“Dağa çıkışları neden engelleyemiyoruz”u 2004’te neden sormuyorduk?

Alper Görmüş

14 Ekim 2004’te (Kronik Medya, Yeni Şafak), sonraki bütün ekim aylarında mutlaka yeniden döndüğüm bir yazı kaleme almıştım. “AB süreci Kürtleri Öcalan’dan soğutuyor mu?” başlıklı o yazının kaleme alınma nedeni, Abdullah Öcalan’ın da müstearla yazılar yazdığı Gündem gazetesinde çıkan bir başyazıydı. O yazıya neden her ekim ayında mutlaka döndüğümü; Kürt sorununun çözümü konusunda hükümet ve ordu çevrelerinden “terörün kökünü kazımak”tan başka bir şey duyamadığımız bu ekimdeki dönüşümün neden çok daha anlamlı olduğunu birazdan açıklayacağım. Ama önce dört yıl önceki o yazıda neler demişim, ona bakalım:

 “12 Ekim Salı günü (2004) Gündem gazetesinde çok önemli bir başyazı yayımlandı: ‘Komplo ve Öcalan’a yaklaşım...’ Biliyorsunuz, ‘komplo’ sözcüğü Kürt politik jargonunda Abdullah Öcalan’ın yakalanış sürecinin başlangıç tarihi sayılan 9 Ekim 1998’i hatırlatmak için kullanılıyor. O nedenle her yıl 9 Ekim’de çeşitli protesto gösterileri düzenleniyor... Sözünü ettiğimiz başyazıda önce bu günün önemi anlatılıyor uzun uzun. Biz, şu satırlarla yetinelim: ‘Kürt demokrasi güçleri komployu bilince çıkardığı ve gerekli örgütlü tepkiyi gösterebildiği oranda, demokratik çözümün asli, aktif unsurları olabilir... Bunun dışında hiçbir şey, hiçbir çalışma, anlayış ya da yaklaşım, asli unsur özelliğini kazandırmaz...’

Dediğimiz gibi, ‘komplo’ya karşı bilincin diri tutulması üzerinde uzun uzun durulduktan sonra, yazının son paragraflarında bu ‘bilinç’teki erozyona geliniyor... O bölüm de şöyle: ‘6. yıldönümünde Kürtler, çeşitli eylemler gerçekleştirdi. Özellikle Avrupa’da yaygın geçti. Ancak Türkiye’de aynı yoğunlukta geçmedi. Hatta belli alanlar dışında ciddi bir tepki, eylemlilik söz konusu olmadı... Çok sınırlı bazı etkinlikler gerçekleştirildi. Kürt demokrasi güçleri, özellikle kurumsal yapılar ve kadrolar, yıldönümünde komployu derinden hissetmedi... Bunun, Güney eksenli gelişme ve özellikle de AB süreciyle ilişkisi var mı? Bizce tartışılır. Bu iki olgunun, genelde Kürtler, özelde Kürt demokratik yapılarında sosyal, ruhsal ve düşünsel farklılıklar yaratıp yaratmadığı, soruna ve sürece bakış açılarını etkileyip etkilemediği önemli tartışma konusudur ve bizce tartışılmalıdır...”

Sormuyorduk, çünkü...

Şimdi hatırlatabilirim: AB sürecinin Kürtleri Öcalan’dan soğutuyor olma ihtimalinin ciddi ciddi tartışıldığı bu başyazıdan bir ay kadar sonra, 17 Aralık 2004’te Türkiye AB’den müzakere tarihi aldı ve 3 Ekim 2005’te müzakereler resmen başladı. Bu iki tarihin arasında da PKK’nın tek yanlı olarak sürdürdüğü ateşkesi kaldırması var (Eylül 2005).

Sonrasını biliyorsunuz: Hükümet, müzakere tarihi aldıktan kısa bir süre sonra AB treninin frenlerine asılırken, PKK terör arabasının gaz pedalına basmakla meşguldü. O başyazıdan sonra ben her yıl ekim ayında Kürtlerin “komplo”yu protestolarına ilişkin haberleri takip ettim. Geçen her yılda, dört yıl önceki memnuniyetsizlik biraz daha azalıyordu. PKK, bu ekim ayındaki protestolardan da son derece memnundu.

Etyen Mahçupyan, 12 ekim tarihli yazısında, taşıdığı onca beşeri ve zihinsel handikaba rağmen PKK’nın hâlâ nasıl çökmediğini analiz ederken şöyle demişti:

 “Bu engellenemeyen ‘başarı’ öyküsünün temelinde ise siyasetin normalleşmemesi yatıyordu. Nitekim PKK’nın bütün siyasi stratejisi bu normalleşmenin yaşanmaması yönünde oldu. Bu amaçla hem siyasetin kimlikleşmesine, hem de çatışmanın derinleşmesine zemin hazırlandı ve bu yönde hiçbir fırsat kaçırılmadı. (...) Eğer siyaset normalleşirse, PKK’nın ömrünün epeyce kısa süreceği ve ayakta kalmanın ancak farklı siyasi yaklaşımları ve kadroları içeren bir melezleşme ile mümkün olabileceğini öngörmek hiç de zor değil...”

Türkiye’de siyasetin en fazla “normalleştiği” bir dönemde Kürtlerin Öcalan’dan soğuduğunun dehşetle itiraf edilmesi, ardından gerek PKK’nın gerek devletin bu normalleşmeyi bombalaması ve nihayet bugünlere gelişimiz size de çok anlamlı gelmiyor mu?

Bu süreci analiz etmek, şimdi hep birlikte kafa yorduğumuz “neden Kürt gençleri dağa çıkmaya devam ediyor” sorusuna cevap ararken işimize yaramaz mı?

- Gözlerim neden acıyor?

- Çünkü onları daha önce hiç kullanmadın!

Matrix filmindeki o unutulmaz diyalogu hatırlayacaksınız:

Neo: “Gözlerim neden acıyor?”

Morpheus: “Çünkü onları daha önce hiç kullanmadın!”

Bazı gazetelerimiz var, bazı gazetecilerimiz... Baktıkları ve yansıttıkları görüntüler gözlerini acıtmıyor, çünkü başkalarının gözleriyle görüyorlar. Kendilerine kalsa bir ömür boyu gazetecilik yapacaklar ve fakat gözleri hiç acımayacak! Diyorlar ki, biri bugünlerde suratlarına projektör tutmuş, onlar da gaflete düşüp bir an için açmışlar göz kapaklarını. Gözleri, hayatlarında ilk kez olmak üzere acımış, fakat yine de bir şey görememişler. Çünkü en devasız körlükle, görmek istemeyenlerin körlüğüyle malûlmüşler...

ADD’li muhabir, ABD’li muhabire haddini bildiriyor!

New York Times’ın Türkiye muhabiri Sabrina Tavernise, Türkiye üniversitelerindeki başörtüsü yasağını ele alan bir haber yazmış gazetesine... Haberinin ana gövdesini, “Henüz Özgür Olamadık” platformundan Havva Yılmaz’la yaptığı söyleşi oluşturuyor. Ben haberi hem Hürriyet’in sunumundan hem de orijinalinden okuduktan sonra, gazetenin New York muhabiri Razi Canikligil’in şu aralar şehirdeki öbür gazetecilerle hiçbir temasının olmadığı sonucuna vardım. Çünkü o haberi öyle yansıttıktan sonra, meslektaşlarının karşısına çıkmasının deli cesareti gerektirdiği kanaatindeyim. Şahsen ben Canikligil’in yerinde olsam, Sabrina Tavernise’ın şehirdeki öbür gazetecileri, “Bakın Razi benim haberimi nasıl yansıtmış” diye enforme etmiş olma ihtimalini düşünür, büromdan dışarı adımımı atmazdım. Bilmiyorum, belki de gerçekten çok cesurdur.

Ben, daha Hürriyet’in haberinin başlığını (“ABD’li muhabirden türban güzellemesi”) ve spotunu (“‘İslam dünyasında dini uyanış’ olarak tanımladığı türban yasağına karşı mücadeleyi öve öve bitiremedi”) görür görmez anladım nasıl bir metin okuyacağımı. Hiç yanılmamışım. Yerim dar, o nedenle neredeyse her cümlesi problemli bu haberden sadece iki çarpıtmaya dikkatinizi çekeceğim. Bunları göze alabilen bir muhabirin, başka neleri göze alabilmiş olabileceğini muhayyilenize bırakıyorum...

Birincisi: Muhabir, Tavernise’ın Atatürk’ten “eski general” diye söz ettiğini belirtiyor ve okurlarda sanki onu yazı boyunca hep böyle andığı izlenimi uyandırıyor. Oysa bu sadece bir yerde, şöyle geçiyor: “Mustafa Kemal Ataturk, a former army general who pushed Turkey toward the West and cut its roots with the Ottoman East.” Yani: “Eski bir general olan Mustafa Kemal Atatürk Türkiye’nin yönünü Batı’ya çevirdi ve onu Doğu’ya bağlayan Osmanlı’yla olan köklerini kesti.”

Çok açık ki, bu kullanımda sadece Atatürk’ün geçmişine dair bir hatırlatma var, onu küçültme gayreti değil. Nitekim habere eşlik eden bir fotoğrafaltında şöyle yazıyor: “A portrait of the founder of modern Turkey, Mustafa Kemal Ataturk.” Yani: “Modern Türkiye’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk.”

İkincisi: Tavernise’ın haberinde, “mücadelelerinde ‘kara mizah’ı kullanmayı seven Genç Siviller”e atfen anlatılan bir şaka (“Laik genç kızlar Marx’ı Marks & Spencer sanırmış”), Hürriyet’in haberinde şu hale gelivermiş:

 “Tavernise, Marx dendiğinde başı açık kızların İngiliz ‘Marks & Spencer’ alışveriş merkezini anladıklarını, türbanlıların ise bunun ünlü filozofun adı olduğunu bildiklerini öne sürdü.”

Maksat, “kötü kadın Tavernise”ı Hürriyet okurlarının önüne atmak değil mi, salla gitsin! Nitekim habere tam 305 yorum girilmiş ve görseniz neler var neler...

TARAF