12 Eylül'de yapılacak referandum Türkiye'deki ideolojik pozisyonları yerinden oynatmaya başladı. Solcular, sağcılar, liberaller, milliyetçiler, Kürtler, aleviler, siyasi partiler, İslamcılar… Bir yandan pozisyonlar belirlenirken bir yandan da bu kamplaşma zemininde çok ciddi tartışmalar yürütülüyor.
Öyle ki aynı ideolojik kesimlerde farklı tutumlar takınılıyor ve ayrılıklar giderek keskinleşiyor. Abartılı tepkiler kutuplaşmalara malzeme kılınıyor. Adeta referandumun pozitif ya da negatif yönde her şeyi değiştireceği inancıyla hareket ediliyor. Canhıraş bir sahipleniş veya reddediş almış başını gidiyor.
Referandum kampları
Sürüp giden kavganın üç tarafı bulunmakta. Bunlardan biri CHP+MHP ittifakının merkezinde yer aldığı statüko taraftarı olan HAYIRcılar, diğeri bu sisteme karşı iktidar mücadelesi veren AK Parti ve çevresi, bir diğeri de BDP'nin etrafında şekillenen BOYKOTcular.
HAYIRcılar müesses nizamın devamından yana. Çünkü sistemin omurgası hayırcıların iktidarı merkezinde çatılmıştır. Halka izah edebilecekleri bir gerekçeleri yoktur. Bu nedenle her durumda "cumhuriyet elden gidiyor" teranesini mırıldanırlar.
CHP ve MHP'nin aynı cephede yer alması sistemin ikiz çocukları olmalarından kaynaklanır. Biri laik Kemalizmin milliyetçi, diğeri ise laik Kemalizmin cumhuriyetçi çocuğudur. Türk egemenlik sisteminin iki veçhesini oluşturan bu ikiz kardeşin, sistemin krize girdiği ortamlarda güçlerini birleştirmeleri, ittifak etmeleri anlaşılır bir durumdur.
Peki, EVET cephesi çok mu matah? AK Parti ve çevresinde kümelenen, liberal tezlerle hareket eden ve cahiliyenin bir başka türevini oluşturan EVET cephesi sadece iktidarını tahkim etmeye, korumaya çalışıyor. Asla bizi temsil etmeyen EVET cephesi liberalleri, muhafazakârları, kapitalistleri, Türkiyecileri temsil ederken özgürlükleri genişletmeye karşılık muhafazakârlığı, liberalliği, Türkiyeciliği dayatıyor.
HAYIRcı cephenin yukarıda bahsettiğimiz sefaleti EVET'in psikolojik nedenlerinin başında geliyor kuşkusuz. İslami kesimin referanduma bu denli ilgisinin bir nedeni de bu.
EVET cephesi, kabaca "Ya EVETçisin ya Ergenekoncu" şeklinde özetlenebilecek baskıcı, mahkum edici aşırı bir dile sahip. Çeşitli gerekçelerle sandığa gitmeyecek olanları dahi HAYIRcı cepheden sayan bu anlayış her gün sokaklarda rastladığımız "sıradan faşizm"in boyutlarını aşan bir baskı ortamı yaratıyor. Maalesef İslami kesimin EVETçilerinde de benzer bir tavır öne çıkıyor. Bu nedenle bugüne dek bu konulara ilgisiz kalan birçok İslami grup, dışlanmak, çemberin dışında kalmak istemediğinden EVET cephesine yöneliyor. Nitekim böyle bir baskının olmadığı önceki referandumda bu tablo oluşmamıştı.
Üçüncü bir kesim olarak BOYKOT kararı alan BDP ve dolayımındaki bazı sol örgütlerden bahsetmek gerekir. Bu kesimin temel argümanı anayasa değişikliğinde taleplerinin yer almayışı. Siyasi grupların pazarlığının kimi durumlarda boykotla sonuçlanması garipsenecek bir durum değildir. Ancak BDP'nin bu anayasa değişikliğinin Kürtlere bir faydasının olmadığı iddiası su götürür bir iddiadır. Diğer yandan BDP üst yönetiminin ve PKK'nin HAYIRcı cepheyle ideolojik akrabalığı, BOYKOT'un HAYIRcı cepheye yarayışı BOYKOT'la ilgili tavrın samimiyetinin sorgulanmasına yol açmaktadır.
Ayrıca BDP çevresi dışında çeşitli nedenlerle sandığa gitmeyecek olan bir kitlenin varlığı da biliniyor. Başta bazı İslami gruplar olmak üzere bu kesimlerin tavrını, BOYKOT'tan ayırmak gerekir.
Referandum Nedir, Ne Değildir?
Referandum çeşitli alanlarda bazı görece ve kısmi özgürlükleri sağlayacak bir değişikliğin oylanmasıdır. İçeriği itibariyle ve kazandıracakları yönünden değerlendirdiğimizde aslında referandum oylaması sıradan bir oylamadır ancak şu halde değişikliklere yüklenen anlamlar onu olduğundan daha önemli bir hale getirmiştir.
Referandum hadisesi kimilerince fazlasıyla abartılırken kimilerince de aynı oranda tahfif edilmektedir. EVET, cephesi için referandum adeta "hayat memat meselesi" meseledir. "Bu referandum geçerse Kemalist düzen yıkılacak, aksi durumda hak ve özgürlükler adına yapılagelen ve kazanılan her şey elden gidecek" veya "Türkiye bu oylamayla kendi kaderini oyluyor" gibi yaklaşımlarla referanduma olduğundan fazla önem atfedilmiş olmaktadır.
Yapılacak değişiklik hiç kuşkusuz cunta sisteminde gerilemeye neden olacaktır. Ancak bununla Kemalizm sarsılmamakta, olduğu gibi özüyle kabuğuyla korunmaktadır. Ayrıca anayasa mahkemesi, HSYK ve AYM ile ilgili maddelerdeki bazı düzenlemeleri kısmen iptal ederek değişikliğin sağlayacağı avantajı da azaltmıştır. Ayrıca iktidarın ya da meclis dengesinin değişmesiyle yargı bürokrasisindeki dengeler de değişebilecektir. Kısaca bu değişikliğin işe yaraması için cumhurbaşkanı ve meclis profilinin bugünkünden daha Kemalist olmaması gerekmekte. Bu yönüyle "12 Eylül'le hesaplaşma", işkencecilerden hesap sorma", "cunta rejiminden rövanş alma" gibi abartılı vurgular vakayı tanımlamaktan öte, bir hesaplaşma algısı oluşturmaya yaramakta ve sadece propaganda değeri taşımaktadır.
Referanduma katılmamayı öneren kesimler ise genellikle değişikliklerin getireceği kısmi iyileştirmeleri dahi görmemekte ve vakayı tahfif etmektedirler. Evet, sistem, değişikliklere rağmen özünü korumaktadır ancak derin devletin gösterdiği dirençten de anlaşılmaktadır ki yapılacak düzenlemeler, sisteme endişe verici boyutlarda "mevzi kaybı" yaşatacaktır. Sonuçta Ergenekon sisteminin dayandığı iki kurumun, AYM ve HSYK'nin kadro yapısı hükümet lehine değişecektir. Hâsılı sistemin vaveylası da boşuna değildir.
İtikad – İctihad Tartışmaları
İslami kesimde referandum dolayısıyla itikad-ictihad tartışması çerçevesinde derinleşen bir yarılma yaşanıyor. Oysa EVET ve HAYIR cepheleri bir İslam küfür savaşının cepheleri değil. Dolayısıyla referandumda alınan pozisyonla bu savaştaki yerimizi belirlemiş olmuyoruz. Genel görüş de (bu arada referanduma katılmayı yanlış bulanların da önemli bir kısmının görüşü) referanduma destek vermenin itikadî olmadığı yönündedir.
Oy vermeyi tamamıyla akidevi görenlere göre referanduma EVET demek (veya katılmak) küfürdür. Bu görüşe göre oylamayla şirk anayasası kabul edilmiş, onaylanmış olmaktadır. Bir diğer kesime göre ise konu hiçbir şekilde itikadi değildir hatta oy vermek dinen gereklidir. Tevhidi kesim arasında konunun bu denli iki uçta değerlendirilmesi bile mevzunun yoruma açık oluşunun göstergesidir.
Vergi vermekten askere gitmeye, ticaret yapmaktan oy kullanmaya kadar yaşamın birçok yerinde cahiliye ile ister istemez karşılaşıyoruz. Bu tarz ilişkilerde çoğunlukla görece bir itikadî boyut vardır. Bu durumda cahili sistemle girilen ilişkinin sınırları ne olacağı ve bu sınırı belirleyecek fıkhın neye göre belirleneceği soruları önem kazanmaktadır.
Kur'an-ı Kerim'in itikada taalluk eden uyarıları, imana karşı şirki tercih etmek bağlamındadır. Cahiliye hükmünü istemek, Allah'ın indirdikleriyle hükmetmemek gibi ayetler bu kabildendir. Bunun dışında kalan kısımlar itikadın dışında tutulan ama son derece önemli olan "müdahane" ve benzeri kavramlar bağlamında ele alınmaktadır.
Tağuti sistemle mücadele temelinde girilen ilişkilerin akideden çok yöntemle ilgisi vardır ki bu da ictihadidir. Ancak bu konunun hiçbir şekilde akide alanına girmeyeceği anlamına gelmemektedir. İşte konunun bu karmaşıklığı ve müphemliği ictihadı zorunlu kılmaktadır.
Cahiliyeyle ilişkiler değerlendirilirken ikrah, tercih, kasıt/niyet, tedric gibi hususlar dikkate alınmalıdır. Mesela gönülden askerlik yapanla kerhen askere giden kişinin eylemi aynı ama durumları farklıdır.
Diğer yandan nüzul ortamı dikkate alınmadan Kur'an'ın uyarılarının şablonik biçimde ve akide bağlamında bu güne taşınması, sorunu daha da içinden çıkılmaz bir noktaya taşımaktadır.
Eğer ortada Allah'tan başkasına kurban kesmek gibi açık bir şirk hali yoksa, aktüel bir durumu Kur'an'a arz ettiğimizde, bir yandan aktüel durumu bir yandan da vahyi yorumlamış oluruz. Varılan sonuç bu çift yönlü bir yorumlamanın sonucu olmuş olur.
Mesela aktüel bir durum olarak referandum olayını değerlendirirken "EVET demek Allah'tan başkasının hükmünü kabul anlamına gelir" şeklindeki çıkarım bir yorumdur. "Hüküm ancak Allah'ındır" ayetini bu koynuyla irtibatlandırırken de yine yorum yaparız. Sonuçta referandumu itikadi görmek iki zannî yaklaşımın mutlaklaştırılmasıyla gerçekleşir. Denilebilir ki aynı durum konuyu ictihadi gören için de geçerlidir ancak zaten konu bu şekilde yoruma açıksa doğal olarak ictihadi kabul edilir.
Önemli olan tağutî sistemi reddetme, mücadeleyi bağımsız tutma ve ona karşı savaşımı sürdürmedir. Bu tavırla birlikte hadiseyi, cezaevi koşullarını rahatlatacak bir düzenlemeden ibaret görerek oy kullananlar açısından itikadi bir sapma söz konusu değildir. Nitekim bu tercih ile İslam'a alternatif bir teşri tercihinde bulunulmamakta, sadece mevcut verili durumla ilgili bir tavır geliştirilmektedir. Kısaca bir takım faydalar umarak oy kullanan bir Müslüman'ın (ya da çevrenin/kesimlerin) durumu, anayasayı meşru gören, demokratik mücadeleyi benimseyenlerin durumu gibi değildir. Önemli bir ayrıntı olarak; oy verilen metin zahiren Müslümanların lehinedir ve şirki unsurlar barındırmamaktadır.
Ancak; konunun ictihadi olması konuyu ve varılan sonucu önemsiz kılmaz. İctihad çok ağır sonuçlar da doğurabilir. Bu olasılık da ictihadi denilerek gözden ırak tutulamaz. Kaldı ki bu olası sonuçlar ileride sapmalara da yol açabilir. (Hz. Yunus'un kentten ayrılma ictihadı, müşriklerin Müslüman olmaları karşılığında daha elit bir meclis taleplerine Resul'ün @ eğilim göstermesi, savaş esirleri gibi örnekler kimi zaman ictihadın olumsuz sonuçlar doğurabilme ihtimaline yönelik güçlü örnekler olarak zikredilebilir.)
Varılan sonuç kadar bu sonuca hangi usulle varıldığı da önemlidir. (Eğer bir usul takip edilmiyorsa kaygı duyulması gereken esas durum bu demektir.)
Referandum ve benzeri konular değerlendirilirken bir takım kıstaslar dikkate alınmalıdır. Referandum öncelikle meşruiyet açısından incelenmelidir. Eğer meşru değilse zaten ondan uzak durmak gerekecektir ama meşru ise katılıp katılmama konusunda çeşitli kıstaslardan hareketle karar verilebilecektir.
İslami hareketin geleceğini ilgilendiren siyasal/sosyal konularda yapılan ictihadlar her zaman kritiktir. Bu nedenle ictihad ederken dikkat edilecek hususlardan birisi de söz konusu mevzunun aşamamıza (ve gücümüze) uygun olup olmadığıdır. Aşamamıza (ve gücümüze) uygun olmayan hiçbir işe girişilmemelidir. Aşama meselesi cemaatten cemaate, kentten kente değişebilir. Rum suresinin ilk ayetleri bizce aşamayla da ilgilidir. Mü'minlerin aşaması elverseydi, kendileri için hayati olan bu konuda (ki mesele sadece ehli kitap ile Mecusi meselesi değildir) kazanmasını çokça arzuladıkları Rumlara belki de fiili destek verirlerdi. Aynı şekilde Mekke'de müminlerin aşaması elverdiğinde müşriklerle görüşmeler yapılmış, riski göze alınarak Hudeybiye gibi bir anlaşma imzalanmıştır.
Çoğu zaman salt biçimde aşamanın uygun olması da yetmez, fayda ve zarar değerlendirmesi de gerekir. Maslahat önemlidir ancak maslahat sadece celb-i menfaat değildir, def-i mefsedet de maslahatın bir parçasıdır. Mefsedet varsa menfaat tercih edilmez. Hz. Peygamber @, müşrik sistemle bazı anlaşmalar yoluyla kendine alan açabilir, hatta bugünkünden daha fazla avantajlar elde edebilirdi. Bu tür teklifler zaten muarızlarından gelmişti. Hatta o da insani olarak bir miktar meyletmişti1 ancak Rabbimizin müdahalesiyle bu yanlış yöntemden dönülmüş oldu. Çünkü doğuracağı zarar kazandıracağı menfaatten daha fazlaydı.
O halde sistem içi ilişkilerde belirlenecek ictihadî yaklaşımların sınırı nedir? Nereden sonra tehlike çanları çalmaktadır? Bu hususlarda müminlerin uyarılara ihtiyacı vardır. Uyarılar, konunun ictihadî oluşundan hareketle göz ardı edilmemelidir.
Referandum vesilesiyle hatırlatılması gereken önemli husus da fıkıh eksikliğidir. Referandum sistem içi bir olgudur. Ancak Müslümanlar sistemiçi mücadeleye ve bunun araçlarına dair bir fıkha sahip değiller. Sosyal/siyasal gelişmelere hangi ölçüler içinde, nereye kadar müdahil olunabilir? Bunu Kur'anî ölçülerin ışığında belirlemeden, konjonktürel mülahazalarla her siyasi/sosyal gelişmenin içine dalmak Müslümanlara ve İslami harekete zarar verecektir. Bu eksikliğin farkında olarak, önemli konularda Müslümanların dar katılımlı nitelikli istişarelere olan ihtiyacını vurgulamak gerekir.
Sosyal/siyasal meselelerde, camiaların her biri ictihadlarını istişarelere dayandırıyor, aşamalarını dikkate alıyor ve hareketin faydalarını hesaba katıyorlarsa (ve tabi başkaca birçok unsuru da gözetiyorlarsa) farklı düşünmeleri normal karşılanmalıdır. Çünkü her camianın aşamaları, kısa-orta vadeli hesapları, konuyu okuyuş biçimleri, hesaba katmaları gereken çevresel faktörleri farklıdır. Bu farklılıkların da farklı ictihadlara yol açacağı gözden ırak tutulmamalıdır. Sonuçta farklı aşamaları yaşayan, farklı öznel şartlara sahip camiaların vardıkları sonuçları birbirlerine dayatmaya kalkışmaları son derece hikmetsiz ve haksız bir tutum olacaktır.
Bu bağlamda fikirlerin değişmesi de normal karşılanmalıdır. Aşamalar ve kullanılan araçlar değiştikçe ictihadlar da değişecektir. Değişimi her zaman, tutarsızlık veya ilkeleri terk etmek şeklinde değerlendirmemek gerekir. Değişimle girilen yol yanlışsa bilakis uyarı bir sorumluluktur.
Aşamalar değiştikçe fıkhı oluşturan ictihad da değişebilir. Nitekim Bedir savaşında teslim olan düşman askerlerinin, peygamberin bir ictihadı olarak öldürülmeyip esir alınması hakkında Rabbimiz, "Yeryüzünde üstünlüğünü perçinlemedikçe hiçbir Peygamberin esir alması yerinde değildir." şeklindeki Enfal suresinin 67 ve 68. ayetleri indiriyor. Ancak müminlerin güçleri artınca yani aşamaları değişince bundan vazgeçiliyor ve "Artık bundan sonra (esirleri) ya karşılıksız ya da fidye karşılığı salıverin." şeklindeki Muhammed Suresinin 3. ayeti iniyor.
Referanduma katılmak sisteme entegrasyon anlamına gelir mi?
Oy kullanma tartışmaları merkezinde tartışılan bir başka mevzu da sisteme entegrasyon meselesidir. Bu konuda da maalesef iki uç yaklaşım tartışmayı belirlemektedir. Bir taraf oy vermeyi doğrudan sistemin bir parçası olmakla eş tutarken, diğer taraf oy vermenin asla sisteme entegrasyon riski taşımadığını ileri sürmekte ve bunu tartışmayı yersiz bulmaktadır. Peki, sistemle bütünleşme tehlikesinin tartışma konusu edilmesi gerçekten yersiz midir?
Seçimler, sistem içi bir olgudur. Daha önce belirttiğimiz gibi, bugüne kadar bir sistem içi mücadele fıkhı oluşturulamadığından sistem içi mücadelede genel/yerel seçimler, siyasi partilerin yeri gibi konularla ilgili olarak usul geliştirilemedi. Daha çok genel ve teorik kabuller ile aktüel pratiğin yönlendirmesine açık bir tutum ve pozisyon söz konusu.
Entegrasyon, ki bir sapmadır, sistemle kurulan ve pek sorgulanmayan müdahaneci ilişkilerde belirginleşmektedir. Entegrasyon bir süreç işi olduğundan "oy" da bu sürecin araçlarından ve merhalelerinden biridir. Bu hususta belirleyici olan sistemle kurulan ilkesiz ilişki biçimidir.
Mücadeleyi demokratik çerçeve içine sıkıştırmayı kabullenme, İslami yönetimi hakim kılma idealinden vazgeçme, demokratik devlet ya da adalet devleti gibi İslam devleti ideali yerine ikame edilmiş cahiliyeyle bir arada yaşama formüllerine itibar etme, sisteme yönelik "tağut ve cahiliye" vurgusundan kaçınma demokratik sisteme entegrasyonu ifade eder. Tağuti sisteme karşı bağımsız kimlikli muhalefet, sisteme entegrasyonun önünde engeldir. Bu kesimleri, sırf oy verdiler diye, entegrasyonla suçlamak adil bir tutum olamaz. Ancak oy vermenin entegrasyon konusunda yaratacağı zaafların ve tehlikenin bilincinde olunmalıdır.
Bilelim ki sistem, temel cahili yapısını her daim koruyan, ancak kimi zaman katı otoriter, kimi zaman da görece liberal partilerin işbaşına gelmesine müsaade eden bir yapıya sahip. Sistem, bu ikili yapısı sayesinde muarızları birbirlerine karşı korkutarak muhalif çevreleri onlar farkına bile varmadan merkeze çekmeyi veya orada tutmayı başarmıştır. Müslümanlar da cahili sistemin bizzat içinden çıkan ve nisbeten daha ılımlı olan siyasi hareketlerle bir takım kontrolsüz ilişkiler geliştirerek, süreç içinde demokratik yönteme ve söyleme alışıp sistemiçi hareketlere dönüşüyorlar. İlânihaye kötünün iyisine meyleden veya razı olan bu anlayış, başkaca unsurların da devreye girmesiyle evrimsel bir tarzda sisteme entegrasyona yol açıyor.
Cüzi de olsa Müslümanlara da bir takım alanlar açacak olan referandum sonuçta tıkanan sistemi liberal kapitalist ideoloji çerçevesinde rahatlatma girişimidir. Yanı sıra bağımsız İslami hareketlerin ehlileştirilmesi de referandumun tali amaçlarından biridir.
Dil ve Üslup
Cürümünden fazla yer yakan bir konu olarak referandum, taşıdığı gerçek anlamını ve önemini fazlasıyla aşmış bir konuya dönüştü. Partiler, aydınlar, kanaat önderleri, sanatçılar ve de çoğunluk İslamcılar kendilerine uygun bir kamp seçmiş durumdalar. Böylesine hissî bir zeminde mantığın işlemesi mümkün değil. Öyle ki anayasa değişikliğinin içeriğini tartışmak dahi abes görülmektedir.
Ortada bir EVET-HAYIR-BOYKOT faşizmi var dersek çok abartmış olmayız. Her biri kendi kampında kâh savunma kâh taarruz pozisyonu almış durumda. Aynı ideolojik çevreye ait olup da farklı tercihlerde bulunanların birbirlerine karşı tavrı ise oldukça acımasız.
Mesela, Ali Bulaç'ın Özgün Duruş gazetesinde yazdığı ve anayasa değişikliğinin kadına pozitif ayrımcılığı içeren maddesini tartıştığı yazı oldukça eleştirilmişti. Ali Bulaç yazısında kadına yönelik pozitif ayrımcılığı İslami açıdan ele alıyor ve bu konunun İslami olarak tartışılmasını istiyor, kendisi bu değişikliği İslam'a aykırı bulduğunu ifade ediyordu. Ancak yazıda oyunun ne olacağına dair bir işaret yoktu.
EVET cephesi bu yazıyı HAYIR'ın ilanı olarak algıladı ve Ali Bulaç'ı sertçe eleştirmeye başladı. Yazının Zaman gazetesinde değil de Özgün Duruş'ta yayınlanmasının arkasındaki niyetin okunmasından, hükümetten ulufe alamadığı için intikam hissiyle yazıldığı imasına kadar vardırıldı ithamlar. Tam anlamıyla belden aşağı vuruluyordu. Öyle ki Ali Bulaç sonradan oyunun EVET olacağını açıklamak zorunda kalacaktı. İçeriğe dair İslamî bir değerlendirmenin dahi bu kadar hazımsızlığa yol açması, içine girilen bu akıldışı kamplaşmanın bir göstergesidir.
Oy kullananları tekfir etmek ne kadar yakışıksız ise, oy kullanmayanların, "HAYIR cephesine hizmet etmek" veya "zalime eğilim göstermek" gibi ithamlarla suçlanması aynı oranda yakışıksızdır.
Her seçim tartışmasında "Saptı! Sapıyor! Sisteme entegre oluyor!" gibi uyarının tadını kaçıran bir üsluptan da kaçınılmalı, uyarılar ithama dönüşmemelidir. Diğer yandan iyi niyetli uyarılara sırt dönülmemelidir. Özellikle de yaygın olarak gördüğümüz, tevhid hatırlatması yapanlara karşı selefilik kavramının tahfif amaçlı kullanılması doğru bir tutum değildir. "Tevhid" ve "ilke" vurgusu, bağlamı itibariyle yerinde bulunmasa bile, İslami hareketler için her zaman sapmaya karşı "emniyet supabı"dır.
Ayrıca toptancı bir değerlendirme ile referanduma katılmayı itikadi veya ilkesel olarak yanlış bulan çevreleri, sosyal şahitlik sorumluğundan kaçmakla suçlamak yanlıştır. Bu minvalde düşünenlerin sosyal şahitlik konusundaki zaaflarının eleştirilmesi makuldür, ancak genelleme yapmak sosyal şahitlik sorumluluğunu gücü nispetinde yerine getirenlere haksızlık olur.
Bunun yanında referandumu hak ile batılı, veli edinilecekler ile edinilmeyecekleri birbirinden ayıran "Furkan günü" şeklinde niteleyerek oy veren kesimlerle kardeşlik köprülerini yıkan üslup yakışıksız ve tehlikelidir.
Nasıl ki konuyu ictihadi görenler total bir şekilde EVETçi olarak algılanıyorsa oy vermeyeceğini söyleyenler de konuyu itikadi görenler kanadında görülüyor. Velhasıl tam bir karmaşa söz konusu. Herkes birbirine karşı kör ve sağır. Herkes birbirinin son sözüne yani kararına bakıyor ve gerekçeler neredeyse hiç tartışılmıyor. Bizce tartışma üslubu ve hikmete riayet, zorluklarla kurulmuş ilişki ve ittifakların selameti açısından önemlidir.
Müslümanların üst kadrolarının katıldığı bu tartışmaların tabanda, bağlamını yitirerek kastı aşan bir şekilde yankı bulduğu gözden uzak tutulmamalıdır. Umutla Müslümanların söz ve eylemlerini takip eden insanlar üzerinde oluşan umutsuzluk da dikkate alınmalıdır. Referandum hadisesinin bu denli önemsenmesinin, Müslümanlar arasında kırılması zor bir "kutuplaşma"ya neden olduğu görülmelidir. İhtilaflarda Müslümanlara zarar verecek ve ayrışmayı pompalayacak üslup, Müslümanların adalet, basiret, hikmet ve merhamet özellikleriyle bağdaşmaz. Referandumun bir bölen olmasına zemin hazırlayan bu abartılı yaklaşımlardan kaçınılması ve bu tutumun açık bir biçimde reddedilmesi gerekmektedir.
Sonuç olarak
Cahili bir düzende, tağuti bir devlette yaşıyoruz. Nihai amacımız bu sistemin yerine İslami kuralların uygulandığı İslami yönetimini tesis etmek. Tağuti düzenle girdiğimiz uzun soluklu savaşımın şu aşamasında onun ceberutluğunu bir miktar azaltacak bir düzenleme oylarımıza sunuluyor. Müslümanlardan oy verecek olanlar da vermeyecek olanlar da bununla sistemin cahili niteliğini yitirmeyeceğinin bilincindeler. O nedenle savaşım 13 Eylül sabahı da sürecek.
Referandum oylamasının doğuracağı sonuçlar itibariyle basit bir mesele olmadığı açık. Her şeyden önce EVET–HAYIR şeklindeki bir kutuplaşmanın nesnesi olmak Müslümanlar'ın bağımsız kimliği için kötü bir imaj. Daha önemlisi bu kutuplaşma Müslümanlara da sirayet etmekte, Müslümanların potansiyel gücünü dağıtmakta, birliktelik zeminini bozmakta. Bu hususta Mehmed Durmuş'un "Bu kutuplaşma neden Müslümanları illa, aynı temel ideolojiden doğmuş olan mevcut iki kutuptan birine mecbur etsin?"2 sorusu önemlidir.
EVET'in gerekçelerinden biri olarak dile getirilen tutarlılık meselesi Müslümanlar açısından görece önemli bir mevzudur. Ancak mesele bundan daha karmaşıktır. Tutarlılık testinin referandumla bitmeyeceği, aksine genel seçim, cumhurbaşkanlığı seçimi ve olası bir yeni sivil anayasa oylamasında da devam edeceği bilinmeli. Çünkü anayasada gerçekleşecek değişikliklerin sürmesi ve uygulamaya konması için, ardı ardına yapılacak seçimlerde AK Partinin ve Abdullah Gül profilinde bir cumhurbaşkanının seçilmesi gerekmekte. Bu durumda, yapılacak olan seçimlerde AK Partinin ve onun cumhurbaşkanı adayının desteklenmesi "tutarlılık" gereğidir. Ayrıca yine tutarlılık, yeni bir anayasa yapılması durumunda ona oy vermeği de gerektirecektir. Bu durumda konu tek başına referandumda oy vermeyi aşmakta, siyasetle ve sistemle aramıza koyduğumuz mesafeyi kaldırmak-daraltmak anlamına gelmektedir. Aynı durum, özgürlük alanlarının açılması gibi lehimize olan durumlara bigâne kalamayacağımız şeklindeki gerekçeler için de geçerlidir.
Bizim dışımızda gerçekleşen bir iktidar savaşımının yansıması olan bu paket bizim mücadele eksenimizin de dışında gerçekleşmektedir. Bu durumda hem bizim savaşımımız olmayan hem de mücadele zeminimizin ve hattımızın dışında yer alan bir hususta yüzeysel bir tutarlılık analojisiyle hareket etmek yanlış olacaktır.
Referandumda oy vermek bugüne dek sandıkla (ve siyasetle) arasına mesafe koyanlar için bir stratejik eksen değişikliği anlamına gelmektedir. Stratejik eksen değişiklikleri konjonktürel mülahazalara bağlı olarak gerçekleştirilemeyecek kadar önemli bir mevzudur.
Referandum gibi sistemin revizyona uğratıldığı araçlar, bağımsız pozisyonlarını korumakta giderek daha da zorlanan Müslümanları sinsice sistemin içine çekecek bir tuzağa dönüşebilmektedir. Sistemin tağutiliği söyleminin giderek terk edildiği, İslam devleti idealinin yerini adalet devleti veya demokratik devlet düşüncesine bıraktığı bu vasatta sistemle bir "anayasal bağ" kurmak mevcut çözülmeye katkı sunacaktır.
Müslümanların oylarıyla katıldıkları bu teşri faaliyeti, sonradan yapılacak yeni anayasayı da destekleme, oradan psikolojik olarak anayasanın sahiplenilmesine değin bir takım riskleri barındırmaktadır. Sistemle aramızda oluşan "anayasal bağ" çözülmeye direnen İslami kesimin devlete ve sisteme dönük uzlaşmaz bağımsız mücadele ruhunu zedeleme ihtimalini taşımaktadır. Ufukta beliren bu tehlike karşısında İslamî hareket, bu demokratik tuzağa düşmeyecek kadar bağımsız ve özgün olmalıdır.
Bize göre aşamamız, sistemle (burada daha çok hükümet) Hudeybiye tarzı riskli bir pazarlığa girmeye müsait değildir. Öte yandan sistem de bizimle böyle bir temasa girmemekte, anlaşma masasına çağırmamaktadır. Bizlerin sonucu değiştirecek bir oy gücüne sahip olmadığımız bilinmektedir. Öyle ki yer yer dile getirdiğimiz taleplerimizin hiç biri dikkate alınmamıştır. Sistem bize danışmadığı gibi bu paket bizim sistemle girdiğimiz bir pazarlığın kazanımı da değildir. Sadece bir "çıkar örtüşmesi" söz konusudur.
Kendi yöntem ve usulümüzle mücadele etmek bize güç katarken aksinin gücümüzü kıracağını, eksen kaymasına yol açacağını bilmeliyiz. Politik alan (oy sahası/sandık) bizim savaşım alanımız değil demokrasinin alanıdır. Kabul etmediğimiz yöntemi kullanmama, cahiliyenin bizi çekmeye çalıştığı alanın dışında durma, ilkesel olmanın ötesinde taktiksel bir tavırdır ve eğer o alan tercih edilecekse bunun riskleri dikkate alınmalıdır.
Müslümanların kendi sahası dışında gerçekleşen bu kavgada, eşyanın tabiatı gereği, özgün bir söylemi üretmesi mümkün olamaz. Olsa olsa mevcut söylemler farklı İslami imajlarla yeniden üretilir. Bu söylemsel üretim aynı zamanda kötünün iyisine razı olmanın retoriği olacaktır.
Müminler cahiliyenin iktidar kavgasında taraf olmamalıdır. Velev ki taraflardan biri bizi sevindirecek hedeflere sahip olsun. Bu durum tam olarak Rum ile Sasani'nin savaşına benzemektedir. Biz de Mekkeli müminler gibi aşamamız gereği bu savaşı uzaktan seyredip sonucuna göre ya üzülmek ya da sevinmekle yetinmeli, sevinci garanti etmek için Rum ordusunun yardımına koşmamalıyız.
Lehimize olacağı düşünülen bu değişikliğe illa ki destek verilmesi gerekiyorsa HAYIRcıları deşifre etmek, sistemin gerçek yüzünü tebarüz ettirmek, topluma cahili düzeni daha somut anlatabilmek ve darbecilerle hesaplaşmak şeklinde harici olarak sürece destek vermek yeterlidir. Böyle bir destek zaten yürünegelen çizginin doğal bir devamı olmuş olacaktır.
Pozisyonumuzu ne HAYIRcıların şerri, ne BOYKOTçuların varlığı, ne de EVET'in dayanılmaz cazibesi belirlemeli. Özellikle de ilkesel (ve/veya stratejik) olarak devam ettire geldiğimiz sandığa gitmeme tavrımızın BOYKOTçuluk olarak değerlendirilmesi haksız bir değerlendirme olur. Nasıl ki boykotçuların tutumunun sandığa gitmeyenlerin geleneksel tutumuyla (ki buna boykot demek galiba doğru olmaz) irtibatlandırılması doğru değilse, aynı şekilde prensipleri gereği oy kullanmayanların da BDP ile aynı kefeye konması doğru değildir. Her iki tutum da birbirinden bağımsız ve farklı gerekçelere sahiptir.
Konuya ilkesel zeminde yaklaşılması gerekir. İslami hareketin maslahatı ise son kertede ele alınmalıdır. Bu nedenle her çevre öncelikle ilkeler sonra kendi yapısı, dengeleri, riskleri ve maslahatına göre karar vermelidir.
Sonuç itibariyle anayasa değişikliğinin onaylanmasını hayırlı, sürecin fiilen içine girilmesini, aktif propaganda yapılmasını ise hayırsız buluyoruz. Ancak tüm bunların takdirî olduğunu da bilmeliyiz.
Biliyoruz ki 13 Eylül sabahı sistem tağuti özelliğini koruyor olacak ve onunla savaşımımıza devam ediyor olacağız. 13 Eylül'e bu bilinçle uyanan Müslümanlarla, oy vermiş olsun ya da olmasın, kardeşlik hukuku da sürecektir. Bu hukukun zedelenmemesi hiç kuşkusuz referandumdan daha önemlidir.
Dipnotlar:
1- İsra 74. Fizilal'de Seyyid Kutub bu ayette geçen meyledilen şeyin "Onlardan bazılarının fakirlerin katıldığı oturumdan ayrılarak kendilerine bir oturum ayırması" olduğunu ifade etmektedir. İçtihadi olan bir hususun dine zarar verme ihtimali o kadar yüksektir ki Kur'an bu meylin gerçekleşmesi durumunda bunun şiddetli bir azabın nedeni olacağı uyarısında bulunuyor. (İsra 75) Müşriklerle ilişkilerde tavizsizliğin bir nedeni ilkesel/itikadi ise diğer bir nedeni de aşamasaldır. Kimi zaman ikisi bir arada olabilmektedir.
2- Haksöz Dergisi. sayı:233. s:36