Revan, 1976 Varto doğumlu. Varlıklı olan babasının köyde yaptırdığı okulda orta ikinci sınıfa kadar okumuş. Kürtlükle erken tanışmış. Babası parti üyesi olmadığı halde 12 Eylül'de tutuklanıp ağır işkenceden geçirilmiş. Kürtlüğü erken kavramasının aile tarihiyle ilgisi var.
Cibran aşireti olarak Şeyh Sait ayaklanmasında rol almışlar. 'Babamın cezaevinden çıktığı zamanı hatırlıyorum; gördüğü işkencelerden zor yürüyordu' diyor. Tuhaf bir biçimde Revan da Azad'ın anlattıklarına benzer şeyler anlatıyor. Ve sanki kendisine de izah etmek için: 'Neden ben böyle bir yola girdim sorusuna cevabım babamın çektiği acılardır. Babam olmasaydı belki de ben o çıkışı yapmazdım.' Ve yeniden aile tarihine dönüyor: 'Köydeki evimizde bir resim vardı. Sordum 'Cibranlı Halil Bey' dediler. Benim uzak atam. Aşiretin lideri. Hamidiye alaylarının üniforması vardı üzerinde. Alay komutanı. Uzun süre Osmanlı'ya hizmet etmiş. Şeyh Sait isyanına öncülük ettiğini erken fark edip idam etmişler. Dağa çıkmak için bu yeterli mi?'
Ailem Ecevit'e de Özal'a da oy verdi
Varlıklı bir aileden geliyor Revan. Toprakları, köyleri olan bir aileden... Geçmişi ve atalarıyla gurur duyuyor. Bu yüzden kendisinin de söylediği gibi 'Kürtlerde hep rastlanan o derin yas duygusu' pek yok üzerinde. Kürt partilerinin henüz siyaset sahnesine çıkmadığı yıllarda ailesi Ecevit'i de Anavatan'ı da desteklemiş. Ama kendilerini tam ifade edecek partiler olarak görmemişler. Ailesi, Revan'ın dağa çıkacağını hiç bilmemiş. 'Bilselerdi mutlaka engel olurlardı dağa çıkmama' diyor. Dağın onun için anlamını soruyorum, o yaşlarda neydi dağ Revan için; "Dağ benim çocukluğumda yabani meyvelerin, armut ve elmaların, baharda otların yeşerdiği bir mutluluk alanıydı. Meraktan çok, sevgi vardı doğaya, dağa karşı." şeklinde cevap veriyor. Köyünün kendisi için özel olduğunu dışına çıkınca anlamış. Uzak yerleri merak eden bir çocukmuş; ama köyünden hiç ayrılmayı düşünmemiş: 'Biz köyden kopmayı hiçbir zaman istemedik; ama tüm aile mecbur kaldık. Rahat yoktu bize, her an her şey olabilir korkusu içindeydik. Ben göçe karşıydım. Oradaki mezarları nasıl terk ediyorlar diyordum.' Ve böylece mezarları, ataların anılarını geride bırakıp İstanbul'a göç ediyorlar. '89'da İstanbul'a ilk vardığımızda benim Türkçem pek çok İstanbulludan daha iyiydi' diyor. İlk zamanlar sarışın, yeşil gözlü bir çocuk olarak okulda yalnızlık çekmemiş. Fakat ağırlıklı olarak subay çocuklarının olduğu sınıfında giderek kimliğini gizleme gereği duymuş. Tam da Kürtlüğün siyaset sahnesine kurumlarıyla çıktığı dönem, DEP gecelerine katılıyor. O gecelerde Kürt ortamlarını tanıyor. İlk defa Kürtçe canlı bir şarkı duyuyor. 'Her şey fazlasıyla siyasiydi' diyor dönemi hatırlarken. Göçün ailede yarattığı yalnızlık ve kopuş o ortamda giderek yerini Kürt kimliğinden duyulan gurura bırakıyor. Hayranı olduğu Musa Anter'le tanışıyor. 'Serhildan dönemiydi. Her şey beni dağa çağırıyordu' diye tarif ediyor ruh halini: 'O dönemde büyük bir iddiam vardı; Kürdistan'ı kurma iddiası. O hayalin peşinden 1992'nin Mart ayında ceketimi alıp evden çıktım.'
Kan dökmeden bir yolu olsaydı seçerdim
Revan bugün bulunduğu yerden içsel muhasebesine devam ederken 'Ailem için ve kendim için doğru bir yol aradım. Kan dökmeden bir yolu olsa onu seçerdim. Başka bir yol olmadığı ortaya çıktı. Kan dökmeden, acılar yaşanmadan olmazdı' diyor. Siyasi olarak bir çözüm göremediğini söylüyor: 'Sorun ancak askerî yoldan çözülebilirdi. Askerî bir güçleri olmadan Kürtlerin sorunları çözülemezdi.' Kürtlerin hangi sorununu çözdü silahlı yöntem diye soruyorum Revan'a. 'Bugün Kürtlerin adları anılıyorsa zora başvurdukları içindir' diyor. Acaba diyorum son 30 yılda şiddet yaşanmasaydı Kürtlerin adı daha mı az anılırdı?
Revan'a sorunu nasıl tarif ettiğini soruyorum; onu dağa çıkaracak kadar önemsediği sorun onun kafasında neye denk düşüyordu? 'Sorun, yok edilmek istenen bir kültürdür. Onlar adına savaşmaya gittim' diyor. Revan silaha hiç ilgi duymadığını, aslında dağın ona göre olmadığını şu kelimelerle anlatıyor: 'Dağda istemediğim her şey vardı. Ama bir yola çıkmıştım. Amacım için sonunda ölüm de olsa devam edecektim. Tıpkı atalarım gibi.' İlk olarak Diyarbakır dağlarını görüyor Revan. Eğitimden geçmeden eline Kalaşnikof alıyor. 'Doğrudan pratiğe aldılar beni. Elime Kalaşnikof aldığımda 16 yaşındaydım. Kendimi silahla daha güçlü hissettim. Şu an öyle bir ruh halim yok. Silahı görsem ilgi duymam ama dağda kaynaşıyorsun silahla. Tek savunma aracı o' diye anlatıyor. Dağda 3 yıl kalmış. Bingöl, Amed, Muş, Erzurum dağlarında kışı sığınaklarda geçirmiş: 'Mağara yapıyorduk kendimize. Gizli, kimsenin göremeyeceği geçitlerde mağaralar kazıyorduk. Baharda birçok yer açılıyor, taşlar yumuşuyor. Biraz kazsan taştan çok toprak akıyor. Elinde küçük bir kasaturayla tüm dağı delebilirsin istersen. Dam genişliğinde mağaralarda kaldığımız oluyordu. Kızların sığınakları ayrıydı. Lamba yakıyorduk. Zorunlu görevler dışında dışarı çıkmıyorduk.' Mağarada kar altında, kışın vaktin nasıl geçtiğini soruyorum. 'Mağarada vakit romantik geçerdi. Lamba ışığında şiir okurduk, şarkı söylerdik. Bir an önce bahar gelsin isterdik'. Orada en çok neyi özlediğini soruyorum Revan'a 'Elbette ailemi' diye cevaplıyor. Diyarbakır'da dağa gitmeden son kez ailesini aramak istemiş: 'Vicdansızlık yapmak istemedim. Onlardan kaçmıyordum çünkü, onlara layık olmak istiyordum. Onların sabrına hep hayret ettim. Nasıl onca baskıya rağmen isyan etmiyorlardı.' Revan 'ben isyan ettim!' diyor hâlâ duyduğu gizli bir gururla. Aradığında telefona annesi çıkmış: 'Annem sesimi duyunca ağladı. Ama dön diyemedi, çünkü dön derse bir daha aramayacağımı biliyordu. Dağa çıkan biri yüreğine taş basıp çıkar bir bakıma.'
PARMAKLARIMI KESİP GÖMDÜLER
Parmaklarını kaybediyor Revan. Ayak ve el parmaklarını: "Bir kış çatışmasından sonra yolculuğa çıktık. Mevzideydik, mevzi dar olduğu için insan uyuşuyor. Başka bir yere geçerken sulardan geçtik. Üşümüşüm, farkında değilim. Kar uykusu denir. Bir baygınlık geldi. Her tarafım yandı, o yanmadan sonra sızmışım. Ayaklarım ellerim, yüzüm yanmış. Aniden gelen bir baygınlıktı. Şekiller dönmeye başladı. Bazı arkadaşların ayak parmakları donmuştu. Baygınlıktan dolayı benimki ilerlemişti. Vücudumun yanan yerlerinden kurtulmak istedim." Bir yandan da arkadaşları ilerlemek, yer değiştirmek zorunda. Onlara engel olmak istemediği için 'beni bırakın' diyor. Ama gözleri buğulanarak: 'Bırakılırsam yaşayamayacağımı biliyordum. Arkadaşlar bırakmadı beni. Biri sıcak suyla ellerimi yıkadı. Böylece daha da yandım, ancak uçlarından kurtarabildik parmaklarımı.' Hiç hatırlamak istemediği acılarına, kabuslarına geliyor sıra: "Bir erkek arkadaşım jiletle parmaklarımı dilim dilim kesiyordu. Bir süre sonra hissetmiyorsun. Parmaklarım jiletle kesilirken izliyordum. İşaret parmağım ilk önce kesildi. Rüyama girdi sonra. Korkunç bir rüyaydı. Boş bir zeytin kutusu vardı. Kesilen parmaklarım oraya düşüyor. Durmadan aklıma rüyama ilk düşen parmağım geliyor. Uzun yıllar aklıma geliyordu. Ellerin, senin ellerin gidiyor ve bir daha olmayacak. O an her şey farklı oluyor. Keşke böyle olmasa diyorsun. Orada her şey var. Her türlü duygu..." Ayak ve el parmakları kesiliyor Revan'ın. Zeytin kasasında biriken parmakları alıp mağaranın önündeki bir çukura gömüyorlar. 'Parmaklarımı gömdüler' diyor. 'Nerede gömülü olduklarını bugün gitsem bulurum' diyor.
SEYİTHAN: Kürtlerin Türkiye'yi böleceğine hiç inanmadım
1975 Tunceli doğumlu. 90'larda köydeki iki amcaoğlu dağda vurulmuş Seyithan'ın. Yakınlarını kaybettiği dönemde izlediği Med TV'den öğrendikleri onda bir kimlik bilinci oluşturmuş. İnşaatlarında çalıştığı ve kendini yalnız bir göçebe olarak hissettiği İstanbul'dan Kürt kimliğinin peşine düşerek Van'a, oradan İran ve Hınere kampına gitmiş. Sonra da Hakurk bölgesinde 3 yıl silahlı dolaşmış. 'Savaşçıydım, yani er kademesindeydim' diyor. O yıllardan bu yana kafasında dönüp dolaşan soruları şöyle ifade ediyor: 'Neden herkesin bir kimliği var, bizim yok? Benim dağa çıkışımdaki en temel neden budur.' Ve korkulara geliyor sıra. Biz farkında olmadan bilincimizde biriken, yer eden duyguların nelere dönüştüğüne: 'Sivildeyken de bir asker gördüğümüzde korkardık. İnsanlar korkutulmuş. Herkesin beynine bir karakol döşenmiş. Benim gidişimde tüm bu baskı ve korkuların rolü büyük. Kendimi ezik hissediyordum, hâlâ da öyleyim.' Seyithan üzerinde savaşın ağır izlerini taşıyor. Onunla buluştuğumuz küçük taşra kasabasındaki pastanede kapıya sırtı dönük otururken yaşadığı korkunun somutlaşmış haline tanıklık ediyorum. Bir çocuğun pastanenin kapısını hızlı çarpması Seyithan'ı ürpertmeye yetiyor. Sanki sırtından kurşun yemiş gibi yüzü acı içinde kalıyor. 'Konuşmaya devam etmeyelim istersen' diyorum. Toparlanıp 'Ben her iki taraftan da insanların ölmesinden acı duyuyorum. Dağdayken de böyle düşünüyordum. Dağdakiler de askerler de hepsi bizim insanımız. Ben Kürtlerin Türkiye'yi böleceğine, bölmek istediğine inanmıyorum. Hiç de inanmadım. Kürtler sadece kimliklerini talep ediyorlar.' diyor.
Seyithan'a, 'Hayatını başka şekilde yaşamak istemez miydin?' diyorum. Kendinden emin bir halde 'Kimliğin yoksa zaten ölü gibisin. Hepimiz yaşadığımızı hissedebilmek için dağa çıktık. Onlar da ölümü istemiyor. Ama yaşadığın toplumda kimliğine sahip değilsen hayatın yok demektir.' diye cevaplıyor. Kuzey Irak'ta peşmergelere yakalanan bir arkadaşı onu ele vermiş. Kuzey Iraklı Kürtlerin, Türkiye'den destek aldıkları için PKK'yı sıkıştırdıkları dönemde 6 ay Duhok Cezaevi'nde kalmış. Sonra Türk timlerine teslim edilmiş. Eve dönüş yasasından yararlanmak isteyip istemediğini sormuşlar. Seyithan kabul etmiş ve eyleme katılmadığı kesinleşince bırakılmış.
Beraat ettiğinde, eve döneceğine artık inandığından ailesini aramak istemiş. Yıllar sonra ilk kez arayacak. Evlerinde telefon yok. Teyzesini arıyor ilk. Telefona çıkan teyzesi inanamıyor arayanın o olduğuna. 'Eve geldiğimde annem oturmuş ağlıyordu, ağıt yakıyordu. İlk sözleri 'beni sen hasta ettin' oldu. Hiçbir şey sormadı. Bana hiçbir zaman hayırsız sıfatı kullanmadı. Tek çocuk olduğum için bana çok kızsalar da ağır konuşmazlar' diyor. Hayattan ne beklediğini soruyorum. Yaşadığı zorlukları. 'Evim burası' diyor. Her ne kadar kendi toplumu dahi yadırgasa da dağa çıkmış olmasını 'Memleketim burası.' diyor ve kendisini buraya ait hissediyor. '2003'ün sonlarında döndüğümde ne yapacağımı bilmez haldeydim. Avrupa'ya gidebilirdim hayatıma devam etmek için; ama tek çocuk olduğumdan ailem izin vermedi.' Yaşadığı onca şeyden sonra geriye dönüp baktığında ne hissediyor? 'Öyle bir hale gelmiş ki artık hayatı tanımlayamıyoruz. Ben de her insan gibi kendi dilimde şarkı söylemek istiyorum. Kendi dilimde halay çekmek istiyorum. İnsan olarak bu benim hakkım. Her şeyde bir sebep vardır. Dağdakiler dağılıyordu artık ve moral olarak ilk yılların bütünlüğü yoktu aralarında. Zaman değişiyor, bizler her şeye açığız aslında. Ama bir fırsat, bir çıkış sunulmadı bize...'
Zaman gazetesi