Hükümetin Kürt meselesini halletmek için üstlendiği yeni rolün ilanından bu yana Cumhuriyet gazetesini çok daha büyük bir dikkatle izliyorum. Bugün size hem gazetenin “Kürt açılımı” karşısındaki pozisyonunu anlatacağım, hem de bir tahminde bulunacağım.
Önce tahmin: Bence Cumhuriyet, bu defa “irtica” yerine “bölünme” temelli yeni bir “Tehlikenin farkında mısınız?” kampanyası başlatmaya hazırlanıyor. Şimdilik bu kadar... Uzunca bir bölüm boyunca Cumhuriyet’in hükümetin “çözüm hamlesi” karşısındaki tavrını anlatacak, yazının sonunda bu bilgiler ışığında tahmin mevzuuna yeniden döneceğim.
Fakat hepsinden önce bir itiraf: Cumhuriyet gazetesinin başlıkta gördüğünüz gibi tersten, Arap harfleriyle yazılmış izlenimini veren ve yeşil renkli “Tehlikenin farkında mısınız” cümlesiyle başlattığı kampanyanın o kadar etkili olacağına hiç ihtimal vermemiştim. Oysa 2 Nisan 2006’da başlatılan kampanyanın “çağrı”sı (“Cumhuriyet’ine sahip çık”) bir yıl içinde her iki anlamında da karşılık bulmuş, iş cumhuriyet mitinglerine ve 90 binlik satışlara kadar varmıştı. (Cumhuriyet’in satışı, AK Parti iktidarı başlarken 40 binin altındaydı, bu günlerde de 60 binin biraz altında seyrediyor. Bu tarihî gazetemizin satışları ülkedeki “laiklik gerilimi”ne bağlı olarak artıyor ya da azalıyor.)
O günlerde beni, “tutmaz bu kampanya” düşüncesine sevk eden âmillerin başında, “bir kısım devlet”in kampanyada oynayabileceği rolü hesaba katmamak geliyordu; ben gayet naif bir şekilde, bunun basitçe bir gazete kampanyası olduğunu düşünmüştüm.
Muhtemel bir yeni kampanya konusunda, birincide olduğundan çok farklı bir kanaat taşıyorum; bence böyle bir kampanya son derece etkili olacak, hem şimdilik dağınık ve bireysel görünen tepkileri hem de gazetenin satışlarını patlatacaktır.
İşi “vatan ihaneti”ne kadar getirdiler...
Aslına bakarsanız, Cumhuriyet’in, hükümetin herhangi bir girişimine karşı nasıl tavır aldığını öğrenmek için gazeteyi okumak gerekmiyor. Böyle bir ihtiyaç, belki bir miktar AK Parti iktidarının ilk ayları için geçerliydi. Çünkü o zamanlar İlhan Selçuk, Cumhuriyet’in “doğruya doğru, yanlışa yanlış” diyen bir yayın çizgisi tutturacağını söylemiş, bunun ilk örneğini de hükümetin ilk icraatlarından birini oluşturan “emekli maaşlarına seyyanen 100 TL zam” meselesinde ortaya koymuştu. Selçuk, basındaki kimi “solcu” yazarların hükümeti “bu paranın kaynağı nerede?” diyerek sıkıştırmasına sinirlenmiş, “Size ne kardeşim, yapılan doğru bir şey” diyerek onları paylamıştı.
Fakat birkaç gün sonra eski arkadaşı, sütun komşusu Oktay Akbal’dan ağır bir “ayar” alacaktı. Akbal’a göre, bu “dinci” iktidarın olumlu bir şey yapması ontolojik olarak mümkün değildi. Dolayısıyla ne yaparsa yapsın yanlış bulunmalı ve bu çizgi iktidar yıkılıncaya kadar sürdürülmeliydi. Oktay Akbal’ın, o günlerdeki “Kartaca Yıkılmalıdır” başlıklı yazısından:
“Roma tarihinde bir senatörden sık sık söz edilir. Bu senatör, toplantılarda hangi konu açılırsa, hangi sorun söze gelirse bir tek cümle söylermiş: ‘Kartaca yıkılmalıdır.’ Roma’nın büyük düşmanı Kartaca’ydı. Bu düşman yıkılmadan, ezilmeden, Roma, huzuruna, barışa, güvenliğe kavuşamayacaktı. Biz de ‘AKP iktidarı yıkılmadan Türkiye’nin hiçbir sorunu çözülemez’ diyenlerdeniz.”
İşte Akbal’ın o yazısından sonra İlhan Selçuk’un formüle ettiği “doğruya doğru, yanlışa yanlış” deme çizgisinden eser kalmadı. Ve gazete bu yeni çizgiden en küçük bir taviz bile vermeden bugünlere kadar geldi.
Yayın çizgisi bu kadar “net” ve “basit” olunca, herhangi bir konuda gazetenin nasıl bir tavır aldığını tahmin etmek kolaylaşıyor. Dolayısıyla bana, “madem öyle, neden Cumhuriyet’in hükümetin ‘Kürt açılımı’na nasıl bir tepki verdiğini öğrenmek için gazeteyi eskisinden de daha dikkatli bir biçimde okuduğunuzu söylüyorsunuz,” diye sorabilirsiniz...
Haklısınız ama benim de kendime göre bir gerekçem var: Tepkinin dozunu ölçmeye çalışıyorum... Ki, böylece işin bir kampanyaya kadar vardırılıp vardırılmayacağını tahmin edebileyim...
İlhan Selçuk’un rahatsızlanıp hastaneye kaldırıldığı gün (15 ağustos) kaleme aldığı yazıyı okuyana kadarki Cumhuriyet takibimden, işin yeni bir kampanyaya vardırılabileceğine dair kuvvetlice bir kanaat taşıyordum. Fakat o yazıyı okuduktan sonra bu kanaatim neredeyse kesinleşti. Çünkü Selçuk, Devlet Bahçeli’nin sözlerinin üzerinden de olsa açıkça “vatan ihaneti”ne işaret ediyordu:
“Vaktiyle Anglo-Amerikalılar ülkedeki Ermeni ve Rumları kışkırtıp kullanarak Sevr’i tezgâhlamak istediler... Bu kez de Kürtleri kullanmak üzerine bir strateji göze çarpıyor, Anadolu’yu bölen haritalar elden ele dolaşıyor... İşte bu ortamda MHP’nin AKP’yi vatan ihanetiyle suçlaması siyaset hayatında, demokratik düzende ve partiler rejiminde ilginç bir dönüm noktası oluşturuyor... MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli bir noktaya mim koydu...”
Hem milli duygular, hem satışlar...
İşte beni korkutan gelişme bu oldu. Çünkü ben, Cumhuriyet’in başyazarının Bahçeli’nin “vatan ihaneti” suçlamasını belli bir amaca matuf olarak paylaştığı kanaatindeyim. Şu anda, tamamen sezgisel bir bilgiyle, Cumhuriyet yöneticilerinin, ortada 2006’dakine benzer koşulların bulunduğu tespitini yaptıklarını ve bir kez daha gazete üzerinden “iktidardaki düşman”a karşı bir kampanyanın örgütlenebileceğini hesapladıklarını düşünüyorum. Böylece hem “Kartaca’nın yıkılması” için büyük bir fırsat değerlendirilmiş, hem de satışlar bir kez daha patlatılmış olacaktır.
Bu hesabın temelsiz olmadığı kanaatindeyim. Nedenine gelince... Hükümetin Kürt açılımına karşı toplumun bazı kesimlerindeki tepkiler henüz bütün gövdesiyle açığa çıkmış değil. Bu dağınık ve örgütsüz tepki kendisini biraraya getirip çoğaltacak örgütçüsünü (kampanyacısını) bekliyor bence. (Durum bu açıdan, 2006’daki, irtica korkusuyla siyaseten alıklaştırılıp mobilize edilmeye hazır hale getirilmiş kitlelerin, örgütçülerine kavuşur kavuşmaz kartopu gibi birleşip büyümesi hadisesine çok benziyor.)
Netice-i kelam: Toplumsal koşulları, hissiyatları ve tabii Cumhuriyet’in yayın çizgisini biraraya getirdiğimde, “irticacılar”ın yerini “Kürtlerin” ve “Kürt muhibleri”nin aldığı yeni ve büyük bir kampanyaya hazır olmalıyız derim ben.
“İrtica” ile “Kürt meselesi”nin başka meseleler olduğunu; birincinin çevresinde mobilize edilebilen kitlelerin ikincinin çevresinde edilemeyeceğini; “yaşam tarzları”nın tehlike altında olduğunu düşünen milyonlarca “laik-şehirli-okumuş-çağdaş” insanın Kürt meselesinin özgürlük ve kardeşlik temelinde kesin bir çözüme kavuşmasını istediklerini düşünüyorsanız, çok yanılıyorsunuz.
Böyle düşünüyorsanız, Türkiye’nin “sol”undaki milli-devletçi etkileri ve şu son 10 yılda CHP tabanını etkisi altına alan “bizi bölüyorlar” paranoyasının gücünü hiç hesaba katmıyorsunuz demektir.
Bu meseleye sonraki yazılarda tekrar döneceğim. Şimdilik, “laik-şehirli-çağdaş” cemaatin simge isimlerinden Prof. Dr. Kerem Doksat’ın kişisel sitesinde kaleme aldığı son yazılardan birinden şu kısa alıntıyla yetineceğim:
“Senelerin Ajda Pekkan’ı, ‘folie d’immortalité’ muzdaripi bile olsan, sen bir asker kızısın; Rojin’e sarılıp Kürtçe şarkı söyleme popülizmiyle Türk harsının yok edilmesi operasyonuna âlet olmasaydın, âhir ömründe benim ve benim gibi pek çok kişinin sevgisini kaybetmeyecektin.
“Hele Sezen Aksu, tamamen kendi emeğinle müthiş bir yere tırmandın; üstelik İzmirlisin. İzmirli Atatürkçüdür, vatansever ve yiğittir. Ne ihtiyacın vardı? Paraya mı? Zâten var. Şâna, şöhrete mi? Zâten var. Ama artık ciddi yara aldın.”
TARAF