Diyalektik etkileşimin anlamlı bir sosyal dinamik olduğunu düşünenler için Cumhuriyet tarihi epeyce elverişli bir örnek. Bu bakışın tez-antitez-sentez üçlemesini aslında kalın hatlarıyla Osmanlı modernleşmesi için de kullanabiliriz.
Eğer klasik Osmanlı devlet ve toplum nizamını 'tez' olarak adlandırırsak, 18. yüzyıl itibarıyla başlayıp 19. yüzyıl ortalarında belirginleşen modernleşme çabalarını da 'antitez' olarak görmek mümkün. Tabii bu durumda İttihatçı milliyetçiliğin ve Kemalizm'in de bir tür 'sentez' olduğunu söylemek durumundayız. Aslında bu, çok da temelsiz değil, çünkü Kemalizm modernliği tek taraflı olarak yorumlayan ve onu Osmanlı devlet zihniyetinin içinden yeniden üretmeye soyunan bir ideoloji. Dolayısıyla eğer devletin mutlak siyaset yetkisini ve toplum üzerindeki tahakkümünü tez olarak, modernliğin yatay toplum ve kamusal alan anlayışını antitez olarak görürsek, Kemalizm'in de bu ikisini birleştiren bir imtiyazlı sınıf cumhuriyetini niçin 'çağdaşlık' olarak algıladığını tasavvur edebiliriz.
Bu adım atılırken modernliğin kendi içindeki zihniyetsel birleşimi de epeyce kolaylaştırıcı bir işlev görmüştü. Çünkü bir yanda relativist bakışı teşvik eden bir birey anlayışı, ama onun hemen yanında da bu bireyleri 'vatandaş' kimliği altında homojenleştiren bir ulus-devlet gerçeği vardı. Böylece isteyen modernliği istediği gibi yorumlayabildi ve kendi zihni meşrebine uydurabildi. Kemalizm de modernlikten esas olarak ulus-devleti, bağımsızlığı, elitizmi ve ilerlemeciliği anladı ve bireyi küçümseyen bu kendine özgü modernliği 'çağdaşlık' olarak kutsadı.
Öte yandan Kemalizm'in toplum ve devlet tasavvuru rakipsiz değildi... Nitekim bir mücadele gerektirdi ama bu, okullarda öğretildiği üzere dini irticaya karşı değil, modernliği hukuk temeli üzerinde daha meşruiyetçi bir sistem olarak tahayyül edenlere karşı yapıldı. Nitekim Birinci Meclis lağvedilmekle kalmadı, sonrasında da rakip partilerin yaşamasına izin verilmedi ve rejim, bir tek parti diktatoryasına dönüştü. Bu durum, Marksistlerin diyalektiğe verdikleri önemi doğruluyor... Çünkü bu yaklaşıma göre her sentez, aslında tezin karşısına çıkmış olan antitezin süzgecinden geçerek kendini yeniden oluşturması ve böylece yeni dönemin tezi haline gelmesini ifade eder. Bu açıdan bakıldığında Cumhuriyet, modernlikle yüzleşmek zorunda kalan Osmanlı'nın yeniden bir 'tez' olarak ortaya çıkmasıdır. Gerçekten de tek parti dönemi, devletle toplumun belirgin bir biçimde ayrışmasıyla, yönetici elitin halk üzerindeki ideolojik tahakkümüyle, siyasetin belirli bir zümrenin imtiyazı haline gelmesiyle ve meşruiyetin tamamen resmi ideolojiden kaynaklanmasıyla Osmanlı'nın 'çağdaş' duruma naklinden ibarettir.
Bu tez, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Batı'dan gelen yeni normlarla karşılaştığında ister istemez bir adaptasyon gereği ile karşılaştı ve çok partili hayata geçildi. Böylece 1980'e kadar sürecek olan 'antitez' dönemi başladı. İlginç bir biçimde Kemalistler de bu süreci 'karşı devrim' olarak nitelediler, çünkü onların 'devrim' olarak gördüğü otoriter, denetleyici ve tahakkümcü rejimi sürdürme imkânı kalmamıştı ve daha da kötüsü bu rejimin sürmesi imtiyazların 'başkalarıyla' paylaşılmasını ima etmekteydi. Çok partili dönem, sıradan vatandaşın siyasete girmesi, kamusal alanın çoğullaşması ve rantın popülizan amaçlarla dağıtılması demekti. Dolayısıyla rejimin öngördüğü doğal vesayet sistemini sürdürmek son derece güçleşmişti. Öte yandan bu vesayetin hamisi toplumsal algıda müstesna bir yere oturan askerdi ve ordunun söz konusu gidişe razı gelmesi pek de beklenemezdi. Böylece darbeler dönemine girildi. Antitez döneminin aynı zamanda darbelerle oluşması, aslında otoriter cumhuriyet zihniyetinin çoğulcu bir toplumu hazmetmeye olan direncinin de ifadesiydi. Darbeler yeni bir nizam yaratmak için değil, eski nizama geri dönmek için yapılıyordu ve bu anlamda 'gerici' bir işleve sahipti. Ama çok partili hayatı 'karşı devrim' olarak zaten 'geri' bir düzene indirgemişseniz, bu düzeni geriye götürecek olan darbeleri de 'ilerici' bulmanız mümkündü. Nitekim has Kemalistler darbeler arasında ayrım gözetmediler. Bunların bizi yeniden çağdaşlık yoluna döndürmek için zorunlu olduğunu savundular.
VESAYET REJİMİNİ YASAL ZEMİNE OTURTMAK!
Ne var ki söz konusu geriye dönüş artık pek de mümkün değildi. Hele 1980'e doğru gidildiğinde soğuk savaşın bitmekte olduğu, yığınsal üretim ekonomisinden uzaklaşıldığı, kimlik siyasetinin tomurcuklandığı ve küresel bir etkileşime açık hale gelindiği ortaya çıkmıştı. Yapılması gereken şey öyle bir darbeydi ki, artık başka darbelere ihtiyaç duyulmasın... Bu ise vesayet rejimini 'sağlam kazığa' bağlamayı, yani yasal zemine oturtmayı gerektiriyordu. Böylece kim yönetirse yönetsin, etrafında kurtulamayacağı bir cendere olacak ve mecburen vesayet rejimini çalıştıracaktı. Sistemin çalışması ile de, ortaya bu rejimi temel kabul eden ama hukuki hale getirilmiş bir meşruiyet çerçevesi çıkacaktı. 12 Eylül darbesi bunu yaptı... Öyle bir yönetim sistemi yaratıldı ki, sivil siyasetin hareket alanı, ekonomi ve sosyal alanla sınırlandı. İdeolojik meselelerin tümü askeri referans alan ama yargı üzerinden hayata geçen bir paralel 'yürütme' mekanizmasına terk edildi. Bu amaçla yargı mekanizması ikili bir yapıya dönüştürüldü. Gerçek yargı işlevi, alt kademedeki mahkemelerin işiydi. Üstte ise yargı işlevi olmayan ama hukuki kisve altında siyasi tasarrufta bulunan bir kast oluştu. Bu kastın kendi içine kapalı bir yapı oluşturmasına itina gösterildi. Amaç vesayet yönetiminin sivil siyasetten olabildiğince bağımsızlaştırılmasıydı ve bu bağlamda modern demokrasilerin 'yargı bağımsızlığı' klişesi çok işe yaradı. Yargının siyasi işlev görmek üzere bağımsızlaşmasına paralel olarak, zaman zaman müdahale yapmak zorunda kalabilen asker de paralel bir yargı sistemi ile korunma altına alındı. Öyle ki emekli askerlerin bile muhatabı sivil değil, askeri yargı oldu. Bunlara ilaveten sivil siyaseti istediği an lağvedebilecek bir 'cumhuriyet başsavcılığı' makamı yaratıldı. Ve hepsinin ortasına da, asker olacağı veya askeri olacağı varsayılan bir 'cumhurbaşkanı' oturtuldu.
Böylece yeni bir 30 yıla girildi. Cumhuriyet'in 'doğal' vesayetçi anlayışının halkla karşılaşmasının sonucunda, Kemalist rejim kendisini bu sentez üzerinden yeniden ihya etmeye çalıştı. Ancak hiçbir sentez, tezi aynen üretemez... Çünkü hayat akıyor, değer sistemleri değişiyor ve yeni bir meşruiyet algısı oluşuyor. Cumhuriyet'in ilk yıllarında hukuk önemli değildi, çünkü rejimin çok güçlü meşruiyet dayanakları vardı. Oysa 1980'e gelindiğinde o dayanaklar çok yıpranmış, içten çözülmeye yüz tutmuş, dünyanın yeni normları ışığında değer kaybına uğramıştı. Meşruiyetin zayıfladığı her noktada, otoriter rejimlerin can simidi hukuktur... Cumhuriyet de bu sentez döneminde hukuka sarıldı. Ancak bir taraftan da çoğulcu toplum yapısını bu yeni hukuka razı etmek gerekiyordu. Diğer bir deyişle bu çoğulculuğun devletçi bir kimlik etrafında raptedilmesi lazımdı ve bu kimliğin gelinen 'sentezi' yansıtması gerekiyordu. Çözüm ise basitti... Tezin milliyetçilik, antitezin din olduğunu düşünürsek, sentez de 'Türk-İslam' sentezinden başka bir şey olamazdı. Üstelik bu, damarı olan, hakiki bir kimlikti ve yeni rejimin meşruiyet açığını bir süre için kapattı.
Ne var ki bu sentez döneminde hiç beklenmeyen bir gelişme oldu. Küreselleşmenin, yeni dünya sisteminin etkileri yanında demokrat zihniyetin perspektifi gündelik hayatımızdan siyasete her alana nüfuz etmeye başladı. Modernlik genel olarak bir zihniyet dönüşümünün eşiğine geldi ve ortaya 'postmodern' denen, bir uçta aşırı relativizmi besleyen, öteki uçta ise katılımcılığı ve konuşmayı teşvik eden bir akımlar yelpazesi doğdu. Yeni ortam, toplumun kategorik olarak siyaset dışı kalması beklenen kimliklerinin, yani Kürtlerin ve Müslümanların siyasete girmelerine olanak sağladı ve sonuç 28 Şubat oldu. Bu yarı-darbe vesayet rejimini yeniden ayakları üzerine oturtsa da, aslında söz konusu rejimin sallantıda olduğunun habercisiydi. Çünkü aslında sistem, kaçağı olmayan bir biçimde vesayeti sağlamak üzere yapılanmıştı. Doğal beklenti, böyle bir müdahaleye gerek kalmamasıydı... Ancak 90'lı yıllar İslami kesimde yeni bir kuşağın habercisiydi. Dünyaya entegre olmaya hevesli, kendi kültürel kimliğini İslami olmayan kaynaklara da açan, demokrasiyi yeni bir gözle algılayan ve Müslümanlığı kendine yeterli bir kimlik olarak yaşayan bir nesil ortaya çıktı. Bu değişim başörtüsünden faize, ahlâktan evliliğe her şeyin anlamını sarstı ve yeni bir dindarlığın zeminini oluşturdu. Dindarların sayısı artarken, dindarlığın kendisi bireyselleşti ve seküler alanla doğrudan ve doğal ilişki içine girdi. Dünyanın geri kalanının vazettiği ahlâki normların ve doğruların İslam'la çelişmediği, aksine iç içe olduğu keşfedildi ve bu keşif Müslümanları Batı'ya yaklaştırdı, onları dünya vatandaşı olmaya davet etti.
Rejim açısından bu değişimin iki vahim sonucu oldu: Birincisi Türk ve Müslüman kimliklerinin yeniden, yani yüz küsur yıl öncesindeki gibi ayrışması, Müslüman kimliğin Türklüğe ihtiyacının azalmasıydı. İkincisi ise AKP örneğinde somutlaştığı üzere, kendisini Batı'nın parçası, yeni dünyanın kurucu öğesi olarak gören bir siyasetin İslami duyarlılık taşıyan kesimden çıkabilmesi... Bu durum, 12 Eylül sonrası oturtulan senteze, yani günün şartlarında konsolide edilen teze karşı bir 'anti tezin' çıkmasını ifade etti. Bugün yaşanmakta olan gelişmeler, söz konusu iki duruş arasındaki çatışmanın açığa çıkmasıdır. Askerin yeniden darbe arayışına girmesi, Cumhuriyet'in vesayet rejiminin tehdit altında görüldüğünün ve hukuksal korumanın yetmediğinin göstergesidir. Nitekim üst yargı kurullarının kendilerini deşifre edercesine sivil siyasetin meşruiyet alanını engellemeye çalışmaları da, bu mücadelenin nasıl bir darboğazda yapıldığının işareti...
Marksist analiz, tezle antitez arasındaki karşılaşmaların genelde tezin kendisini yeni koşullarda farklı bir biçimde konsolide etmesiyle sonuçlandığını söyler. Ama büyük dönüşüm dönemlerinde, bazen de antitezin yeni dönemin kurucu unsuru olabileceğine işaret eder. Günümüz, böyle bir dönemi akla getiren özelliklere sahip... Demokrat zihniyetin kriterleri geri dönüşü pek mümkün olmayan bir biçimde siyaset ve toplum tasavvurumuza nüfuz ediyor. Vesayetçi bir rejimin hangi koşulda olursa olsun meşru bulunması artık pek mümkün değil. Dünyayı anlayan, kendisini bilen, devleti tanıyan bir toplum olmaya doğru gidiyoruz. O nedenle rejimin savunucuları pek de alışık olmadıkları bir durumla karşı karşıyalar. Yüz yıl önce açılmış olan bir tarihsel parantez kapanıyor... Bu yeni dönemin sentezi halen sivil siyasetin ve ülkenin demokrat unsurlarının taşıdığı yeni bir tez üzerinden oluşacak. Ve bu noktadan sonra Kemalistlerin hayretle idrak edecekleri üzere, kendilerine bütün dünya tarafından 'karşı devrimci' muamelesi yapılacak.
YENİ SENTEZ TEZE DÖNÜŞÜRSE...
Diyalektik çözümlemeler çoğu zaman olayları anlaşılabilir kılma uğruna şematize eder. Böylece detaylarda gizlenmiş birçok nüansı atlayıp resmin genelini görme imkânı yaratır. Öte yandan bu bakışın bizi her zaman gerçekliğe taşıdığını iddia etmek zordur. Birçok Marksist'in diyalektiğin maddenin de değişim kuralını oluşturduğunu söyleyerek epeyce metafizik bir konuma sıkışıp kaldığını biliyoruz. Ancak diyalektiğin geçerli olduğu bir alan da vardır ve bu, düşünce alanıdır... Dolayısıyla toplumsal değişimin düşünce alanı ile paralellik gösterdiği ve özellikle onunla bütünleştiği durumlarda, diyalektik yol gösterici bir özellik kazanabilir. Cumhuriyet tarihi bu açıdan ilginç bir örnek... Çünkü Cumhuriyet'in her dönemi aslında ideolojik bir tahayyülün taşıyıcısı ve geçirdiğimiz her otuz yıl, belirli bir ideolojinin kendisini yapısal hale getirmesinin mücadelesi. Aynı otuz yıllık dönemlerin kendi tehdit ve tehlike algılamalarının uzantısı olarak kendi antitezlerini üretmesi ise tarihin doğal akışından başka bir şey değil. Bakalım bugünlerde oluşmakta olan yeni sentezin teze dönüşmesi sonucunda, tarih bu toprakları nasıl bir antitezle tanıştıracak... Yeniden otoriter zihniyetten mi medet umacağız, yoksa demokrat zihniyetin içinden yeni bir sıçrama arayışına mı gireceğiz?..
ZAMAN