Daha Gidecek Çok Yolumuz Var

MUSTAFA SİEL

Hayat Devam Ediyor

Filistin ve Suriye’de acılar, katliamlar, yokluklar ve yoksunluklar devam ediyorken, Türkiye’de de normal hayat devam ediyor.

Evlilikler, doğumlar, mezuniyetler, iş ve aş derdi, cenazeler; biteviye devam ediyor, hem de hiç ara vermeksizin.

Yunus Emre’nin sekiz yüz yıl önce dönüyor dediği dönme dolap hala dönüyor. Hala nice canlar geliyor, nice canlar gidiyor, imtihan çarkı durmaksızın devran ediyor.

Kendi Gerçekliğimizden Kopmamak

Elbette bakışlarımızın ufukları Filistin ve Suriye olmalı, kalbimizin bir yanı bu acılarla dağlanmalı; bu acıların hafifletilmesi, Müslümanların ve tüm mazlumların dünyevi ve uhrevi kurtuluşu ve başarısı için üzerimize düşen her şeyi yapmanın gayretinde olmalıyız.

Fakat bu acı gerçekliklerle yüzleşirken, içinde bulunduğumuz kendi gerçekliğimizden kopmamalı, bizi aslında her yönden sımsıkı kuşatmış olup, kesintisiz ve koşasıya devam eden (gerçek) hayatı ıskalamamalıyız. Aksi halde hayatta bizi ıskalar, bizler Filistin ve Suriye’ye uzanmaya çırpınırken, bizi bir çırpıda kendi gerçekliğimizin dışına atıverir.

İçinde Bulunduğumuz Bir Sel Gibi Akıp Giden Hayata Müdahil Olmak

En önce, ister istemez içinde bulunduğumuz, biz farkında olsak ta olmasak ta, rıza göstersek te göstermesek te bir sel gibi sürükleyen en yakınımızdaki hayata müdahil olmak durumundayız, her anında ve her alanında. Zaten bu hayat seli içinde birey, aile ve cemaat bazında ayakta ve en azından bulunduğumuz mevzide duramıyorsak, ne Suriye’ye nede Filistin’e faydamız olmaz.

Bu nedenle ne Suriye ve Filistin’i ihmal etmeliyiz, ne de eşlerimizi, çocuklarımızı, ana babalarımızı, akrabalarımızı. Çünkü biz onları ihmal edersek, onlarda bizi ihmal ederler ve dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan da oluruz.

Biz Filistinli ve Suriyeli çocukların durumuyla (haklı olarak) dertlenirken, bir de bakarız ki kendi çocuklarımız, kendi beldemizdeki Esed ve Abbas tipi liderlere potansiyel birer asker, en azından lümpen ve tepkisiz tipler olmuşlar.

Ya Değiştirmeye Cehdedeceğiz, Ya da Biz Değişeceğiz

Eskiden adeta parola haline getirdiğimiz hikmetli bir sözümüz vardı, inandığı gibi yaşamayan, yaşadığı gibi inanır diye. Bu hikmetli sözün hadis olup olmadığı tartışılırdı ama içeriğinin doğruluğu konusunda kimsenin itirazı yoktu.

Genelde, inandığı gibi yaşamak pasif bir eylem olarak anlaşılmakta, kişinin kendisi üzerindeki bir tasarruf olarak algılanmaktadır. Oysa, inandığı gibi yaşamak sadece bireysel bir durum olmayıp, toplumu değiştirme çabasını da ihtiva eder. Zaten böyle bir çabası olmayanın, inandığı gibi yaşaması söz konusu değildir.

Bunun iki nedeni var. Birincisi, inancı ona toplumu değiştirme çabasını (cihadı) emretmektedir. İkincisi, kişi toplumu değiştirme cehdine girmese bile, toplum mutlaka onu tekrar kendine benzetmek isteyecek ve benzetecektir. Nitekim 7.Araf Suresi 88. ayette kavminin Şuayb (as) ve ashabını buna zorladığını görüyoruz.

Burada toplumu değiştirmek kastımız bir sonuç değil, toplumu değiştirmek için, kesintisiz ve son nefese kadar değiştirme cehdini ve çabasını göstermektir. Çok açık bir husustur ki, ya toplumu değiştirmeye cehdinde oluruz, ya da toplum bizi değiştirir. Toplumu / hayatı değiştirmek elimizde değil, lakin değiştirme cehdi elimizde. Altından kalkamayacağımız bir sorumlulukla değil, sadece nefsimizin hevasını aşarak gerçekleştirebileceğimiz bir sorumlulukla yükümlüyüz.

Netice olarak, sözümüzü şu şekilde açarsak daha doğru olur kanaatindeyim. İnandığı gibi yaşamaya ve içinde yaşadığı toplumu inancına göre dönüştürmeye çalışmayan, eninde sonunda içinde yaşadığı toplum gibi inanmaya (ve yaşamaya) başlar.

Cemaatleri İhmal Etmemeliyiz

Türkiye’de İslam’ı yaşama ve yaşatma iddiasında bulunanlar sadece Kur’an ve sahih sünnet odaklı İslam ekolünün mensupları olan bizler değiliz. Geleneksel, geleneksel ile Kur’an ve sünnet karışımlı, tasavvufi vs. pek çok ekol ve cemaat var bu meydanda.

Bu ekol ve cemaatlerin İslam’ı anlayışları Kur’an ve sahih sünnet anlayışımıza az yada çok zıtlıklar içerse de, hepsinin en az bizim kadar iyi niyetli, samimi olduğunu kabul etmek durumundayız. Kur’an ve sahih sünnete dayalı İslam anlayışımızın (eksiklerimizle beraber) onlardan daha doğru olduğu konusunda (haklı olarak) ısrarcı olabiliriz ama,  diğer ekol ve cemaatlerin İslam’ı yaşama ve hizmet niyetlerini sorgulamaya hakkımız yoktur.

Bu ekol ve cemaatlerle, İslam’a hizmet niyet ve duyarlılığı ile İslam’ı anlayışımız ve pratiğimiz anlamında mevcut müştereklerimiz çerçevesinde ortak zeminler ve alanlar oluşturarak, bir diyalog ve işbirliği içine girmeye gayret etmeliyiz. Onları kendimize rakip değil, refik (yoldaş) görmeli, yok edilmesi gereken değil, ıslah edilip yoldaş olacağımız unsurlar olarak görmeliyiz.

Bu günlerde kuracağımız sağlıklı ilişkiler, öncelikle sahih İslam’ın bu cemaatlere ulaştırmamızda ve bu yapıların tüzel kişiliklerini yitirmeden içten içe olumlu yönde değişmelerine zemin oluşturacaktır. İleride de, eğer devlet yönetiminin İslamileşmesi söz konusu olursa, karşımıza birer rakip olarak değil, ortak olarak yer almalarına vesile olacaktır.

Eğer ilerideki muhtemel süreçlerde, Mısır’da olduğu gibi Sisi’yi destekleyen Selefiler yada Türkiye’de olduğu gibi Erdoğan Gülen çatışmasına benzer durumlar yaşamak istemiyorsak, şimdiden tüm cemaatlerle yapıcı ve sürekli ilişkiler geliştirme sürecine girmeliyiz.

Terk Edilen Hiçbir Meydan Boş Kalmaz

Halk kitlesinin İslam anlayışı üzerinde bizlerin kısmen, diğer cemaatlerin daha ağırlıklı etkileri olsa bile; kabul etsek te etmesek te, genel halk kitlesi üzerinde İslam’ın ne olduğu ve nasıl yaşanması gerektiği konusunda en önemli ve neredeyse rakipsiz etkiye sahip olan kesimi İmamlar ve İlahiyatçılar. İmamlar cemaat bazında, İlahiyatçılar ise özellikle İmam Hatip öğrencileri ve kısmen tüm okullarda etkiye sahipler.

Din adamı anlayışının İslam’a aykırılığı ile din adamı sınıfına girenlerin yetersizlik, çapsızlık ve ihlassızlıkları hiç üzerinde durulmayacak kadar açık bir vakıa. Lakin halkımızın, kendisinin de genelde eleştirdiği bu din adamlarını hala İslam’ın neredeyse yegâne sözcüsü ve temsilcisi gördüğü de bir vakıa.

Bu güne kadar gerek rejimle olan konumları, gerek İslam’a aykırı din adamı anlayışlarına ve gerekse din adamı olarak arzı endam edenlerin ekseriyetinin çapsızlık ve yetersizliklerine karşı duyduğumuz haklı tepki nedeniyle genelde bu camiadan uzak durmamız, kendimiz ve çocuklarımızın bu alana girmeyişi; maalesef meydanın hep yetersiz ve çapsız kişilere kalmasını ve halkımızın zaten yanlışlarla malül din anlayışının yerinde saymasına ve hatta iyice gerilemesine sebep olmuştur.

Oysa 30 – 40 yıldır bu alanı bizler ve çocuklarımız doldursak ve hakkını verebilse idik, muhtemelen halkımızın din anlayış ve uygulamaları yönünden çok farklı noktalarda olurduk.

Bu nedenle ivedilikle bu hatadan vazgeçmemiz, hiç olmazsa gelecek neslimizi İmam Hatip Okullarına ve İlahiyat Fakülteleri ile kamusal din hizmetleri alanlarına yönlendirmemiz gerekmektedir. Bu kadrolara ehil kişilerin gelişine kadar geçecek geçiş sürecinde de İmamlar ve İlahiyatçılarla ilişkilerimizi düzeltmemiz ve geliştirmemiz, onların kendilerini geliştirmeleri ve halkımıza İslam’ın doğrularını aktarmaları için ciddi çabalar göstermemiz, onlarla sahih İslam’ı halkımıza ulaştırabileceğimiz işbirliği imkanlarını araştırmamız gerekmektedir. Bu alanda yapacağımız çalışmalar, hem tez zamanda etkilerini görebileceğimiz, hem de orta ve uzun vadede çok ciddi ve kalıcı etkilerini göreceğimiz çabalar olacaktır inşaallah.

Camiler Ve Cemaatini Unutmayalım

Artık şu gerçeği kabullenmeliyiz. Din adamları kesimini dışlayarak ve camiler ve cemaatlerinden uzak kalarak kitlesel bazda ciddi etkiler oluşturabilmemiz, Türkiye şartlarında neredeyse imkânsızdır.

Bu nedenle sadece din adamları alanına girmek ve bu kesimle ilişkilerimizi geliştirmekle yetinmemeli, mutlaka cami ve cemaati ile olan ilişkilerimizi de geliştirmeliyiz. Türkiye şartlarında cami ve cemaat eksenli bir İslami hareket mümkün değilse de, cami ve cemaati tamamen terk ederek hiç mümkün değildir.

Elbette mevcut haliyle camiler ve cemaatinden çok şeyler bekleyemeyiz. Lakin bizleri ve söylemlerimizi tanımaları, tebliğimizi ve şahitliğimizi sağlıklı bir şekilde ulaştırabilmemiz ve en azından karşımıza düşman bir unsur olarak çıkmamaları açısından bu ilişkilerin sağlıklı ve dengeli bir şekilde kurulması çok önemlidir. Ve belki de bu çabalarımız hiç ummadığımız olumlu sonuçlara da vesile olabilir.

Bu nedenle fırsat buldukça mahalle ve işyerimiz civarındaki camilerde vakit namazlarına iştirak etmeli, cami cemaatiyle en azından bir göz aşinalığı kazanmalıyız. Unutmayalım ki, İslam gerçeğini ulaştırmakla sorumlu olduğumuz muhataplarımızın en öncelikli kesimi cami cemaati olduğu gibi, Tayyip Erdoğan’ı kesintisiz 12 yıldır lider olarak seçen ve destekleyen, bu nedenle birilerinin bidon kafalı ve göbeğini kaşıyan adam diye küçümsediği kesimin omurgası da bu cami cemaatidir. İleri de devlet yönetiminin İslamileşmesi söz konusu olacaksa, buna onay ve destek verecek olan omurga kitlede budur.

Halkın İçinden Çıkıp Tekrar Halka Dönmek

Peygamberlerle ilgili tüm kıssalarda, her peygamberin kendi halkı içinden çıktığı ve kendisini tanıyan kavmine uyarıcı ve müjdeleyici olarak gönderildiği sıklıkla vurgulanır.

Bizlerde bu halkın içinden çıkmış halk çocuklarıyız. Yumurtadan çıkıp kabuğunu beğenmeyen civciv handikabına düşmeyerek, içinden çıktığımız halkımıza yabancılaşmadan ve söylem ile duruşumuzdan taviz vermeden mesajımızı iletmenin ve şahitlik etmenin çabasında olmalıyız, tıpkı peygamberler gibi.

Toplumun her kesimiyle irtibatımız ve ilişkilerimiz olmalı mutlaka. Her birimiz ister istemez, geçmişimizden gelen bir miras olarak yada şu anda bulunduğumuz durum itibarıyla, yatay ve dikey bazdaki toplum katmanlarından birindeyiz. Lakin bu katmanların içine kısılıp kalmamalı, diğer yatay ve dikey toplum katmanlarıyla mutlaka hikmetli ilişkiler, irtibatlar geliştirmeliyiz.

Sendika Veya Kulüp Değil, Cemaat Olmalıyız

İslam’ı sadece kendi cemaatimiz, ekolümüz yada içinde bulunduğumuz toplumsal katmanda yaşanan bir din olarak algılama gafletine düşmemeliyiz. Cemaat ve gruplarımızda her toplum katmanından bireyler, aileler ve gruplar olmalı mutlaka. Öğretmenler yada işçiler sendikasına yada şehir kulüplerine benzememeli birlikteliklerimiz.

Çalışmalarımız ders halkaları, gruplar ve cemaatlerimiz bazında kalmamalı, mutlaka halkın içine karışmalı, tebliğimizi tüm halk katmanlarına direkt ve dolaylı ulaştırmanın uğraşısında olmalıyız.

Elbette özel ders halkalarımız, seminer ve konferans gibi etkinliklerimiz devam etmeli, lakin sadece bu tür içe dönek ve kısıtlı katılımlı faaliyetlerle halkımız bazında bir dönüşümü sağlayamayız. Mutlaka geniş halk kesimlerini katabileceğimiz yeni vasıtalar geliştirmeli, yeni zeminler oluşturmalıyız.

Hak İçin Halka Rağmen Değil, Halkla Beraber

Tüm resuller ıslahı halkla beraber yapmaya çalışmışlar, hiç birisi halka rağmen bir şey yapmak gibi bir niyet taşımamıştır. Peygamberler halkla çatışmaz, toplumu zer (altın) ve zorla yönlendiren önderlerle ve bozuk fikriyatlarla mücadele ederler. Sonunda halklar ya ıslah olur, yada Allah helak eder. Peygamberler halkı ne zorlar, ne onları hileli yollarla (mekr ve keyd) kendilerine tabi kılmaya tevessül ederler. Peygamberler ne halka işkence eder, nede onların boğazını keserler. Çünkü onlar kadı değil davetçidirler.

Elbette toplumumuzun İslam’ı anlama ve yaşama ile ilgili çok çeşitli ve ciddi sorunları vardır. Lakin 7.Araf Suresi 164. ayette ifade edildiği üzere, en öncelikli görevimiz belki düzelirler (ıslah), bu gerçekleşmese bile bizlerin görevimizi yaptığımıza dair hesap günün beyan edeceğimiz haklı mazeretimiz olsun, bu arada sele kapılmadan en azından durduğumuz yerde durabilelim diye, halkımıza gerekli ve yeterli tebliğ ve şahitliğimizi mutlaka yapmak durumundayız. Lut (as) homoseksüellik gibi çok aşağılık bir çirkefliğin esir aldığı bir toplumu bile sonuna kadar uyarmışken, bizler toplumumuzu uyarmaktan nasıl vaz geçebilir ve umudumuzu kesebiliriz.

Halkın içine girmeden, İslam anlayışının ve yaşantısının meşru olan kısmını paylaşmadan ne mesajımızı ulaştırabilir, ne hakka şahitlik edebilir, dolayısıyla ne de halkımızda arzulanan yönde değişimi – ıslahı sağlayabiliriz. Bu nedenle halkımızla sahih ilişki alanları bulmalı, bu alanlarda oluşturacağımız meşru birlikteliklerle söylem ve şahitlik olarak mesajımızı ulaştırmalıyız. Halkla ilişkilerimizde ne tekfirci, ne de onların yanlışlarını söylem ve şahitlik bazında tasdik edici - teslimiyetçi olmamalıyız.

Jakobenliğin, velev ki iyilik ve ıslah adına bile olsa, her türlüsünden kaçınmalıyız.  100 yıllık batıcı laik zorbalığı kıyasıya eleştirirken, İslam adına da olsa zorbalık yakışmaz ve halkı ıslaha vesile olmaz. Jakobenlikle bir toplumun fesadına sebep olabilirsiniz ama, o toplumu asla ıslah edemezsiniz. Çünkü ıslah ancak toplumun gönüllü katılımının bulunduğu bir süreç ile gerçekleşebilir.

Meşru Her Alanda Kendi Kimliğimizle Var Olabilmek

Hem Filistin ve Suriye için meydanlarda olmalıyız, hem de düğün ve cenaze törenlerinde. Lakin bu alanlardaki mevcut gayri İslami yada bidat uygulamalara teslim olarak değil, her birisine tevhidi İslami kimliğimizi vurarak, tebliğimizi ve şahitliğimizi yerine getirmek için yer almalıyız tüm bu alanlarda. Ya biz sahih bir şekilde tertip etmeliyiz bu eylem ve törenleri, ya bu törenlerin en azından İslam’a aykırı bidatlerden ve açık haramlardan arınması için çaba göstermeliyiz, yada gerekirse bu törenleri boykot ederek göstermeliyiz tavrımızı.

Mesela cenazeler bizler için hem bir tefekkür vesilesi, hem de ölüm ve imtihan hususunda halkımızı uyarabileceğimiz en uygun vasatlardır aslında. İçerdiği bidat uygulamalara iştirak etmemek kaydıyla, katılmamız gereken cenaze törenlerine mümkün olduğunca katılarak, hem kendi tefekkür ve muhasebemizi yapmanın, hem halklı iç içe ölüm gerçeğini solumanın, hem de duygusal bazda en uygun ortamda halkımıza temel tevhidi mesajlarımızı vermenin çabasında olmalıyız.

Düğünlerin durumu maaselef içler acısı. En önemli toplumsal çekirdek olan ailenin teşkil edildiği ıslah edici olması gereken bu zeminler, maalesef fuhşiyat alanı haline dönüştürülerek ifsat edici zeminlere dönüştürülmüş durumda. Bizler topluma numune olacak düğünler gerçekleştirmek ve bu düğünlerde gerçekleştireceğimiz programlarla, düğünlerimizi aile, iffet ve tesettür konusunda bir uyarı vesilesi dönüştürülmeliyiz mutlaka. Bir şekilde dahil olmamız gereken düğünlerde en azından açık haramların işlenmemesi konusunda baskı yapmak ve olmuyorsa tavır almak suretiyle bu alanda da ıslah mücadelesinde bulunmak durumundayız.

Şeytan Ayrıntılarda Gizlidir

Şeytan ayrıntılarda gizlidir derler. Sadece sosyal ve siyasi mücadeleye / büyük resme odaklanmak ve hayatın / imtihanın ayrıntılarını ıskalamak, süreç içinde imtihan zeminimizin altının oyulması ve çökmesi neticesini doğuracaktır kaçınılmaz olarak.

İçimizdeki mankurtların gerçekleştirdiği yüzyıllık bir batılılaştırma operasyonu süreci sonunda ne Müslimlere ne de gayrimüslimlere benzemeyen melez bir toplum haline geldik. Aynen meşhur beyitte olduğu gibi hali pür melalimiz; bir elinde kadeh, bir elinde Kur’an, ne tam kafiriz, ne de gerçek bir Müslüman. İçkimi de içerim, namazımı da kılarım, denize de girerim, abdestimi de alırım diye hilkat garibesi bir İslam anlayışı revaç bulmakta gün geçtikçe.

Bu sefih dönüşümü planlayan mankurtlar, toplumumuzu sadece sosyal ve siyasi enstrümanlarla, zer (altın) ve zorla değiştirmediler. Belki daha fazla sanat adı altında şeytani yapıtlarla, şeytanın en çağdaş ve etkili araçları olan medya araçları ile bilinçaltına girip gizlice işgal ederek değiştirdiler. Mesela, televizyonun (ve özellikle yerli dizilerin) toplumun yozlaşmasına etkisi mi daha fazladır, rejimin sosyal ve siyasal baskı ve çabaları mı, üzerinde düşünülmeye değer bir husustur bence.

Medya denen, şeytanın günümüzdeki en önemli silahı habire atış yapıyor, köpeklerine salınıp taşların bağlandığı coğrafyamızda, adeta değneksiz köyde dolaşırcasına. Filimler, diziler, müzikler diğer medya araçlarından daha fazla etkili oluyor halkımızın deformasyona uğratılmasında. Bu alanlarda karşı hamleler geliştirmedikçe, halkımıza doğru ve güzel olanı sanatsal yapıtlarla sunmadıkça engel olmamız mümkün mü bu deformasyona?

Sadece Suriye Ve Filistin Yanmıyor, Evimiz Yanıyor

Evet Türkiye’de (şimdilik) katliamlar, can ve tecavüz korkusu, açlık gibi imtihan unsurları yok. Lakin Türkiye içten içe yanıyor. Şirk, ateizm, lümpenlik, gelir adaletsizliği, çıplaklık ve yoz tesettür, fuhuş ve zina, hayvani bir yaşam ve tüketim çılgınlığına kapılmış kitleler var evimizin içinde. Evimiz madden yanmıyorsa da, manen içten içe cayır cayır yanıyor.

Bu gidişe dur demenin, durdurmanın, engellemenin, evimizi içten dışa doğru ıslah etmenin derdinde olmalıyız mutlaka. Beğensek te beğenmesek te burası bizim evimiz ve her toplum mutlaka bir eve gerek duyar. Evinden ayrılan yol oğlu (ibnus sebil) olur ve zekata dahi hak kazanır.

İslam devletinden önce daha gidecek çok yolumuz, yapacak çok işimiz var. Bu yola düşer, bu işleri yaparsak, zaten özlediğimiz devlete giden yolumuzu açıyor ve döşüyoruz demektir ve bu yolda sabırla devam edersek inşaallah vakti saati gelince o hedefe de vardığımızı görürüz bir gün. Lakin bu yolları açıp döşemeden bir yerlere paraşütle inip İslam devleti kurduğumuzu sanırsak, paraşütle inenlerin top güllesiyle geldiği yere iade edildiğini de çok gördük ve hep göreceğiz.

Hülasa, öncelikle kendi evimizdeki manevi yangınları söndürmenin gayretinde olmalı, bu arada en yakınımızdan başlayarak tüm İslam beldelerindeki maddi yangınlara da çapımız ve imkanlarımız çerçevesinde el uzatmaya gayret etmeliyiz mutlaka. Birileri para, para, para demiş ya; bizler bunun yerine denge, denge, denge demeliyiz.