Bekir Berat Özipek / Serbestiyet.com
Bugüne kadar yapılan bütün darbe ve muhtıraların, 1960, 71, 80, 97’nin ve daha sayısını unuttuğumuz müdahalelerin “laiklik” adına yapılmış olması -ya da en önemli gerekçelerinden birinin laiklik olması- teokratik rejimleri ve dini diktatörlükleri haklı çıkarmadığı gibi, -en azından başlangıcı itibariyle- bu yapının da dini bir kaynağa referansı Türkiye tarzı baskıcı/despotik laikliği ve Kemalist otoriteryenizmi haklı çıkarmıyor.
Bugünlerde TV’lerde Türkiye usulü baskıcı ve otoriter laikliği savunanlar, Gülenist Darbeci Çetenin dayandığı cemaat yapısına bakarak, yaşananların kendilerini haklı çıkardığını kanıtlamaya çalışıyorlar. “Bu dinci bir darbe girişimidir” diyerek, fırsattan istifade Türkiye’deki devletin baskıcı laiklik pratiğini meşrulaştırmaya çalışıyorlar.
Oysa yaşananlar, tam da savundukları ve değişmesine karşı çıktıkları sistemin bir sonucu. Türkiye’deki Kemalist sistemi ve onun baskıcı laiklik anlayışını haklı çıkarmak bir yana, tam da onun ürünü.
Bugüne kadar yapılan bütün darbe ve muhtıraların, 1960, 71, 80, 97’nin ve daha sayısını unuttuğumuz müdahalelerin “laiklik” adına yapılmış olması -ya da en önemli gerekçelerinden birinin laiklik olması- teokratik rejimleri ve dini diktatörlükleri haklı çıkarmadığı gibi, -en azından başlangıcı itibariyle- bu yapının da dini bir kaynağa referansı Türkiye tarzı baskıcı/despotik laikliği ve Kemalist otoriteryenizmi haklı çıkarmıyor.
Türkiye’de laiklik, hiçbir zaman devletin dinler ve inançlar karşısında eşit mesafede durması anlamına gelen liberal tarafsızlık ilkesine veya evrensel anlamıyla din ve vicdan özgürlüğüne uygun biçimde anlaşılmadı, içeriklendirilmedi ve öyle uygulanmadı.
Tersine, devlet eliyle din alanının yukarıdan aşağıya zorla biçimlendirilmesi, din ve vicdan özgürlüğünün devlet eliyle sistematik biçimde ihlal edilmesi şeklinde kurumsallaştırıldı ve öyle uygulandı. Bundan da sadece Sünni çoğunluk değil, Aleviler, Hıristiyanlar, Museviler, diğer inanç grupları ve dine inanmayanlar da zarar gördü. Sadece radikal fikirli dindarları değil, ortalama adalet duygusuna sahip milyonlarca insanı tepkisel savruluşlara iten zalimlikler laiklik adına yapıldı bu ülkede. İnsanlar inançlarını gizlemek zorunda kaldı. Devlet onları döven sopanın adıydı ve dayak yemekten kurtulmak için devleti ele geçirmeyi öneren karanlık unsurların peşinden gitmeleri çok zor olmadı.
Her toplumda tuhaf dini liderler veya kurtuluş vadeden vaizler çıkar. Tıpkı halk, ulus, sınıf veya ırk adına kitleleri peşinden sürükleyen örgütler gibi. İster laik olsun ister dini, bu tür örgütlerin yeşerdiği ortam, ağır bir yapısal adaletsizlikle malul baskı ortamlarıdır. “Ortadoğu’daki örgütler, içinde doğdukları devletlere benzerler” diyor bir siyaset bilimci. Türkiye’de bugüne kadar kurulmuş dini veya seküler yasa dışı örgütlere bir bakın, onların mücadele ettikleri devlete benzediğini göreceksiniz.
Kürt meselesinde de aynısı olmadı mı? PKK’nın varlığı devletin “ulus oluşturma” adına yaptığı Türkleştirme politikaları dahil bütün bir Kürt politikasını haklı mı çıkarır, yoksa tam da onun bir ürünü müdür?
Türkiye’de dini veya seküler, sağ veya sol herkes devleti ele geçirmeye çalışıyorsa, orada mercek altına alınması gereken sorun, devletin niteliğidir. Yapılması gereken, toplumun hiçbir kesiminin karşı karşıya bulunduğu sorunu çözmek için devleti ele geçirmek zorunda hissetmemesini sağlamaktır. Bu da bütün vatandaşlara eşit mesafede duran, onların hayat, hürriyet ve mülkiyet haklarını garanti altına alan tarafsız devlettir. Öyle bir sistemde zamanla devlet tartışma konusu olmaktan da çıkacaktır.
Kısacası çözüm baskıcı devlet pratiğine dönmek değil; çünkü bakmasını bilen için, sorunun kaynağı tam da o.
Eğer bu ülkede din ve vicdan özgürlüğü herkes için gereği gibi kurumsallaştırılmış olsaydı bu sorunları bu ölçüde yaşamıyor olacaktık.
Örneğin, eğer Türkiye’de baştan beri askeri liselere girişte ideolojik ve dini arkaplana bakılmamış olsaydı, sadece liyakat esasına dayanılmış olsaydı, toplumsal çoğulculuğun oraya yansıması engellenmeseydi, heterojen bir yapı ortaya çıkacak ve hiçbir grubun orada abartılı bir ağırlık sağlaması da mümkün olmayacaktı.
Google’da “askeri liselere giriş ve imam hatip” yazın, karşınıza yıllardır dile getirilen haklı bir şikayet seli bulacaksınız. Eğer askeri liselere girişte İmam Hatip yasağı olmasaydı, daha çocukların kitapçıkta işaretleyecekleri “mezun olunan okullar” seçeneğinden bile o okullar çıkarılmamış olsaydı, Gülenist Darbeci Çete’nin kurumda bu ölçüde ağırlığı da olmayacaktı. Çünkü onların en az nüfuz edebildikleri okullar İmam Hatiplerdi, “çağdaş, laik eğitim kurumları” değil.
Peki çözüm orduyu sadece Kemalistlerden, İmam Hatiplerden, laiklerden, Alevilerden, Kürtlerden oluşturmak mıdır? Hayır, hepsinden oluşturmak; ayrımcılık yapmamak ve bu toplumdaki bütün renklerin kuruma yansımasına izin vermektir.
İhtiyacımız olan, geçen yüzyılın baskıcı despotik alaturka laikliği değil; din ve vicdan özgürlüğü, çeşitlilik, çoğulculuk ve liyakattir.
En sağlam sigorta, er veya geç keşfedeceğimiz “adalet normu” budur.