“Darbe girişimi suç değildir” lobisi, tam düşündüğüm gibi atağa kalktı..

Alper Görmüş

27 Ocak ve 3 Şubat’ta bu sayfada yayımlanan iki yazıda, “darbe girişiminde bulunmanın suç teşkil etmeyeceği” yönünde bir kamuoyu yaratmak üzere girişilen “entelektüel” çabalara dikkat çekmiş; o günlerde parmakla gösterilebilecek kadar az olan bu çaba sahiplerinin yakın bir zamanda bir “lobi” teşkil edebileceğine dair endişelerimi dile getirmiştim.

Ümit Kardaş’ın geçen hafta Taraf’ta yayımlanan “Darbeye destek ifade özgürlüğü müdür” başlıklı yazısı, konuya bir kez daha dönmemi gerektirecek nitelikteydi. Kardaş, yazısının başlığından da anlaşılabileceği gibi daha çok, giderek genişleyen bu literatürün “soft” kısmıyla hesaplaşıyor. Ne demek istediğimi, o yazıdan aldığım bir paragraftan sonra açıklamam daha doğru olacak... Şöyle diyor Kardaş:

“Son zamanlarda bazı akademisyen ve gazeteciler, darbe istemenin ve bunu kamuoyu ile paylaşmanın ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini söylüyorlar. Ordunun, demokratik rejimin organlarına karşı darbe girişimi nasıl suç içeriyorsa, bunu destekleyen faaliyetler de ifade özgürlüğü dışında kalan ve suç oluşturan eylemlerdir.”

Gördüğünüz gibi Ümit Kardaş, “Ordunun, demokratik rejimin organlarına karşı darbe girişimi”nin suç kabul edildiğini, burada bir tartışma olmadığını imâ ettikten sonra, bazı akademisyen ve gazetecilerin “darbe girişimi”ni desteklemenin suç teşkil etmeyebileceğine ilişkin değerlendirmeleriyle hesaplaşmaya girişiyor.

Hiç kuşkusuz Kardaş’ın dikkat çektiği nokta da çok önemli ama bence yalnız başına ele alındığında, şu tuhaf darbe tartışmalarının odaklandığı asıl amacı perdeleme gibi bir işlev görmesi işten bile değildir.

Biraz karışık oldu galiba, bu noktada bir özet yapayım: “Darbe” kelimesiyle “suç mu” sorusunun birlikte yer aldığı tartışma iki düzeyde yürütülüyor: Ümit Kardaş’ın ele aldığı düzey ve Mümtaz Soysal, Hüsamettin Cindoruk gibi hukukçuların başlattığı ve günümüzde “lobileşmeye” başlayan insanların savunduğu düzey. Benim için çok daha önemli olan bu ikinci düzeyde, bırakın “darbeye destek”in suç olup olmadığını, bizzat darbe planlayan generallerin bile hiçbir suç işlemediği savunulabiliyor.

Tolon’un “ikrarı”nın anlamı?


Konuya ilişkin olarak yazdığım ilk yazıda (“Bekliyoruz: ‘Darbe girişimi suç değildir’de Kanadoğlu formülü?”), Soysal ve Cindoruk gibilerinin “tanklar harekete geçmeden darbe suçu olmaz” türünden (mealen aktarmıyorum, bu kelimelerle anlatıyorlar) muhteşem bir mantık sergilediklerini hatırlatmıştım. Burada amaç, yakında besbelli “darbe girişimi”yle suçlanacak olan iki generalin, plan yapmış olsalar bile suç işlememiş oldukları yönünde kamuoyu yaratmaya çalışmaktı.

Nitekim ikinci iddianame geldi, bu iddianameyle Ergenekon davasının ana eksenine “darbe girişimleri” oturdu ve her şey netleşti.

Aslında, yeni iddianamede “darbe girişimleri”nin odağa oturacağını ve kendilerinin esas olarak bununla suçlanacaklarını bizzat iki general de biliyordu ve Hurşit Tolon, savcılık soruşturmasında bu bilgiyi hesaba katarak çok riskli ve çok kritik bir adım atmıştı.

3 şubattaki yazımda (“Tolon, Darbe Günlükleri’ni doğrulamayı ne pahasına göze almış olabilir?”) Tolon’un bu adımını tahlil etmiş ve bunun “dışarıya” verilmiş bir mesaj olabileceği ihtimali üzerinde durmuştum.

Hatırlayanlar olacaktır, o yazıda, Tolon’un Darbe Günlükleri’nin Nokta’da yayımlanmasından hemen sonra Sabah’a (5 Nisan 2007) verdiği “bunlar sahte” içerikli demeçle, savcılık sorgusunda verdiği ve Hürriyet’in yayımladığı (8 Temmuz 2008) bir ifadeyi karşılaştırmıştım. O ifade şöyleydi:

“Kamuoyunda darbe günlükleri olarak bilinen günlüklerde benimle ilgili kısımlarda herhangi bir yanlışlık görmediğim için bu konuda tekzip yapma ihtiyacı hissetmedim. Çünkü herhangi bir şekilde kişilik haklarım zedelenmemişti.”

Şimdi, ikinci iddianamede, savcılar, Tolon’un bu ifadesine özel bir gönderme yapıyorlar ve biz de Hürriyet’in haberinin doğru olduğunu anlıyoruz.

Fakat işte tam bu noktada çok ilginç bir şey çıkıyor karşımıza... Tolon, Nisan 2007’de külliyen “sahte” dediği bir metnin kendisiyle ilgili bölümünü “darbe girişimi” suçundan yargılanacağını anlayınca neden kabul etti? Şimdi artık iddianamede de karşımıza çıkan o bölüm ki, Tolon’un (ve tabii birçok komutanın) darbe yanlılığını çok net bir biçimde gösteren 3 Aralık 2003 tarihli “büyük komutanlar buluşması”ydı. Radikal’in üç gün önce (28 mart) manşetten bir kez daha hatırlattığı o toplantıdaki ağırlıklı düşünce “hükümeti devirelim”di ve bu arzu toplantıya başkanlık eden Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün iradesi sayesinde kuvveden fiile çıkamamıştı.

Tolon’un bu toplantıdaki kendi sözlerini kabulüne dönersek... Tablo şu: Siz, size bir suç isnat edenler karşısında bir belgeyi doğruluyorsunuz ve böylece o suçu kabul ediyorsunuz.

İşte 3 şubat tarihli yazımda belli ki düşünülüp taşınılarak alınmış olan bu kararın arkasındaki rasyonaliteyi anlamaya çalışıyordum. Aklıma gelen tek şey de, bunun, “Beni darbeden yargılatmayın” mesajı olma ihtimaliydi: “Benim darbe planlamaktan yargılanmamı ve ceza almamı engellemezseniz, kendimle birlikte sizi de yakarım.”

Bence “darbe girişimi suç değildir” lobisini harekete geçiren asıl güç, Tolon ve Eruygur’la birlikte yanmak istemeyen eski generaller, yüksek rütbeli komutanlar, ve askerler ne yaparlarsa yapsınlar onların sivil mahkemelerde yargılanmasını “fena” bir şey sayan “yüksek rütbeli siviller”den oluşuyor.

Bakalım başarılı olabilecekler mi?

--------------------------


Margaz’dan bildiriyorum ve bilhassa “darbeder” kentlilere bildiriyorum...

Bir seçimi ilk defa bir köyde idrak ettim. İki yıldır yaşadığım Margaz (resmî adı Üzümlü ama birçok yerde olduğu gibi köyümüzde ve çevresinde de insanlar “kadim” ismi tercih ediyorlar), Antalya ilinin Kaş ilçesinin Kalkan beldesinin bir köyü.

Oy vermeye öğle saatlerinde gittim, tahmin edebileceğiniz gibi bütün sandıklar köydeki tek ilköğretim okulundaydı.

Bizim köyde yazın hemen hemen her hafta sonu bir düğün vardır ve bütün düğünler köyün güreş sahasında yapılır. İşte o düğünlerden âşina olduğum iskemleler bu defa yarı-düzenli bir tarzda okulun bahçesine dizilmişti ve köyün erkeklerinin büyük bir bölümü oturmuş sohbet ediyor, bir yandan da oy vermeye yeni gelenlerle selamlaşıyorlardı. Belli ki oy vermek için ev halkını getirenler, onları yolcu ettikten sonra okuldan ayrılmıyor, orada kalıyorlardı. Öğleden sonra gitsem okul bahçesinin çok daha kalabalık olacağı muhakkak.

Besbelli bayram yeri gibi, düğün alanı gibi algılanıyor sandık mekânları... Zaten herkes “düğün kıyafetleri” içinde ve ortada açık bir coşku hali var.

Seçim gününü böyle bir ruh haliyle yaşayan insanların, sandığı önlerinden kaldırmak isteyenlerle hiç işlerinin olmayacağını kolayca tahmin edebilirsiniz. Nitekim ben bugüne kadar, hangi partiyi tutarsa tutsun, hiçbir Margazlının ağzından “bu işi asker paklar” gibi bir şey duymadım.

Şükrü Erbaş, bir metafor fırtınası gibi olan “Köylüleri niçin öldürmeliyiz” şiirinin bir yerinde (ki, köylü cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, hakiki anlamında kendi canına (da) kast ettiğini sanarak ağzının payını vermişti şairin) şöyle der: “Köylüleri niçin öldürmeliyiz? / çünkü onlar yanlış partilere oy verirler...”

Etrafımda, artık lafını hiç sakınmadan darbeyi savunan okumuş-yazmış bir sürü kentli insan var. Onlar pazar günü bizim köyde olsalar ve benim gördüklerimi görselerdi, köylülerin neden öldürülmesi gerektiğine dair argümanlar dizisinin başına eminim, önlerinden sandığı almak isteyenlere karşı en küçük bir sempati beslemiyor oluşlarını koyarlardı.

Margaz’da iyice anladım ki, hep denildiği gibi bu ülkenin bir “cehalet” sorunu yok; fakat bir okumuş-yazmışlar sorunu var.

TARAF