Dağın Ardına Bakmak -1

Bejan Matur

'Türkiye'yi bölmek sol bir rüyaydı, fanteziydi'

 

Sınır ötesi operasyonlara, eve dönüş tartışmalarına konu olan 'dağdakiler' kim, bilmiyoruz. Sayılarla ifade edilen bu insanların ne yaşadığı bilinmiyor. Neden dağa çıktılar, neden dağda yaşadılar, dönenler neden döndü ve kalanlar neden hâlâ oradalar?

Bu soruları samimiyetle sormak ve bu sorularla yüzleşmek zorundayız. Haklı çıkarmak ya da mahkum etmek için değil. Anlamak için. Bu soruların cevaplarını almak için önce doğduğum topraklara, yüzlerce evladını kaybetmiş komşu köylere, şehirlere, sonra çoğunluğu için daha büyük bir acı, bir sürgün olan Avrupa'ya gittim. Dağa çıkmış, çatışmalara katılmış, yakalanmış ya da teslim olmuş, cezaevinde yıllarını geçirmiş kişilerle konuştum.

Bir masal dağı olmayan, istersek ulaşmamız mümkün olan o dağın ardına bakmaya çalıştım. Dağın ardında ne var, orada yaşayanlar nasıl yaşıyor, dönmekle ilgili ne düşünüyorlar? Cevaplar aradım. Anlatılanların bu kadar içine girmeden sorunun anlaşılmasının ve dahi çözülmesinin mümkün olmadığını gördüm. Yaşananlar her ne idiyse, bu geçen yıllar boyunca Kürt, Türk her kim incindiyse ancak birbirimizi anlamakla iyileştirebiliriz yaralarımızı. Benimle konuşan, hikâyesini paylaşan çoğu kişi doğal olarak fotoğraf vermek istemedi. Adları bilinsin istemediler. 'Beni yazabilirsin' diyenlerin, kimliklerini gizlemenin daha doğru olacağını düşündüm. Onlarca kişiyle konuşulduğu halde, ancak bazı örneklerine yer verebileceğimiz bu çalışmanın, kanın durmasına katkı sunması tek temennim.


ıllarını dağda geçiren Azad, şimdi Almanya'da müzikle uğraşıyor. Evlenmiş, baba olmuş. Ailesi 45 yıl önce Mardin'den Adana'ya göç etmiş. İlkokulu Adana'da, Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bir semtte, yüzlerce Kürt çocuğuyla birlikte okumuş... Ama bu bile, Kürtçe konuşmaktan utanç duymasını engellememiş. Kendisini Türkçe konuşmaya zorlamakla geçmiş yılları. Arkadaşlar arasında kırılmalar başlamış. Türkçe bilmediği için kutuplaşma yaşanmış. Okuldan sonra motosiklet tamirciliği, boyacılık yapmış. Ortaokulda babası tutuklanmış. Hayatının dönüm noktası olan o olayı şöyle anlatıyor Azad: Bizim mahallede 450 kişi gözaltına alındı. Özel Tim evimize postallarla girdi. Küfürler, bağırmalar arasında babamı aldılar. Babam kapıdan apar topar götürülürken dönüp 'bir saniye' dedi. Üzerinden bir milli piyango bileti çıkardı ve anneme 'bunu al' dedi. O an babamın bir daha dönmeyeceğini düşündüm. 36 gün işkencede kaldı. 5 yıl hapis yattı. Çıktığında asosyal, içe kapanık, ürkek bir adamdı. Beni dağa çıkaran, babamın acılarına ettiğim bu tanıklıktır.'

Türk arkadaşlarla bir sorunumuz yoktu

Azad, PKK ile Suriye'den gelen bir arkadaşı aracılığıyla tanışmış. 1990'da on binlerce kişinin gösteri yaptığı, polisin mahallelere giremediği, yasaklı olsa da ilk kez Kürtçe şarkıların çalınıp söylendiği, 'Kürtlüğün utanılacak bir şey olmadığının anlaşıldığı' yıllarda. Bu dönemin altını çizmekte fayda var. Çünkü kitlesel eylemlerin başladığı bu yıllarda silah alıp dağa çıkmak fikrinin arkasında, öfke var, romantizm var. Kürt milliyetçiliği var, bağımsız bir Kürdistan hayali var. Azad, tüm bu rüzgârlardan nasibini almış. Öyle ki bazı ailelerin gözünde askere gitmenin karşısında bir seçenek olmuş dağa çıkmak. Şöyle diyor Azad: 'Kürtlükle gurur duyuyorduk. Tepkimiz sadece devletin terörle mücadele biçimineydi. Türk arkadaşlarla sorunumuz yoktu. Nevruzda işe gitmiyorduk, Türk arkadaşlar bizi yadırgamıyordu. İşyerinde Kürtlüğümden dolayı hiç yadırganmadım. O dönem mahallede hemen her aileden bir kişi dağdaydı. Küçük Kürdistan diyorduk adına. Düğünlerde Kürdistan bayrağı asıyor, Kürtçe türküler söylüyorduk. Ailem beni davul zurnayla dağa yolladı. Askere gitmek istemiyordum, arkadaşlarım dağdaydı. Onlara karşı savaşmam diyordum. Babam 'İyi düşündün mü?' dedi. 'Zorluk var, açlık var, soğuk var, ölüm var.' Ben 'tamam' dedim. Kandırılmış değildik, çoğumuz kendi irademizle gittik. Kendimizi Türk toplumuna anlatamamış, çok fazla kabuğumuza çekilmiştik. Belki de o çelişkiyi aşmanın en sert yolu dağdı, onu seçtik. Toplum kendimizi ifade edeceğimiz şartları bize sunmadı.

Öldürmek ölmekten daha kötü

Kuzey Irak'ta Hınere kampında üç ay silahlı eğitim görmüş. Barzani, Talabani ve PKK arasındaki ittifakların sürekli değiştiği, Kürt halkının temsilcisi olma iddiasındaki parti ve örgütlerin birbirleriyle ve Türkiye'yle çatıştığı o dönemde kısa eğitimden sonra eylem zamanı gelmiş Azad için. Eylem? Öldürmeyi soruyorum ona. Kesin olarak hayır diyor. 'Kimseyi öldürmedim. Aslında savaşı da tanımam ben. Ama eylemlere gittim.' 'Nasıl bir duygu elinde silah eyleme, ölüme, öldürmeye gitmek?' 'Giderken oyun gibi geliyor.' diyor. 'Zaten hiç kimse çatışmanın gerçekliğine inanmaz. Bir perde vardır önünde. Ne zaman yaralı arkadaşlar gelir, mermi ve kan karışınca korkunç bir barut kokusu yayılır. O kokuyu kimse sevemez. O zaman ölümden korkarsın. Ölümün kutsal bir yanının olmadığını o an anlarsın. Öldürmenin ölmekten daha kötü olduğunu anlarsın. O kokuya tahammül eden, insan olmaz zaten. Genzine takılıyor insanın. O tat oldukça bağırsaklarını dahi kusmak istiyorsun. İnsan vücudu çok güzeldir değil mi ama üzerinde elbise varken. Ölürken çirkindir. Kötü bir koku yayar. Çünkü o beden insan olmanın karşısındadır artık.' Yaşadıklarının derin izleri yansıyor yüzüne. 'Hâlâ' diyor 'Rüyalarımda terörle mücadelenin beni sorguladığını görerek uyanıyorum. Dağa çıkmış bir adamım. Yıllarca askere karşı savaşmışım. Bugün buradayım ama rüyalarımda hâlâ bu var. Demek ki o kadar korkmuşum, korkutulmuşum. Bizim rehabilite edilmemiz lazım.'

Beni annemin duaları kurtardı

Annesini 6 yıl aradan sonra internet üzerinden görmüş. Annenin Azad'a söylediği ilk söz 'ellerini oynat' olmuş. Sonra 'ayaklarını oynat' demiş. Felçli olup olmadığını öğrenmek için. 'Ayağa kalk yürü'. 'Anne yaralı değilim.' demesi ikna etmemiş. 'Ne olur yürü de göreyim.' diye ısrar etmiş. 'Soyun' demiş 'Vücudunda yara var mı görmek istiyorum.' 'Annem dindar bir kadındır.' diyor Azad. 'Bir gün namaz kılarken telefon çalmış. Namazı bozmamak için bakmamış telefona. 'Allah'ım kurban olayım, bir ışık, bir işaret gönder, oğlumdan bir haber alayım' diye dua ediyormuş. Namazı bittiğinde açmış telefonu, bir arkadaşım Med TV'de konserimin olduğunu, televizyona çıkacağımı söylemiş. 'Allah'ım' demiş 'sana şükürler olsun. Dualarım kabul oldu.'

Öcalan'ın yakalandığı dönemi, örgütün silahlı mücadeleyi durdurduğu, zorunlu ateşkes dönemini belli ki kafasında tam olarak anlamlandıramıyor. '25 yıl savaşmış bir hareket bir gecede barış süreci başlattı. Hepimiz şaşkındık. Eskiler çok zorlandı, kongreler yapıldı, tartışmalar, eğitimler, savunmaları geldi. Savaştan barışa geçmek çok sancılıydı. Kimse hazır değildi.' diye anlatıyor yaşananları. O dönemde kendini ifade etmenin başka yollarını aramış belli ki ve müzikte karar kılmış. Mahmur kampında 21 Mart'ta verdiği konser, eleştiri almış. 'Bizim amacımız eleştirel bir text yazarak bir tartışma yaratmaktı. Rock müziğe uzak olduğumuzu anladım. Müzik yapmak istiyordum ve bunun şartları dağda yoktu. Avrupa merkezden Avrupa'ya gitmek için onay bekledim ve geldi.' Süreci, son yıllarda alınan mesafeyi nasıl değerlendiriyor? Umutlu görünüyor Azad: Eminim bu iş çözülecek. Ben de dâhil kimse bölünmeden yana değil. Bölünme bir 80'ler esprisiydi. Sol rüyaydı ve fanteziden ibaretti. Devletleşme altyapımız yok bizim. Şimdi Türkiye'de olsam sadece oradaki linç kültüründen rahatsızlık duyarım. Bir türlü kendimizi anlatmadık ama Türkler de bizi anlamak istemedi. Ben Kürt'sem Kürt'üm. Ben hiçbir Türk'e sen Kürt'sün demiyorum. Türkiye'yi böl desen de bölmem! O zaman neden bana hâlâ sen Kürt değilsin diyorsun...


Annenizle yasaklı bir dil konuşuyorsunuz

Ferhat, 1965 Adıyaman doğumlu. Alevî. Bir yaz gecesi köyünde duyduğu bir Şiwan şarkısı kalbine bir ateş düşürmüş, 88'de üniversiteyi bırakıp dağa çıkmış. 'Katıldığım gün öleceğimi biliyordum.' diyor, kendisini dağa götüren süreci, duyguları anlatırken. Çocukluğu geliyor aklına 'Üvey annem çok yaşlıydı. Hep Kürtçe ağıt yakardı. Bir oğlunu kaybetmişti. Beni bağrına basar Kürtçe ağlardı.' Anne ile özdeşleşen Kürtlüğü, uzun yaz gecelerinde kaçak dinledikleri Erivan radyosundan hayal meyal hatırladığı Molla Mustafa Barzani hikâyeleri tamamlıyor. Annesinin bir gün onu görmek için okula gelişini içi ezilerek anlatıyor: 'Çamurlu olduğu için ayakkabılarını çıkarıp girmişti sınıfa. Herkes güldü anneme. Çok utandım. Oysa herkesin annesi aynıydı.' Bir çocuk olarak annesinden utandığı o yılların izini belli ki hiç atamamış üzerinden. Yıllar sonra üniversite yurdundan aylardır haber almadığı annesiyle konuşmak üzere telefon sırasına yazılmış. Annesi köyde telefondan Ferhat'la konuşurken bağlantıyı kuran kadın 'Yasaklı bir dil konuşuyorsunuz. Devam ederseniz keserim.' demiş. Ferhat, 'O an bilemedim ama düşününce, evet dedim yasak dil Kürtçeydi! Kadın tekrar kabini açtı ve 'Siz yasak bir dil konuşuyorsunuz, keseceğim.' dedi. Gözlerim doldu. Anneme anlatmaya çalışırken telefon kapandı. Ağlıyordum. Öyle bir zoruma gitti, öyle içim ezildi ki.' Üniversite yıllarında yaşadığı bu çatışmalar ve boşluk duygusu öfkesini daha da görünür kılmış. O boşluğu doldurmayı vaat eden bir ideoloji, insanı 'Dağa çıkayım kahraman olayım noktasına getirir' diyor. Ve ironik üslubuyla bir çocukluk hayali anlatıyor: 'Harp okuluna girmek, astsubay olmak istiyordum. Asker olmak güç demekti. Ama hiç şansım olmadı. Asker köye geldiğinde kral gibi karşılanıyordu. Bizim köye belediye başkanı, bir milletvekili gelmiyordu. Asker ve veteriner gelirdi. Hayvanlar bile daha değerliydi insandan.'

İşkencecime sordum: Beni dövmekten ne anlıyorsun?

Dağa çıktığında Murat Karayılan'dan silahlı eğitim almış Ferhat. Cudi bölgesinde geçirdiği 2 yılın sonunda yakalanmış. 'Beni işkenceye aldılar. Günlerce dövdüler. 'Beni dövmekten ne anlıyorsun?' diye sordum işkencecime. Gerçekten ne düşündüğünü merak ettiğim için. Beni gözeten askerin ayağı yaralıydı, aksıyordu. Bir hata yaptığı için üstünden dayak yemiş. Ben 'neyin var?' diye derdini sordum, ilk defa bana insanmışım gibi baktı. Sonra konuşmaya başladık. 'Benim de Kürt tanıdıklarım var.' dedi. Bir arkadaşı şehit düşmüştü. Onun için bu kadar öfkeliymiş bize. Yani askerin hepsi kötüdür demek istemem. Bilmiyoruz aslında. Ben mesleğim gereği insanın gelişmesine inanırım. Bir asker ya da dağa çıkan biri de değişebilir.'

Yaşlı annesi '95 yılında Fransa'da Ferhat'ı ziyaret etmiş. Annesi 'Ya kurban sen niye dağa çıktın, biz senin okuman için neler yaptık.' demiş. 'Biz seni ne şartlarda okuttuk bilmiyor musun?' diye sormuş. İlk yakalandığımda ağabeyim 'Kim seni örgüte kattı?' diye soruyordu. Şimdi kendini bir tür sürgün hissettiği Fransa'da bir gün temelli memlekete döneceği günleri beklerken küçük hayaller kuruyor; 'Kendime bir motosiklet aldım. Dedim ki, kimsenin beni arayıp sorduğu yok. Motosikletimle geçmişime bir yolculuk yapacağım. Köyün mezarlığına uğrayacağım. Herkesin, her şeyin yanından motosikletle geçeceğim. Canım nasıl isterse, içim nerede durmak isterse. Trabzon'a gidip İbrahim'i göreceğim. Ağrı Dağı'na çıkacağım. Cudi'ye çıkacağım. Bu defa silahsız gideceğim dedim.' Onu yalnız hissettirenin sadece sürgün olmadığını bildiğimden hayatla nasıl baş ettiğini merak ediyorum; onu nelerin ayakta tuttuğunu? 'Baktım Kürtler beni dışlıyor. Türkler bulsalar öldürecekler. Ölmeye hazırsın; ama bir gece bir kurşun gelip seni bulacak diye korkuyorsun. Ölmek hiç kolay değil.' Yaşadıklarından biriktirdikleriyle şuna kanaat getirmiş: 'Kendinden vazgeçen insan, tehlikeli bir insandır. O zaman insana sahip çıkacaksın ki kendinden vazgeçmesin.' 'Ne değişti hayatında?' diye soruyorum; 'Burada Türklerle tanıştım, beraber saz çalıp türkü söylüyoruz. Yunanlı, Türk, Kürt hep beraberiz. Bu bana milliyetin önemli olmadığını gösterdi. Onların aileleriyle de tanıştım. Milliyetin önemli olmadığını, insan benliğinin önemli olduğunu öğrendim burada.' Ferhat, yaşadığı hasreti o kadar güzel anlatıyor ki: 'Bir gün memlekete gideceğim. Çocukluk arkadaşlarımı göreceğim. Çocuk gibi ağlayacağım. Bu tam da böyle bir şey. Düşünceler sadece insanı anlatmaz. Kimsesizlikten insanın başka şeylere ihtiyacı var. Her zaman.'

Zaman