Özgür-Der, aylık panel dizisinin ikincisini “Şapka, Türkçe Ezan, Kur'an Yasağı vb. Dayatmalara Karşı Tepkilerin Anlamı” başlığı ile gerçekleştirdi. Oturum başkanlığını Rıdvan Kaya’nın yaptığı panelin konuşmacıları Kenan Alpay ve Murat Özer’di.
Panelin giriş konuşmasını yapan Rıdvan Kaya, “Müslümanlar olarak muhatap olduğumuz dayatmalara karşı takındığımız tavrın mücadele geleneği var mı?” sorusu ile dikkati konunun ana fikrine çekti. Aylık panellerin amacının mücadele tarihimizin zaaf ve kazanımlarını tartışmak olduğunu belirten Kaya, geçmişle ilgili sorgulamalarımızda tutarlı ve adil yorum yapmamız için bu tarihsel süreci bilmemiz ve iyi okumamız gerektiği kanısını önemle vurguladı. Konu çerçevesi dâhilinde, 1924 sonrası radikalleşen laik yapıların toplumsal baskılarına değinileceğini belirten oturum başkanı, panel başlığında belirtilen zalimane maddelerde hedeflenen asıl amacın ne olduğu sorusunu sorarak sözü Murat Özer’e verdi.
Cumhuriyet değişimini açıklarken kullanılan “Âlimler bir gecede cahil bırakıldı!” spot cümlesinin aslında derin bir kırılmaya işaret ettiğini belirten konuşmacı, alfabenin değiştirilmesinin bir ülkenin nesillerini tarihsiz, köksüz yani cahil bırakılmasına yol açtığını söyledi. Özer, tarihsel süreç sunarak konu bağlamlarını ve tekabül ettiği noktaları detaylandırdı. Ezanın Türkçeleştirilmesi sürecine değindi. Süreç içinde ezanın Türkçeleştirilme bahsini 1918 tarihli Vatan Şiiri’nde dillendiren ilk isim Ziya Gökalp’tı:
“Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur / Köylü anlar manasını namazdaki duanın / Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur’an okunur / Küçük büyük herkes bilir buyruğunu hûdanın / Ey Türkoğlu işte senin orasıdır vatanın.”
Bu şiir ile işaret edilen malumatın üzerine 22 Ocak 1932 yılında ilk olarak Yerebatan Camii’nde, 8 gün sonra da Fatih Camii’nde Türkçe ezan okunuyor. 1 Ocak 1933’te ise Bursa müezzini Arapça ezan okuyor. Bu tepki üzerine Arapça ezan yasaklanıyor. 1941’den DP iktidarına kadar ezan yasağı yasal düzenleme ile sürdürülüyor.
Rejim, baskılarını halkın aidiyetleri ve kimlikleri üzerinden devam ettiriyor. 1925 tarihinde Mustafa Kemal, Kastamonu’ya başında şapka ile gelip medeni olmanın gereğini şöyle açıklar: “Medeni milletler seviyesine çıkmak için gerekirse kurbanlar veririz.” Özer, İstiklal Mahkemeleri’nin kurulması ile bu kurbanların verildiğinin altını çizdi. Şapka kanununu ufak bir değişim olarak addedemeyeceğimizi söyleyen konuşmacı, bu yasağın, insanların köklü bir tanımlaması olan kılık kıyafetlerinin elinden alınması olduğuna, devrimlerin bu sembollerin yasaklanması ile güçlendirildiğine ve halkın bu şekilde kimliksiz hale gelmesinin sağlandığına vurgu yaptı. “Bu zulme karşı ayaklanmalarının büyük bir şiddet ve baskı ile engellenmeye çalışıldığı gerçeği unutulmamalıdır.” diyen Özer, birçok âlimin dönem içerisinde yakın coğrafyalara hicret etmek durumunda kaldıklarını kaydetti. “20. Asrın ilk mültecileri Türkiyeli Müslümanlardır.” diyen konuşmacı, bu sürgün ve baskılar hakkında ciddi kaynak eksiklerimiz olduğuna dikkat çekti.
Yine bilgi eksikliğine sahip olduğumuz vakıflar ve vakıf malları başlığı Kemalizmin bir diğer kıyımıdır. Osmanlı’dan cumhuriyete aktarılan 100.000 civarındaki vakıf malları satılarak cumhuriyetin burjuvalarının oluşturulduğuna değinen Özer, mekteplerin ve camilerin neredeyse tamamının ortadan kaldırıldığını, satıldığını ve hatta hala günümüzde Anadolu’da örneklerini görebileceğimiz ahır veya mezbaha haline getirildiğini vurguladı. Konuşmacı ayrıca, Kemalist devrimlere karşı Türkiyeli Müslüman halkaları ve mücadeleleri elbette bugünle kıyaslandığında cılız kalabilir fakat dönemin şartları içerisindeki bu karşı koyuşların çok önemli ve anlamlı olduğunu dile getirdi. Türkiye’nin İslami yapısının bir hapishane içerisine alındığını söyleyen Özer, buna karşın bu zalim rejimin baskılarına karşı ciddi bedellerin verildiğinin göz ardı edilmemesi gerektiğinin altını çizdi. Özer, “Dönemin mücadele sergileyen grup veya prototipleri eleştirilecekse zamanındaki uygulamalarının kısırlığı değil o uygulamaları yapan cemaatlerin kendilerini güne revize etmemelerinden dolayı sindirilmiş olmalarıdır.” diyerek sözlerini sonlandırdı.
Rıdvan Kaya, sözü Kenan Alpay’a vermeden önce süreç içinde konuşulması gereken spot olayların literatür bilgilerini aktararak zihinlerde süreci tarihsel olarak toparladı:
-Radikal dönüşümün önemli tarihi olarak 3 Mart 1924, Tevhid-i Tedrisat Kanunu, halifeliğin kaldırılması, Diyanet İşlerinin kurulması.
-Rejimin asıl gücünü aldığı yasa olarak 4 Mart 1925 Takrir-i Sükûn Kanunu.
-28 Kasım 1925 Şapka Kanunu ve ardından 10 Nisan 1928 Anayasadaki ‘dini İslam’ maddesinin kaldırılması, alfabe değişikliği, hukuk sistemi değişikliği.
-1 Eylül 1929’da Arapça ve Farsça okullarda yasaklanıyor ve nihayetinde 10 Temmuz 1931’de genelge ile ezan yasaklanıyor.
Kenan Alpay, “Bir ülke ve toplum düşünün ki varlığı ve bekası bir lidere bağlı olsun” diyerek konuşmasına başladı. Kılık kıyafet dayatması, Türkçe ezan dayatması, Kur’an öğreniminin yasaklanması gibi uygulamaların yeni bir ulus yaratma adındaki toplumsal mühendislik projesinin bir parçası olduğunu vurgulayan Alpay, bu sürecin halk açısından çok sancılı geçtiğini ifade etti.
Şapka İktisası Kanunu’na karşı başta Erzurum, Rize, Giresun, Maraş, Konya gibi illerde olmak üzere ülkenin dört bir tarafında kitlesel tepkilerin oluştuğunu fakat İstiklal Mahkemeleri’nin idam, ağır hapis ve sürgün cezaları yağdırarak haklı tepkileri bastırdığını ifade eden Alpay, iktidar sınıfları eliyle ve zora dayalı metotlarla yürütülen modernleştirme-laikleştirme sürecinin halkı ezerek mümkün kılındığına dikkat çekti. İstiklal Mahkemesi zabıtlarının Ergün Aybars dışında halen kimseye açılmamış olmadığını ancak 1993 yılında Hasan Mezarcı, İ. Halil Çelik gibi bazı milletvekillerinin uzun ve sıkıntılı uğraşlar sonunda Ankara İstiklal Mahkemesinin İskilipli Atıf ve arkadaşlarının yargılandığı davanın zabıtlarına ulaşabildiğini hatırlattı.
Alpay, şunları söyledi:
Şapka kanununa muhalefet ettikleri gerekçesiyle Aybars’a göre 27 kişi, Orhan Koloğlu’na göre 57 kişinin idam edildiği ifade ediliyor. Ancak sayının daha fazla olduğu tahmin ediliyorsa da rakam üzerinde odaklanmak zulmün anlaşılmasının önünde bir engel olmamalı. Sadece Atıf Hoca idam edilmiş olsaydı veya hafif para veya hapis cezasına çarptırılmış olsaydı bile bu devlet zulmünün bir göstergesi olarak yeterlidir.
Devletin tek bir insana veya bütün topluma kılık kıyafet tespit edip mecbur kılma hakkı da nereden çıkmış? Öncelikle bu zorbalığın, despotizmin teşhir edilip reddedilmesi gerekir. İlaveten şapka kanununa muhalefet edenler hakkında o günden bugünlere değin iftira ve karalama kampanyaları devam ediyor. İngiliz işbirlikçisi, Yunan işbirlikçisi, Ermeni casusu, Rus yanlısı vs diye devam eden iğrenç psikolojik savaş taktikleri ile zulme uğramış insanlar toplum nezdinde küçük düşürülmek isteniyor. Güya şapka kanununa muhalefetten kimse idam edilmemiş, onların hepsi vatana ihanetten hüküm giymişler. Merkezinde Kemalistlerin yer aldığı bu yalan bize, son otuz yıldır çokça duyduğumuz “Türbanlı kızlar İran, Suudi Arabistan konsolosluklarından maaş alıyorlar!” yalanını hatırlatıyor ister istemez.
Mustafa Kemal, kılık kıyafet ama özellikle şapka üzerinde dururken “Batılıları kendimize güldürmeyecek bir kıyafet” peşindedir. İlerleme, aydınlanma, modernleşme söylemleri ise toplumu geleneksel kimliğinden ve elbette ki İslami aidiyetlerinden koparmak üzere kurulmuştur. Şapka kısmen Batıya karşı basit bir kompleksin ürünü olarak gözükse de daha çok İslami aidiyetleri güçlü topluma karşı bir hegemonya ilanıdır. Toplumun başına kanun ve jandarma zoruyla şapka geçirmekle şehir meydanlarına Mustafa Kemal’in devasa büyüklükteki anıt heykellerini dikmek arasında hedef bakımından bir uyum vardır.
Şapka meselesine dair arşivlerin iyice yoklanması gerekiyor. İstiklal Mahkemesi tutanaklarına ulaşamıyoruz fakat bu konunun peşini bırakmamak gerek. Ayrıca Emniyet, Jandarma, MİT gibi kurumların arşivlerine girmenin imkânları da zorlanmalıdır.
Ulus devlet ve toplumun inşası yolundaki önemli dönemeçlerden biri de Türkçe ibadet, Türkçe ezan, Türkçe Kur’an meselesiydi. 1932’den itibaren ezan, kamet, Cuma ve cenaze salalarının Türkçe okunması hususunda devletin her türlü zorbalığa müracaat ettiği görülmüştür. Türkçe ezan dayatmasına yönelik Bursa’da kitlesel bir tepki yükseliyor. Devletin muamelesi çok şiddetli oluyor elbette. Daha sonra ezan yasağına yönelik ülkenin her tarafında ve uzun yıllar süren bireysel tepkiler ve direnişler sergileniyor. Kemalist devlet bütün bir ülkeyi 18 yıl boyunca günde beş vakit “Tanrı Uludur! Tanrı Uludur!” uğultusu altında boğmak istedi. Türkçe ezanla devletin topluma teklifi şuydu: Ya İslami kimliğinden vazgeçip Türk ulus kimliğine gireceksin ya da aklını kaçırıp çıldıracaksın. Karakollarda bin bir türlü işkenceye sokulan, hapishanelerde veya sürgünlerde çürütülmek istenenlerin direnişi çok örgütlü, organizeli hatta çok bilinçli değildi belki. Fakat İslam’ın şiarlarına karşı gösterilen duyarlılık ve sadakat her şeye rağmen devlet politikalarına geri adım attırdı.
Kenan Alpay, dönem içerisinde verilen mücadelelerin eksiklerini, zaaflarını okurken şartların gözden kaçırılmaması gerektiğine vurgu yaptı. Ayaklanmaların sistemsizliğini, Kemalizmin zihinlerde tam bir tanımının olmamasına bağlayan Alpay, özellikle Kur’an öğrenimi yasağına karşın halkın direncinin etkileyici olduğunu dile getirdi. Kur’an öğrenimi yasağının korkunç yansımalarına da değinen Alpay, bu dönemde şehirlerde taksiler tutarak ya da merkezlerden uzak tutulan evlerde Kur’an öğretildiğini aktardı. Tüm olumsuz algı ya da eksiklere karşın bu çabaların önemli olduğunu ifade eden Alpay, halkın bu zorlu süreçteki direncine saygı duyulması gerektiğini belirtti.
Büşra Bulut / Haksöz-Haber
Fotoğraflar: Gökhan Ergöçün / Haksöz-Haber