16 Aralık günü Silivri’de görülmeye başlanan Balyoz darbe davası ile ilk kez bir darbe girişiminin sorumluları yargı önünde hesap veriyorlar. Kimisi emekli, kimisi muvazzaf olmak üzere tümü askerlerden oluşan 195 sanıklı bu davanın önceki Ergenekon dava dizisinden şöyle bir farkı bulunmakta: Ergenekon sanıkları darbeye zemin oluşturmak üzere ülkede kaos meydana getirmekle suçlanmaktalar. Yani bir anlamda darbeye yardım ve yataklık suçuyla itham edilmekteler. Balyozcular ise doğrudan darbeye kalkışmak ve bunun için cunta örgütlenmesine girişmekle suçlanıyorlar.
Balyoz davasının iddianamesi ve klasörleri Türkiye’nin çok yakın bir dönemde sürüklenmek istendiği korkunç ortama ışık tutmakta. 2003 Mart ayının ilk haftasında, İstanbul’da 1. Ordu bünyesinde Plan Semineri kamuflajı altında hazırlıkları sürdürülen çabalar darbecilerin sadece hukuk tanımazlıkla kalmayıp, insanlıktan çıkmış birer canavara dönüştüğünü de gözler önüne seriyor. İddianameye göre 1. Ordu Komutanı Org. Çetin Doğan’ın başını çektiği cuntacılar 2002 Kasım seçimlerini kazanan AK Parti hükümetini devirmek ve iktidar saplantılarını tatmin etmek üzere bir dizi kirli, karanlık senaryolar üretmişler ve bu senaryoları icra etmek üzere hazırlıklara girişmişler.
Operasyonun hazırlık aşaması da, sonrası kadar korkunç icraatlar içermekte. Darbeciler ülkede arzu ettikleri ortamın tesisi için camileri bombalamaktan kendi uçağını düşürmeye, muhalif kimlikli aydınları katletmekten savaş kışkırtıcılığına kadar pek çok vahşi eylemi büyük bir pervasızlıkla tasarlamışlar. Darbe sonrasında ise binlerce insanın tutuklanıp, stadyumlara tıkılması; partilerin, derneklerin, vakıfların kapatılması ve benzeri zulümler planlamışlar. Tüm bunların neticesinde ise ekonomiden siyasete, eğitimden medyaya kadar toplumun tepeden tırnağa yeniden biçimlendirilmesini hedeflemişler.
İslâmi kimlik ve hassasiyet sahibi kişiler, cemaatler, kuruluşlar başta olmak üzere halkın geniş kesimini yargılayıp cezalandırmaya kalkanlar bugün sanık sandalyesinde hesap vermekle meşguller.
Bununla birlikte eğer suçlular mahkeme önüne çıkartıldı, tehlike geçti, bundan sonra bize düşen oturup gelişmeleri izlemek diye düşünürsek yanılırız. Niçin? Çünkü öncelikle sorumluluğumuz gelişmeleri izlemekten ibaret değil. İkinci olarak da darbecilik tehdidinin Türkiye gündeminden bütünüyle çıkartıldığını düşünmek çok safça bir yaklaşım olur.
Bakın daha önceki gün Genelkurmay’ın internet sitesine konulan ve son günlerin sıcak gündemi dil tartışmasına ilişkin açıklamanın dili nasıl bir tehdit içeriyor! TSK laik-ulus devletin muhafazası konusunda tarafmış ve taraf olmaya da devam edecekmiş! Bu üslup hiç haddini, yetkisini bilen, siyasi tartışma ve süreçlerin dışında kalması gerektiğinin farkında olan bir yaklaşımı yansıtıyor mu? Bilakis “gerektiğinde son sözü biz söyleriz” cüretini, pervasızlığını ortaya koyuyor.
Peki, durum böyleyken, İslâmi camianın Balyoz davasına ilişkin genel sessizliğini, ilgisizliğini nasıl açıklamak lazım? Davanın klasörlerinde cuntacıların İslâmi kesimden aydınlara suikast planladıklarını öğreniyorsunuz. Darbe sonrasında tutuklanacak isimlerin tek tek sıralandığı listeleri görüyorsunuz. Kapatılacak dernekler, vakıflar, yayın organlarının aynı şekilde listelendiğine şahit oluyorsunuz. Ve tüm bu meşum girişimlere muhatap olan camianın konuya ilgisine baktığınızda ister istemez ne bu vurdumduymazlık demekten kendinizi alamıyorsunuz.
16 Aralık sabahı Silivri’de cuntacıları lanetlemek üzere Özgür-Der ve bazı avukatlar tarafından yapılan protesto eylemleri dışında herhangi bir tepki ortaya konulmadı. Davaya Hukukçular Derneği ve Özgür-Der müdahillik talebinde bulundu. Aynı şekilde darbecilerin öldürmeyi planladıkları gazeteciler arasında ismi geçenlerden sadece Abdurrahman Dilipak, Hamza Türkmen, Rıdvan Kaya da bizzat duruşma salonunda bulunarak hesap sorma tavrını sergiledi.
Kamuoyu baskısının canlı ve ısrarlı olmadığı ortamlarda çok hayati mevzuların dahi bir biçimde örtüldüğü, küllendirildiğine dair bu ülkede yaşanılan örneklerin sayısı az değil. Ayrıca doğrudan bizi hedef alan gelişmeler karşısında dahi pasif tavırlar sergilememizin varlığımıza ilişkin ciddi boşluklar, belirsizlikler doğuracağının farkında olmalıyız.
Karşılaştığımız bu zalimane, bu kirli planları teşhir etmemiz, bunların bizi yıldıramayacağını ve taleplerimizden vazgeçirtemeyeceğini net bir dille ve yüksek sesle ortaya koymamız gerekmiyor muydu?
Not: Bu makale aynı zamanda 20 Aralık 2010 Pazartesi günlü Yeni Akit Gazetesi'nde yayınlanmıştır.