “Benim demokrasim”, “Benim özgürlüğüm” gibi geliyor!
Özcesi, Başbuğ tek bir sözünde haklı: “Bilgi sahibi olunmadan, fikir sahibi olunmuyor!”
Ama “Ol!” deyince “Olunduğunu” zanneden mantık sahiplerinin bunu diline dolaması da gülünç kaçıyor.
Seçilmişler Hesap Sormazsa Daha Çok Andıç Ürer!
Herhangi bir bakanlıkta böyle bir skandal yaşansa müdürün istifasını istemek doğaldır. O halde İlker Başbuğ’un neden istifası gündeme gelmiyor? Yoksa Türkiye’de mevcut konjonktür bu türden lüks sorular üretmek için uygun değil mi?
Ama Ergenekon kahvesinin müdavimleri konjonktür hakkında hep iyimserler. Her daim pişti yapmanın peşinde; her fırsatta okeye dönmenin derdindeler. Elleri ayakları hiç boş durmuyor. Hile üstüne hile. İktidar ise, dar alanda kısa paslaşmalar misali, askerle sürtüşmeyi göze almaktansa, AK Parti’nin dostlar alışverişte görsün şikayetinde olduğu gibi mahkemecilik oynamanın derdinde. Sadece olaya adı karışanlar hakkında şikayette bulunmayı marifet sanan AK Parti kurmayları, hem kendilerinin hem de halkın başına örülmek istenen çorapları görmezden gelme tavrını sürdürmekteler.
Oysa hesap sorucu mevkiinde, halkın kendilerine bahşettiği yetkiyi kullanmak zorundalar. Tıpkı 26 Hazriran’daki gibi, asker kamuoyuna, gazetecilere meydan okur, siyaseti her kademede belirlemeye, kaos ortamları oluşturmaya çalışırken bunun hesabını vermeyeceğini rahatlıkla düşünebiliyor; Askeri İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesine güvenerek görevini yerine getirdiği mütmainliği içerisinde davranabiliyor, en basit kademedeki neferini koruma adına “Emrettik soruşturduk! Emrettik bir şey çıkmadı!” edasıyla hukuk üzerindeki militer örtbas hamlelerini yerine getirebiliyorken, hiç olmazsa bu “görevsizlik” kararının ardından sivil otorite üzerine düşeni yapmaya çalışmalı, topu taca atmamalıdır. Artık “Dik duruş” avuntularının para etmeyeceği, teamül dışı ilkleri yerine getirmenin Ergenekoncu şahinleri geriletmeye yetmediğinin bilinmesi gerekir. “Dik duruş edebiyatı”ndan, “Dik duruş hamleleri”ne geçilemezse yeni parti kapatma süreçlerine gebe olunduğunun bilinmesi gerekiyor!
Darbecilikle Hesaplaşılmalı Ama Resmi İdeolojiyle Hesaplaşılmadan Olmaz!
Şu anlaşılmalıdır ki günlerdir tartışageldiğimiz bu plan Türkiye’deki askeri vesayet rejimi içindeki rutin bir uygulamadır. Plan dahilinde söz konusu edilen hedefler, 90 yıllık cumhuriyet tarihinin “iç ve dış düşmanla mücadele konsepti” çerçevesinde vatanı, ulusu, cumhuriyeti koruma mantığı hakimdir. Bu yapılırken, JİTEM kurup illegal faaliyetler yürütmek, fail-i meçhul cinayetler işletmek, Ergenekon’u, BÇG’yi, CÇG’yi oluşturmak ne kadar normal ve meşru ise, STK’ları organize etmek, basını brifinglendirmek, üniversiteleri darbe planlarına dahil etmek de, (28 Şubat’ta, 2003-2004’te olduğu gibi) 35. madde ve Geçici 15.madde gibi yasal dayanaklarla yapıp etmeleri meşrulaştırmak olağan ve legaldir.
Bu böyle olduğu içindir ki bugün, seçkin(!) insanlarla korucubaşları, katillerle profesörler aynı safta yer almakta, savcılara kurbanlar sunulurken dahi, darbeci mantık bu geçici olduğunu düşündüğü süreci akamete uğratma ve psikolojik harekatı kendi lehine işletme çabalarını sürdürmektedir. Planlar, andıçlar, belgeler, fiili uygulamalar devam edecektir. Henüz istenilen sonuçlara ulaşılamamıştır. Hükümetle dar alanda paslaşmalar, Dolmabahçe protokolleri, -kim bilir belki Başbuğ’la da bir Çırağan görüşmesi gerçekleşebilir- riski ortadan kaldırmaya değil, geçiştirmeye yöneliktir. Bu kadar çarpıntıya ise, Ergenekoncu yüreklerin dayanmasını beklemek safdillik olur.
Dolayısıyla, Ergenekoncu Terör mantığının -daha doğrusu mantıksızlığının- Darbeci Kemalist geleneğin gözbebeği olduğu kabul edilmeden; Resmi ideolojiyle, Kemalizmle, Mustafa Kemal idolüyle ve tarihle hesaplaşılmadan/hesaplaşmanın önü açılmadan, siyasi manevralarla ve konjontürün ürünü olan dış güçlere yaslanma politikasıyla ilelebet yol alabilmek mümkün değildir. Konu sadece güçlü olma ve gücünü karşı tarafa kısmen kabullendirme meselesi olmaktan çok akidevi bir meseledir. Ahiret boyutuyla birlikte ele alınmadıkça, “Adalet”in kendisi ideoloji edinilmedikçe, özgürlüklerin ve temel hakların Allah tarafından bahşedildiği ve gaspedilemeyeceği gerçeğine iman edilmedikçe; ve bu uğurda mücadele verilmedikçe, gerçekten iman etmiş sayılmayacağız! Unutmamak gerekir ki, özgürlük; en temelde cehenneme gitme serbestiyetinin değil, esasen cenneti kazanabilme ve kazandırabilme hakkının önündeki engelleri kaldırma mücadelesinin adıdır!