Darbe Günlükleri ve Ergenekon davası (1)

Alper Görmüş

Darbe Günlükleri’ne ilişkin soruşturma evrakı, savcı Mehmet Ergül tarafından Ergenekon davasından ayrıldı ve “yetkisizlik” gerekçesiyle Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderildi. Savcı Ergül’ün imzasını taşıyan “yetkisizlik” yazısında, eski kuvvet komutanları Özden Örnek, Aytaç Yalman ve İbrahim Fırtına’nın “Ergenekon terör örgütüyle ilgi ve irtibatlarının tesbit edilemediği” de belirtiliyordu. Bu gelişme, Ergenekon davasını önemseyenlerde hayal kırıklığı; davayı “fasa fiso” olarak görenlerde sevinç yarattı.

Her iki tepkinin de abartılı olduğunu düşünüyorum. Bu abartılı tepkilerin, savcıların ve gazetecilerin ortak imalatı olduğu kanaatindeyim:

a) Savcılar, İkinci Ergenekon iddianamesinde Darbe Günlükleri’yle Ergenekon davası arasında her yana çekilebilecek muğlâk bir ilişki kurmuştu.

b) Bu muğlâklık nedeniyle, gazeteciler Darbe Günlükleri-Ergenekon ilişkisine aşırı anlamlar yüklediler.

Savcıların muğlâk ifadeleri gazetecilerin “aşırı” yorumlarıyla birleşince, kamuoyunda, Örnek, Fırtına ve Yalman’ın (da) Ergenekon örgütünün liderleri olarak yargılanması gerektiği gibi bir kanaat oluştu. Oysa iddianamenin hiçbir yerinde bu kanaati haklı çıkartacak bir suçlama yoktu.

İşte bu nedenlerle son “yetkisizlik” kararı beni ne hayal kırıklığına uğrattı, ne de şaşırttı.

Bu söylediklerimi, Darbe Günlükleri’nin İkinci Ergenekon iddianamesinde (Mart 2009) ne surette yer aldığını alıntılarla göstererek cuma günkü yazımda açacağım... Böylece göreceğiz ki, tek başına bu “yetkisizlik” kararına bakarak ne Ergenekon davasının içinin boşaltıldığı ve davanın artık temelsiz kaldığı öne sürülebilir, ne de üç kuvvet komutanının yargılanmaktan “kaçırıldığı” ve artık kolay kolay yargılanmayacakları öne sürülebilir.

Fakat “yetkisizlik” kararına giden süreçte yaşanan bir dizi tuhaflık, “kaçırılma” iddialarıyla ilgili olarak daha temkinli olmamızı gerektiriyor. Bugün, dosyanın Ankara’ya gönderilme sürecinde basında dile getirilen birkaç eleştiriyi ve nasıl olup da gözlerden kaçtığına hayret ettiğim bir noktayı dikkatlerinize sunarak Darbe Günlükleri’nin “kaçırılması” iddialarını ele alacağım.


Başsavcıvekilinden farklı standart

Hatırlayacaksınız, geçtiğimiz yıl 5 aralıkta, Ergenekon davası kapsamında üç kuvvet komutanının ifadeleri alınmıştı. İstanbul Başsavcıvekili Turan Çolakkadı, eski Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in 1 Ocak 2006 tarihli genelgesini gerekçe göstererek, ifade alma işlemlerine bizzat katıldı. Çolakkadı, ifadelerden bir süre sonra, aynı gerekçeye dayanarak Darbe Günlükleri soruşturmasını savcı Zekeriya Öz’den kendi uhdesine aldı. (Genelge, kuvvet komutanlarının da dâhil olduğu üst düzey devlet görevlileriyle ilgili soruşturmaların başsavcılar ya da başsavcıvekilleri tarafından yürütülmesine âmirdi.)

Fakat Çolakkadı, dosyayı bir süre kendinde tuttuktan sonra, Zekeriya Öz’le aynı seviyede olan Mehmet Ergül’e verdi. O da geçtiğimiz günlerde “yetkisizlik” kararıyla soruşturma dosyasını Ankara’ya gönderdi.

Cevap bekleyen birinci soru bu: Çolakkadı, madem kendisi incelemeyecekti, dosyayı neden Öz’den alıp Ergül’e vermişti?

Yine Çolakkadı, benzer birkaç durumda evrakın altında savcının yanı sıra mutlaka kendi imzasının da bulunması gerektiğini şart koştuğu halde, bu defa sadece savcı Ergül’ün imzasının bulunmasına tepki göstermemişti. Cevap bekleyen ikinci soru da buydu.


Savcının, dikkatsizlikle açıklanamayacak büyük maddi hatası

Fakat bu süreçteki en vahim nokta Başsavcıvekili Çolakkadı’nın birçok soru işaretine yol açan tasarrufları değildi. Altında savcı Ergül’ün imzasının bulunduğu “yetkisizlik” yazısındaki akıl almaz hatanın yanında, bunların lafı bile edilmezdi.

Savcıya göre Ayışığı, Yakamoz ve Eldiven üç aşamalı bir darbe planının adlarıydı. Fakat... Gerisini “yetkisizlik” yazısından aktarıyorum:

“(...) Ancak o tarihte Genelkurmay Başkanı olan Hilmi Özkök’ün Başsavcılığımızca 22.04.2009 tarihli tanık olarak alınan yeminli ifadesinden de anlaşılacağı üzere hazırlanan Ayışığı ve Yakamoz kod isimli planların slayt sunumlarından haberdar olması üzerine bu planların tüm olarak uygulanamadığı ve bunun üzerine Sarıkız kod adlı başka bir planın hazırlandığı...”

Oysa biz gerek Darbe Günlükleri’nden gerekse de İkinci Ergenekon iddianamesindeki çok sayıdaki tekrardan biliyoruz ki, sıralama, savcı Ergül’ünkinin tam tersidir. Gerçek şudur: Dört komutanlı (Örnek, Yalman, Fırtına, Eruygur) Sarıkız darbe planının rafa kaldırılmasından sonra Şener Eruygur, Sarıkız’daki hazırlıklardan da faydalanarak Ayışığı adını verdiği (sonraki aşamaları Yakamoz ve Eldiven) yeni bir darbe planının hazırlığına girişmiştir.

Aşağı yukarı aynı kelimelerle İkinci Ergenekon iddianamesinde defalarca tekrar edilen bu bilgi şöyledir:

“Söz konusu darbe planları incelendiğinde, ‘SARIKIZ’ kod adlı darbe planının, darbe öncesi ülkede darbe zemini oluşturmak için yapılması gereken faaliyetleri içerdiği, ‘AYIŞIĞI’ ve ‘YAKAMOZ’ kod isimli darbe planlarının ise darbenin bizzat aktif olarak nasıl ve ne şekilde yapılması gerektiğini, ‘ELDİVEN’ kod isimli darbe planının ise gerçekleştirilecek darbe sonrası yapılacak faaliyetleri kapsadığı anlaşılmıştır.”

Şimdi, bu kadar bariz bir bilgi yanlışı nasıl açıklanabilir? Savcı, iddianameyi hiç mi okumadı? Hadi ondan vazgeçtik, iki yıldır gazetelerde bu yönde çıkan haberlerden hiç mi haberi olmadı? Şimdi bu tuhaflığa bakıp da, dosyayla hiçbir ilgisi bulunmayan bir savcının böyle bir karar almasını yadırgayan hukukçulara hak vermemek mümkün mü?

-

Peki, o esnada biz ne yaptık?

Ogün Samast’ın “TMK mağduru çocuklar” için çıkartılan yasadan yararlanması ve böylece dosyasının Hrant Dink’in katline ilişkin ana davadan ayrılıp çocuk mahkemesine gönderilmesi, itiraf edelim, hepimizde bir yenilgi duygusu yarattı. Çok kızdık, çok öfkelendik.

Tamam, çokça yazıldığı gibi zaten mesele Ogün Samast meselesi değil “abiler” meselesi ama, yine itiraf edelim ki böyle diyerek rahatlayamıyoruz. Çünkü Ogün Samast adının sembolik önemi var ve ona ilişkin her gelişme, hepimizi ister istemez etkiliyor.

Tartışılan yasanın ardındaki siyasi gücün hükümet ve TBMM olduğunu biliyoruz, dolayısıyla şimdi onlara “bu yasayı niye böyle yazdınız” diye soruyoruz.

Hepimizi temsilen, Murat Belge’nin cümlelerini aktarıyorum:

“Taş atan bir çocukla taammüden adam öldüren (henüz ergenlik yaşına gelmemiş) biri arasında anlamlı ve inandırıcı bir ayrım yapmak, buna göre bir tanım getirmek, hukuk açısından, yasama tekniği çerçevesinde çok mu zor? Bunlar benim bildiğim, anladığım konular değil ama ‘hukuk’ denen şeyin bu kadar çaresiz ve bu kadar beceriksiz olabileceğini mantığım almıyor.” (Taraf, 30 ekim)

Doğru, yerinde bir itiraz... Rakel Dink de, her zamanki ciğerden haykırışıyla isyan etmişti yasayı çıkaranlara:

“Taş atan çocuklardan utanın. Bir insanı öldüren katil ile taş attığı için hapis yatan çocuk bir tutulur mu? Böyle yasa çıkartılır mı?”

Hiç şüphesiz asıl sorumlu o yasayı öylece çıkaranlardır. Fakat ben kendimize de hiç değilse bir iğne batıralım derim.

Bizler, gazeteciler, o yasanın hazırlanış sürecini bu gözle izledik mi? Uyarılarda bulunduk mu? Süreci bu gözle izleseydik ve olacakları zamanında fark edip kamuoyunda duyarlılık yaratmaya çalışsaydık, sonuç böyle mi olurdu?

TARAF