Fişlenen ve “Darbe sonrasında kalemi kırılacak”lar listesine yazılan farklı görüşte 36 gazetecinin (ki bunlardan Agos Gazetesi yazarı Hırant Dink malum öldürüldü) ortak noktası nasıl “demokrasi” ise, “Balyozcular Taifesi”nin ortak noktası da, halk iradesine boş vermişlik ile 950 öncesini hasretle yâd etmek, o dönemde her şeyin çok güzel olduğu yolunda görüş belirtmektir...
Oysa 950 öncesi gerçeği, söylediklerinin tam tersidir...
O dönemi övebilmek için, ya “memur çocuğu”, ya da “CHP önderlerinden birinin çocuğu” olmak gerekiyor... Son ihtimal: İdeolojik saplantı içinde bulunmak...
Emeği, ekmeği, özgürlüğü değil, ideolojiyi öncelemek... Zaten CHP de ideoloji öncelikli bir yönetim kurmuştu. Ezan gibi ezan yasak, hac yasak, çocuklara din dersleri vermek yasak, Türk sanat musikisi yasak, Selçuklu ve Osmanlı tarihi yasaktı!
Camiler satılıyor, kiralanıyor, CHP merkezi olarak kullanılıyordu. Ayrıca ders kitaplarında inkâr fırtınaları estiriliyor, Kur’an’ın “Muhammed’in fikirleri” olduğu belirtiliyordu.
“Balyoz Harekâtı”na zemin hazırlamak için gereken kargaşayı çıkarma babında birkaç büyük camie bomba koymayı tasarlamaları, o günlerden kalma bir alışkanlık olsa gerektir.
Bunu kimse “savaş oyunu” diyerek geçiştirmeye kalkışmasın; vatandaşın canına, malına, camiine, ezanına ve Kur’an’ına ilişme tasavvurunu hiçbir gerekçe mazur gösteremez.
Hiçbir devlet kurumu vatandaşına komplo kuramaz. Başka işiniz mi yok sizin? Dağlarımızı ve şehirlerimizi terör götürüyor. Gencecik çocuklarımız şehit oluyor. Maharetinizi de, marifetinizi de, kurmaylığınızı da orada gösterin! Planlarınızı “Halkı hizaya getirmek” üzerine değil, terörü yok etmek üzerine yapın! Size bunun için para veriyoruz!
Gelelim özledikleri eski CHP dönemine...
Ah o günler!.. Köy çocukları, yeterince beslenememekten dolayı şişen karınlarını tutup kırk yamalı giysileriyle birlikte tüm varlıklarını saklama ihtiyacı içinde ürkek ürkek bakınırken, memur, ya da “CHP çocukları” (kısaca), cicilerini savura savura şehir meydanında özgürce oynarlardı.
Onları gören tüm şehrin içindekilerle birlikte babalarının tapulu malı zannederdi: Öylesine şımarık, öylesine umursamaz, öylesine savruktular.
Merakımı fısıltıya gömüp, anneme “Kim bunlar?” diye sorduğum gün, kurtlanan bağırsaklarımı kurtlardan arındırmak için yarı zorla doktora götürüldüğüm ve CHP iktidarının “Her derde deva” olarak köylüye sunduğu “İngiliz tuzu”nu öğüre öğüre içtiğim gündü.
“Ağa çocukları” demişti annem, hafiften iç çekerek.
Daha önce sorduğum için “Ağa”nın ne anlama geldiğini biliyordum. Onlar zengindi, memurdu, mâmurdu, beydi; onlar her şeydi...
Onlar vali idi, kaymakamdı, nahiye müdürüydü, başkandı, şube ve belediye reisiydi, kumandandı...
Biz ise gariban köylülerdik. Köylülerin gayr-i resmi olarak ağaların her türlü çağrısına uyma zorunluluğu vardı. Çağrıya uymayanın başına bin türlü belâ gelirdi. Askerliğinizi yeni yapmış olsanız da, defterinizi dürerler- tekrardan askere gönderirlerdi. Ölümüne çalışıp zar-zor denkleştirerek ödediğiniz vergi borcunuzu tekrar ödemeniz için jandarma destekli tahsildarı kapınıza gönderirler, odanızdan yatağınızı, ahırınızdan dananızı çıkarır, tepenizdeki damın kiremitlerini indirirlerdi:
“Vergi borcuna mahsuben el koyuyorum!”
Köylü çaresizlik içinde boyun büker, en fazla da, “Ellerin kırılsın inşallah” diye için için beddua ederdi.
Direnmeniz halinde belayı büyütürler, bu kez, “Hazine arazisi” iddiasıyla atadan kalma toprağınızı elinizden alırlardı. Aç kalırdınız. Kimsenin umurunda olmazdınız (garip gurabaya kömür filan dağıtılmasına neden karşı çıktıklarını şimdi anlıyor musunuz?).
Ağaya-Paşaya direnenleri, bir bahane ile karakola çektirip eşek sudan gelene kadar dövdürürlerdi. Üstelik bu karakol ziyaretlerini her hafta tekrarlatabilirlerdi...
Aslına bakarsanız, köylülerin en fakir kesimi (ki çoğunluğu teşkil ediyordu) ağaların imecesine (gönüllü katkılarla topluca yapılan iş) gitmeye gönüllüydü. Neden derseniz, ancak ağaların imecesinde kursaklarına doğru düzgün yemek giriyordu. Ancak ağaların imecesinde karınları tıka basa doyuyordu.
“Ağanın imecesinde öyle bolluk vardı ki, makarnayı ekmeksiz yedik” sözü, çocukluğumun atasözlerinden daha yaygın bir sözdü.
Kısacası, benim çocukluğumda yalnızca memurlarla Halkçıların (CHP önderleri anlamında) karınları doğru düzgün doyardı. Bazıları ise sözün tam anlamıyla, bir elleri yağda, bir elleri balda yaşarlardı. Halk ise alabildiğine yoksuldu, alabildiğine fakirdi, alabildiğine garibandı; neredeyse bir dilim ekmeğe muhtaçtık.
Devir, sözün tüm açılımları itibarıyla “fakr-ı mutlak” devriydi. Şekersizlikte ramazan baklavalarına üzüm pekmezi katılıyor, çay bulabilen bahtiyar, çayını kuru üzümle tatlandırıyordu...
“Köylü şeker bulamıyor Paşam” diye arz ettiklerinde, Milli Şef İsmet İnönü’nün şöyle buyurduğu rivayet ediliyordu: “Şeker bulamayan pekmez kullansın!” (“Halk ekmek bulamıyorsa pasta yesin” diyen Fransız Kraliçesi Mary Antoinet miydi?).
Pekmezi olmayan ne yapsın peki, ölsün mü?.. Şekersizlikten kim ölmüş ki? Şekersizlikten değil, ama doktorsuzluktan, ilâçsızlıktan ölüyorduk.
Köylü sefil, köylü aç, köylü bîilâçtı. Çocuklar, beslenme yetersizliğinden dolayı şiş karınlıydı. Çöp bacaklarına ağır gelen şiş karınlarıyla yalpalayarak yürürlerdi. Anadan yarı üryan halde oynar, altı delik çarıklarıyla kar üzerinde yürüyüp izlerini belli ederlerdi.
Annelerimizin evlerdeki el tezgâhlarında dokudukları kumaşı denize indirip beyazlatana kadar deniz suyunda yıkar, elbise yerine onu giyerdik. CHP yönetimi sayesinde, takım elbise köylülerin rüyasına bile girmezdi. (Koca köyde tek bir takım elbise varmış, o da köy camiinin oturma odasında asılıymış. İlçeye, daha doğrusu “hükümete” işi düşen onu giyer, huzura öyle çıkarmış).
Ezan-Kur’an yasağını (Din eğitimi anlamında), hac yasağını, jandarma-tahsildar korkusunu bu yoksulluğa katın. Ardından da yıkıma terk edilen, kiralanan, hatta satılan camiler listesini ekleyin...
Böylece, 950 öncesi gerçeğine birazcık ulaşmış olursunuz.
Ama eminim bu gerçekler cuntacılara bir şey anlatmıyor. Onlar hâlâ “Türkçe ezan” derdinde.
VAKİT