PKK’yı dize getirdik.” Pek çok kişinin şu anda böyle düşündüğüne şüphe yok. Atılan manşetlerden kurulan söylemlere dek bu anlamı çıkarmak çok da güç değil. Ancak PKK’yı sadece bir örgütten ibaret olarak görmek, bu örgütün halk tabanındaki karşılığını örgütü sindirerek yok edeceğini düşünmek, üstelik de bunu Kürt meselesini çözmek niyetiyle yapmak tam bir akıl tutulmasıdır. Allah aşkına yıllardır devlet zaten farklı bir şey mi yapıyordu ki?
Şahsen Kürtlerin sadece sivil mücadele yöntemlerini kullanmış olsalardı bugün siyasal anlamda daha çok mevzi kazanmış olacağına inanan biriyim. Yani “anılmazdı Kürdün adı, gerilla olmasaydı” diyenlere katılmıyorum.
Müslüman-Türk bir ailede yetişmiş biri olaraksa Öcalan’a ve söylemlerine sempati beslemem mümkün değil. Fakat bununla beraber benim düşüncelerim, hislerim ya da hayata bakış açım Kürt Meselesi’ne etki etmekte birincil öneme sahip değil. Çünkü siyasal meseleler şahsi özneleşme süreçlerimizden bağımsız olarak kendi gerçekliklerini üzerimize zorlarlar.
O yüzden ben istediğim kadar Öcalan’ın MİT’le ilişkisine dair tezlere olan inancımdan ya da onun Kemalizmin Kürt versiyonu olduğuna dair oldukça sağlam olan argümanlardan bahsedersem edeyim, ortada sosyolojik bir vakıa var. O da nicelik olarak küçümsenemeyecek ölçüde büyük bir Kürt kitlesinin Öcalan’a bağlılığı ve PKK’ya olan sempatisi. Eğer bazı Kürtlerin Öcalan’a bağlılığını ve PKK sempatisini söylemsel olarak ifade etmeleri sağlanmazsa daha çook ‘taş atan çocuklar’ görür, silahlı çatışmada kaybettiklerimize dair haberler okuruz. Üstelik önümüz Newroz... Bu kutlamalarda insanların bomboş ovalarda halay çekip havaya “Biji Serok Apo” sloganları atmalarını orantısız polis şiddetinde boğacaksak nasıl bir barıştan söz edeceğiz? Barışın tesisi için ne kadar rahatsız edici de olsa şiddet içermediği sürece her tür acı söze katlanmalıyız değil mi? Sözün olmadığı yerde silahın konuştuğunu hâlâ öğrenemedik mi yoksa?
Tabii eğer Kürt açılımı denen hadise Kürtlerin meşru temsilcilerini hapse tıkıp sonra da hapiste aileleriyle Kürtçe konuşabileceklerini söylemekse hepimize geçmiş olsun.
Kaldı ki bugünlerde ağızdan ağza yayıldığı üzere dağdakiler de ‘ovadakilere’ ve Avrupa’dakilere yapıldığı gibi bir operasyonla derdest edilirse Türkiye’de iç barışın gerçekten tesis edileceğini mi sanıyorsunuz? Asıl o zaman şimdi bölünmeyi akıllarından bile geçirmeyen Kürtlerin ve bölünmeye daha dünden razı beyaz Türklerin ayrılıkçı seslerini duymaya hazır olun. Çünkü esas o zaman şimdiye kadar kapısında oyalandığımız iç savaşın eşiğinden içeri girmiş olacağız. Bunu öngörmek için biraz feraset sahibi olmak kâfi.
AKP’li yöneticilerde de bu kadar ferasetin olduğunu ummak istiyorum. Yoksa özellikle Kürtlerle Türklerin beraber yaşadığı şehirlerde olacakları tahayyül etmek bile istemiyorum.
Tahayyül etmek istemediğimden başka bir gerçeğin altını çizmek istiyorum: Türkiye’de siyaset algısı ekseriyetle aşağıdan yukarı doğru şekillenmiştir. Halk ‘yukarıdaki’nin duruşuna güven besliyorsa onu takip etmiştir. ‘Yukarıdaki’nin kendine güvensizliğini sezdiği andaysa aynı güvensizliği ona karşı hissetmiştir. Erdoğan da bu anlamda çok büyük bir ‘toplumsal sermaye’ye sahip. TRT-Şeş örneğinde olduğu gibi icraatının ardında güvenle duran bir Başbakan figürüne acilen ihtiyacımız var. Eskisi gibi “anneliğin ideolojisi olmaz” diyerek PKK’lı annesi olsa bile vatandaşını insan yerine koyan, devletin yıllardır yaptığı hataların sorumluluğunu devletin temsilcisi olarak üstlendiğinin farkında olan kararlı, özgüvenli ve en önemlisi tutarlı bir Başbakan’a ihtiyacımız var.
Fakat ne yazık ki Habur’dan giren PKK’lıların karşılanması “şov” olarak nitelendiğinden beri AKP Kürt meselesindeki tüm soğukkanlılığını kaybetmiş durumda. Bazılarının “şov” dediğine isabetli bir biçimde “bunlar güzel görüntüler” diyen empati sahibi o Başbakan’dan iz yok. Aksine ne yazık ki âdeta bir panik hali içerisinde kendisini ve partisini ‘temize çıkarmaya’ çalışıyor. Erdoğan artık sağlam bir biçimde gerçekten açılım getirecek girişimlerde bulunmazsa AKP pek çok şey kaybedebilir. AKP’nin bundan sonra hayatta kalmasının en önemli şartı, seçimlere kadar ülkede tam anlamıyla olmasa da barış ve huzuru tesis ettiğini göstermesi olabilir.
Yoksa başlarken dediğim gibi ülke gittikçe birbirinden kopar, biz de elimiz böğrümüzde “daha barışacaktık” der dururuz...
TARAF