‘Cumhuriyet Dönemi Din Politikaları ve Yasaklar Süreci’

Özgür-Der Bartın Temsilciliğinde bu hafta ‘Cumhuriyet Dönemi Din Politikaları ve Yasaklar Süreci’ konusu konuşuldu.

Emre Metinsayar’ın konuşmacı olduğu seminerde şunlar ifade edildi:

23 Nisan 1920 Cuma günü Hacı Bayram Camii’nde kılınan Cuma namazı sonrasında, Millet Meclisi dualar, tekbirler ve kurban kesimleriyle İslami bir atmosferde bir açılmıştı. Kazım Karabekir’in ifade ettiği ‘’ruhani hava’’, Birinci mecliste, özellikle ilk zamanlar hep güçlü bir şekilde var olur. Meclisin bu özelliğine tanıklık etmesi açısından İzmir Milletvekili Mahmut Esat Bozkurt’un şu açıklaması önemlidir: ‘’Mecliste müezzin beş vakit ezan okur, imam cemaate namaz kıldırırdı’’. Ancak bu ‘’ruhani hava’’ zamanla bozulur. Bozkurt ve Atay zamanla gerçekleşen değişimi şöyle anlatırlar: ‘’Dikkate değer ki, Kurtuluş Savaşları zaferle taçlandıktan sonra, Atatürk, Ankara’ya döndü, Meclis kapısı önünde resmi üniformasıyla bekleyen imam efendi, Atatürk’ü durdurdu, ellerini kaldırdı, fakat dini duaya başlar başlamaz, Atatürk hiddetle: ‘’Burada böyle şeylere lüzum yoktur. Bunları camide yapabilirsiniz! Biz savaşı dua ile değil, Mehmetçiğin kanı ile kazandık!’’ dedi ve imamı kovdu’’ ( Bozkurt, Atatürk ihtilali,s.146,147)

Meclis açıldıktan bir süre sonra ilk günlerin heyecanı geçip olaylar gelişmeye başlayınca görüş farklılıklarının belirginleşmesi ile iki grup meclis çalışmalarına damgasını vurur. Bunlar ‘’Birinci’’ ve ‘’İkinci Grup’’lardır. Birinci Mecliste Zabıt Memurluğu yapan H. Velded Velidedeoğlu, bir mensubu olarak aralarında yaşadığı Meclisin üyelerini şöyle tanımlar: ‘’1920’de Meclise ilk kez memur olarak girdiğimde hemen dikkatimi çeken durum, milletvekillerinin kılık,kıyafet,yaş,kafa yapısı ve görgülerinin başka başka ve çok değişik oluşuydu. Beyaz sarıklı, ak sakallı cübbeli, eli tesbihli hocalarla; pırıl pırıl üniformalı genç subaylar; yazma ve şal sarıklı aşiret beyleri; külahlı ağalar ve kavuklu çelebilerle Avrupa üniversitelerinden yeni dönmüş, Batı kültürüyle yetişmiş, nokta bıyıklı, Kuvayı milliye kalpaklı gençler, Meclis sıralarında yan yana oturuyorlardı. Bilgileri ve yetişme ortamları çok değişik olan bu insanlar tek bir amaç doğrultusunda birleşmişlerdi: Vatanı kurtarmak.’’ ( Velidedeoğlu, İlk Meclis, s.77)

Şurası açık ki, Birinci Meclis’teki grupları ‘’ilerici-gerici’’, ‘’modernist-gelenekçi’’,  ‘’aydın- yobaz’’ gibi tamamıyla resmi bakış açısını yansıtan ifadelerle tanımlamaları haklı çıkartacak hiçbir neden yoktur. Yine aynı şekilde olmak üzere sınıfsal temelleri esas alan açıklamalar da havada kalmaktadır. Zira, Grup mensuplarının sosyal kökenleri hakkında yapılan karşılaştırmalar, bu türden kesin ayrımları doğrulamamaktadır. Her iki grupta da toplumun tüm kesimlerinin temsilcilerine rastlamak mümkündü. Birinci  Meclis’in böylesine iki gruba ayrılmasının nedenini; Mustafa Kemal Paşa’nın otoritesine kayıtsız şartsız bağlanma biçiminde adım adım oluşmaya başlayan otoriter siyasal çerçevenin savunucusu olmak veya Paşa’nın olağanüstü yetkilerle donanıp, sivrilmesine ve rejimin otoriter bir yapıya doğru yönelmesine karşı çıkma gerekçelerinin dışında aramak hiçbir zaman gerçeği yansıtmayacaktır.( Demirel, Birinci Meclis’te Muhalefet, s.27,28)

İnönü Savaşları sırasında İstiklal Mahkemeleri’ne tekrar ihtiyaç hissedilir. 24 Temmuz 1921’de Konya, Kastomonu, Samsun, ve Yozgat’ta yeni İstiklal Mahkemeleri kurulur. Bu mahkemelerin zamanla görev alanı genişletilmek istenir. Ancak Meclisten bazıları meclis üstünlüğü ve yetkilerin kullanış biçimi konusundaki hassasiyeti dahilinde, İstiklal Mahkemeleri’nin görev alanının genişletilmesi ve yeni İstiklal Mahkemeleri kurulması konusunda itiraz ederler.

 5 Ağustos 1921’de Mustafa Kemal Paşa’nın Başkumandanlığa getirilmesi üzerine, İstiklal Mahkemeleri doğrudan Baş Kumandan olan Mustafa Kemal Paşa’ya bağlanır. Birinci Meclis mensuplarından Hüseyin Avni Bey, İstiklal Mahkemeleri’ne başından beri karşı olduğunu, Meclise bile verilmeyen ‘’kişisel görüşe dayanarak adam asma yetkisini’’ Meclisin bu mahkemelere vermesinin kendisini hayrete düşürdüğünü söyler ve şunları ifade eder: ‘’Efendiler, İstiklal Mahkemesi deyince onu memleketin içinde bir cellat mı yapmak istiyoruz.Bir mahkeme kuruyoruz ve biz bir devletiz. Biz adalet dağıtmak için mahkeme kuruyoruz, yoksa engizisyon zulmü yapmak için heyetler göndermeyeceğiz. Biz bu mahkemeleri işlerinin hızlı ve daha güvenle sonuçlandırabilmesi için kuruyoruz. Dolayısıyla, savcılar itiraz mercii olan Büyük Millet Meclisine karşı; yani o güç ve yetkiye sahip olan makama karşı ‘’ mahkeme şu noktadan adaleti uygulayamamıştır. Şu kanunun ruhunu uygun şekilde hüküm vermediler ve benim iddiam şu oldu’’ diye bize bildirilmesin mi? Yoksa İstiklal Mahkemeleri’nin yanılmaz olduğunu mu kabul ediyorsunuz. Savcılar kanun dairesinde milletin hürriyet hakkını, yaşama hakkını koruyacaktı. Kendilerine güvenebilmek için kanun gücümüzün korunmasına memur olan savcılarımıza şikayet hakkı verilmelidir. Onlar gördüklerini söylemelidirler. Sonra bunun manasına hükümet denmez, iyi düşünüyor musunuz, efendiler!’’ (TBMM Zabıt Ceridesi,  C,26,

Cumhuriyet’in terakki politikaları önünde en büyük engel İslam ve İslamcılardı. Batı’nın din ve kilise ile hesaplaşması gibi İslam’la hesaplaşılmalı ve din, ‘vicdan meselesi’ ilişkisine indirgenmeliydi. İslamcılar, mücadele döneminden beri Anadolu toplumu üzerinde belirleyiciliği olan potansiyel muhalefetti. Kemalist kadrolar İslami kanaat önderlerinin halk üzerindeki etki ve gücünü yıllardan beri biliyorlardı. Gerek medreselerde ve cemiyetlerde gerekse basın-yayında oldukça aktif ve etkin bir söyleme sahiptiler. Ancak 1925 tarihli Takrir-İ Sükün Kanunu ile sadece dinsel yayınlar değil diğer basın da yasaklamalara tabi tutulmuştu. (Debus,Esther Sebilürreşad, s.30 libra yay.,2009)

İstiklal Mahkemeleri, kanunla kuruldukları için yasal ancak yargılama usulleri açısından hukuk dışıydılar. Çünkü üyeleri, Meclis içinden seçiliyordu ama savcı hariç, üyeleri hukukçu değildi. Kapılarının üstünde ‘İstiklal Mahkemesi Mücadelesinde Yalnız Allahtan Korkar’ yazan mahkemeler verdikleri kararlardan sorumlu değildiler ancak cezaların gecikmeden infazından, sivil ve asker bütün bürokratlar sorumluydu. Kararın verilmesi için delile gerek yoktu. Sanıkların avukat tutmaları çok nadir bir durumdu, zaten ne buna vakit vardı, ne de bu görevi üstlenmeye cesaretli avukatlar. Kararlar hâkimlerin vicdani kanaatine göre verilirdi ve temyiz edilemezdi. Verilen cezalar derhal infaz edilirdi.  (http://www.agos.com.tr/tr/yazi/292/yalniz-allahtan-korkan-istiklal-mahkemeleri)

 ‘’ İstiklal Mahkemeleri dava vekillerinin canbazlığına gelmez.’’ Ali ( Çetinkaya) Ankara İstiklal Mahkemesi Reisi ‘’ Bizim belli, bir amacımız vardır. Ona varmak için arasıra kanunun üstünede çıkarız.’’ ( İsyan Bölgesi İstiklal Mahkemesi Hakimlerinden

‘’Hehralde böyle bir muhakemede ben, hakim olmaktan ise, mahkum durumunda bulunmayı tercih ederim.’’ Hüseyin Cahit (Yalçın) Gazeteci,Yazar,Fikir Adamı

‘’istiklal Mahkemeleri’ne de ve hiçbir kimseye de adam asmak selahiyetini vermeyiniz. İdam cezası tavuk öldürmek değildir. Bunlar tavuk değildir, hayat çok yüksektir.’’ Hakkı Hami Bey 1. TBMM’nde Sinop Mebusu

İstilal Mahkemelerine Tanınan Yetkiler- Delile ihtiyaç hissetmeden vicdanen karar verebilmeri,  ( Üstelik mesela  ‘’Üç Ali’ler Divanı’’ olarak adlandırılan ve Gaziayıntap mebusu Kılıç Ali namıyla Ali Küçüka, Afyon mebusu Kel Ali namıyla Ali Çetinkaya hukukçu olmayıp, asker kökenli milletvekilleridirler. Aynı heyetteki Reşid Galip bey de doktordur. Tek hukukçu kökenli olan savcı Necip Ali’dir. Hukukçu olmayan hakimlerden oluşan bu durum diğer İstiklal Mahkemeleri için de geçerlidir. Bkz. Ergün Aybars, İstiklal Mahkemeleri, 1998, s.409-417, Mahkeme Üyelerinin Biyografileri bölümü.) - Kararların sorgulanamadan derhal uygulanabilmesi,

.-Sorumsuzluk,

.-Mahkeme heyetinin tüm asker ve sivil yöneticilere emir verebilmeleri ve yargılayabilmeleri,            ( Mustafa Kemal hariç. İzmir suikastı davasında görüldüğü üzere tüm ‘’sakıncalı’’ paşalar bu mahkemelerin önüne çıkarılmış, Kazım Karabekir’in tutuklanmasına şaşıran ve bir yanlışlık olduğunu düşünüp kendisini oradan aldırtmak isteyen İsmet İnönü de bir süre sonra kendisinin de bir emirle aynı duruma düşebileceğini görmüş ve geri adım atmıştır. İşte bu mahkemelere bu gücü veren TBMM’nin yasal dayanakları falan değil, bizatihi Mustafa Kemal’in konumudur. Mahkemelerin sorumsuzluk noktasında sadece cesaret aldıkları değil, aynı zamanda gerektiğinde   ‘’ direktifler’’le destek aldıkları kişi O’dur. Şark İstiklal mahkemeleri savcı yardımcısı Avni Doğan, Kurtuluş Kuruluş ve Sonrası kitabında kendisinin Ankara’dan ikinci derece zevattan sık sık telgraflar alıp yönlendirildiğini ifade eder-s.173-174- Samet Ağaoğlu ise Babamın Arkadaşları kitabında benzer bir görüşmeyi savcı Necip Ali ve Mustafa Kemal’le ilgilki olarak aktarır. S.144-145. Aktaran Ertunç, s. 132; 175,176 ve 178. Dip)

-Temyiz hakkının bulunmaması,

-Avukat bulundurma hakkının olmayışıdır. 

Mahkeme heyetlerinin sanıklara çok kez tekrarladıkları şu ifade durumu özetler mahiyettedir:

‘’…İnkar filan edeyim deme! Temyizsiz, istinafsız bir mahkeme karşısında bulunuyorsun. Ufak bir yalan söylersen okkanın altına gidersin!’’ ( AİMZ, 1993)

Hukukun çok kolay çiğnendiği bir örnek olarak asker kökenli Lütfi Müfit ile hukukçu Ahmet Süreyya Örgeevren arasında çıkan anlaşmazlığıaktarırken savcı Süreyya beyin;

   ‘’ Yetkilerinin İstilal Mehakimi Kanunu ile sınırlı olduğunu, bu yetkinin dışına çıkılamayacağını…’’

Belirtmesine karşılık, Lütfi Müfi’in;

   ‘’ Bizim belli bir amacımız vardır. Ona varmak için ara sıra kanunun üzerine de çıkarız…) 

Ahmet Süreyya Örgeevren anılarında ilginç ve bir o kadar trajik olaylara da yer veriyor.

 

"Bir gün mahkemeye karayağız, yiğit bir Kürt genci getirdiler. Hakimler sorguya çekti. Türkçe bilmediği anlaşılınca, hakimler danıştılar ve delikanlının idamına karar verdiler..."Ahmet Süreyya Örgeevren’in anılarında belirttiği üzere, mahkemenin idam gerekçesi dehşet vericidir: "Türkçe bilmeyen bir kimseden bu memlekete hayır gelmeyeceğinden idamına..."

 

Kürt gencini aynı gece asıyorlar. Ahmet Süreyya Örgeevren anılarında, bu gencin asılmasının yarattığı etkiden kurtulamadığını da anlatıyor: "Dağkapı'da Yalova adlı küçük bir otel vardı. Orada kalıyordum. Uyur uyumaz, o Türkçe bilmeyen çocuk rüyama girerek boğazıma sarıldı ve Türkçe, ‘Niye beni bıraktın beni idam ettirdin?’ diye tehdit etti. Sabaha kadar bu hal iki-üç kere tekrarladı. Deliye dönmüştüm... Sabahleyin, mahkemeye gittim ve hakim arkadaşlara dedim ki, 'Birader, Türkçe bilmeyenleri asarsak tüm Diyarbakırlıları, hatta tüm Doğuluları asmamız lazım. Biz buraya suçluları cezalandırmaya geldik.' Rüyada başıma gelenleri onlara anlattım. Mazhar Müfit ve diğer hakimler, 'Sen karışma, bu bizim işimizdir' dediler. Bende savcılığımı ileri sürdüm, aramızda münakaşa ağız kavgasına kadar ilerledi. Ben ve onlar şifre ile durumu Ankara'ya bildirdik. Ahmet Süreyya Örgeevren’in anılarında yazdığına göre dönemin Başbakanı İsmet İnönü bir telgraf ile durumu değerlendiriyor. İnönü’nün telgrafında yazılanlar ise şöyle:

 

“Ahmet Süreyya Bey, Diyarbakır İstiklal Mahkemesi Baş Savcısı:

“Gayemiz, Kürtlerin ve Kürtçülüğün kafasının ebediyen ezilmesidir. Hakim arkadaşlarınla anlaş. Gözlerinden öperim.”

 

İstiklâl Mahkemelerinin Kararttığı Hayatlar: Herkesin korkup köşelerine çekildiği bir zamandır 1920-1927 tarihleri. İstiklâl Mahkemeleri'nin kurulduğu bu zaman dilimi, Cumhuriyet tarihinde en çok tutuklamanın yapıldığı yıllardır. Bu dönemde hiçbir menfi harekete bulaşmadan sadıkane yolunda yürüyenler ne yazık ki mazlum oldular. Üstad Necip Fazıl Kısakürek, 1969 yılında yazdığı 'Son Devrin Mazlumları' kitabının takdim kısmında bu insanlar için "Bu eser, tarih boyunca büyük mazlumlardan sonra 'beklenmesi ve ona eklenmesi' gereken bir bahsi çerçeveliyor. İman ve ideal uğrunda umumi mazlumluk davasının çok yakından, öz hayatımızdan, yakın tarihimizden ele alınması ve hususi planda gösterilmesi..." ifadelerini kullanır. Necip Fazıl, pek çok kalemin yazmaktan çekindiği din mazlumlarından Ulu Hakan Abdülhamit, Şeyh Sait, İskilipli Atıf Hoca, Esad Erbilî Hazretleri, Bediüzzaman Said Nursî ve Dersim mağdurlarının yaşadıklarını şahitlerden de dinledikleriyle cesur bir dille anlatır. Var olan bilgilerin üstüne yenilerinin de eklenmesi gerektiğini düşünen Necip Fazıl, bu büyük bahsin öne çıkan isimlerinin hikâyelerini kaleme alırken gelecek nesillere de yol gösterir: "Siz de ekleyin, dile getirin!"

Bugün Dersim ve 12 Eylül arşivlerini okuyan, şahitlerini dinleyen Türkiye, tarih kitaplarında yer bulamayan İstiklâl Mahkemeleri'ni de yeniden konuşuyor. Zira idamlar neticesinde hapishanelerde hayatı bitirilen ya da sürgüne gönderilen bu insanların hayatları ve geride bıraktıkları hâlâ tarihin karanlık sayfalarında yer alıyor. Üstad Bediüzzaman Said Nursî de aynı yargılama sürecinde idam edilmese de 1926'dan 1934'e kadar insanlarla irtibatı kesilir, kuş uçmaz kervan geçmez bir dağ köyü olan Barla'da göz hapsinde tutulur. Bizler bu dönemin en meşhur şahsiyeti İskilipli Atıf Hoca'nın hayatını Mesut Uçakan'ın çektiği 'Kelebekler Sonsuza Uçar' filminden ve hakkında yazılan kitaplardan az da olsa biliyoruz. Fakat ya diğerleri? Onlar hakkında neler biliyoruz?

Saydığımız isimlerin hikâyelerine geçmeden önce İstiklâl Mahkemeleri'nin tarihçesini kendi şartlarında okumaya çalışmak istiyoruz. Çünkü Millî Mücadele dönemi ve sonrası Anadolu halkı için maddî ve manevî her açıdan zorlu bir süreci içerir. Bu sebeple yurdun dört bir yanında düşmanla mücadele eden Ankara hükümeti, meşru sınırları çizmek için uğraşır. Bu sırada huzur ve güvenliği sağlamak, asker kaçaklığının önüne geçmek, düzenli orduyu kurmak için merkezi otoriteyi gerçekleştirecek bir metot aranır. Otorite için devrim yöntemleri çare görülür. 29 Nisan 1920'de Mehmet Şükrü Bey'in TBMM'ye verdiği önergeyle 'Hıyanet-i Vataniye Kanunu' kabul edilir. Tehdit unsuru sayılan hareketlere karşı daha sıkı tedbir almak isteyen Dr. Tevfik Rüştü Bey, Mustafa Kemal'e İhtilâl Mahkemeleri kurulması için bir öneri verir. Özel kanunla belirlenen mahkemenin adı daha sonra İstiklâl Mahkemeleri olarak değiştirilir. Genelkurmay Başkanı İsmet Paşa da 14 İstiklâl Mahkemesi kurulması için öneride bulunur ve mahkemeler Temmuz 1921-Ekim 1923 tarihleri arasında çalışır. İlk olarak Kastamonu, Konya, Samsun ve Yozgat'da kurulir ve 17 Şubat 1921'e kadar yaklaşık beş ay kadar çalışır. Bu dönemde casus, bozguncu, eşkıya, hain, asker ailelerine tecavüz edenler en ağır şekilde cezalandırılır. Çerkez Ethem, Atatürk'e suikast, komünist kuruluşlar gibi davalara bakılır. Sonuçta 54 bin insan yargılanır, 1054 insan idam edilir, 43 bin kişi ise sürgün ve hapis cezası alır.

1923'te tekrar açılan ikinci dönem İstiklâl Mahkemeleri, 1927'ye kadar faaliyet gösterir. Bu mahkemelerdeyse asker kaçakları, Kurtuluş Savaşı'nda düşmana yardım edenler ve isyan çıkaranlar yargılanır. Mahkeme, 29 Haziran 1925 tarihinde Diyarbakır'da Şeyh Sait ve 46 destekçisini idam eder. Sonrasında ise Cumhuriyet'in ilanını eleştirenleri, hilafet ve saltanat propagandası yapanları yargılamak için İstanbul ve Ankara İstiklâl Mahkemeleri kurulur. Ulusal otoriteyi sağlamak için kurulan bu mahkemeler bir süre sonra binlerce masum ve mazlum insanın idam edildiği bir yapı haline gelir. Ankara İstiklâl Mahkemeleri'nin Başkanı Ali Çetinkaya nam-ı diğer Kel Ali, savcısı Necip Ali Küçüka ve üyesi Kılıç Ali'dir. İşte bu 'Üç Ali', yapılan birçok haksız yargılamayla hafızalara kazınır. İstiklâl Mahkemeleri'nin en temel özelliği ise yargılananların itiraz yani temyiz hakkının bulunmamasıdır. Mahkemelerde yargılananların birçoğu aynı gün içerisinde tutuklanır, yargılanır, cezalarını alır ve idam edilir. Ali Çetinkaya'nın Ankara İstiklâl Mahkemesi ceza dağılım cetveline göre vicahen, gıyaben ve müeccelen verdiği idam kararlarının toplamı 2470'tir. Salben (asılarak) gerçekleştirilen idamlarda kadrolu olarak görevlendirilen Keskinli Cellât Kara Ali, Tanin gazetesinde kendisiyle yapılan bir röportajda: "Ben Ankara'da 6128 kişinin sehpada ipini çekmişim." der.

Birçok âlim ve münevver insan idam edilirken dillerinde sadece duaları vardı. Geride ise memleketini terk etmek ya da soy ismini değiştirmek zorunda kalan aileleri. Şimdi, mağdur olan binlerce kişiden sadece birkaçının yaşadığı trajediye ayna tutalım...

Rize'de ise başka bir vahim tablo vardır. Modernleşmenin simgesi olan şapkayı giymek istemeyen kentin kıyıları bomba altında bırakılır. Bu görev ise Balkan Savaşları'nın ünlü Hamidiye zırhlısına verilir. İki gün süren top atışından sonra Rize'ye gezici İstiklâl Mahkemesi gelir. Top atışıyla ölen ve yaralananların dışında 143 kişi bu mahkemede yargılanır. Bir günde yapılan yargılamada 8 kişiye idam cezası verilir ve infazlar gerçekleştirilir. 55 kişi de farklı hapis cezalarına çarptırılır. Bu ailelerin birçoğu korkudan soyadlarını değiştirir. Köylüler o gün söyledikleri bir deyimle yaşananların ironisini de ortaya koyar: "Atma Hamidiye atma, vergi de vereceğuz, serpuş da giyeceğuz."

İstiklâl Mahkemeleri'nde idam edilen tek kadın

İstiklâl Mahkemeleri'nde birçok insanın şapka yüzünden asıldığı bilinir ama biri var ki onun hikâyesine akıl sır erdiremiyor insan. 24 Kasım 1925'te Kahramanmaraş'ta kurulan 23 darağacında bir de kadın vardır: Şalcı Şöhret Bacı. Erzurum'da yetim çocuklarına bakmak için el işi şal örüp çarşıda satan bir annedir o. Devlet birden şapka giymeyi emredince, yayılan dedikodularla birlikte Maraş halkı protesto amacıyla şehir merkezine doğru yürüyüşe geçer. O esnada kadınlar hamamından çıkan Şöhret Bacı'ya "Senin oğlanlar hükümeti taşa tutuyor, git onlara sahip ol." der biri. Fevri bir kadındır Şalcı Bacı. Bohçasıyla hamamdan dışarı fırladığı gibi hükümet konağının önüne gider. Asker ve halk arasında sürtüşme olduğunu görünce evlatlarını aramaya başlar. Bulamayınca, oğullarını askerlerin teslim aldığını düşünür. Annelik duygusuyla bağırarak bohçasındaki takunyaları askerlere fırlatır ve şapka hakkında kötü sözler sarf eder. Ne olduğunu anlamadan tutuklanır, yargılanır ve 22 erkekle birlikte asılır. Rivayete göre, "Ben hatun kişiyim, şapkayla ne işim olur?" dese de dinletemez kimseye. İdam edilirken kadın olduğu anlaşılmasın diye başına çuval geçirilir. Bu süreçte idam edilen ilk ve tek kadın olur (Kaynak: Ayşe Tosun makalesinden alıntıdır.)

Kılıç Ali’nin oğlu gazeteci yazar Altemur Kılıç’ın ‘’Babalarımız bu mahkemelerde kılı kırk yarardı’’ ( Ali Fuat Cebesoy, Bilinmeyen Hatıralar, Temel yay. 2001, s.364; Akt. Ertunç.s.129) demesi gibi hukuken bu mahkemeleri savunmaya çalışan tarih dışı açıklamaları bir kenara koyacak olursak; genel anlamda tüm tarihçi ve hukukçular bu mahkemelerin ileyişleriyle alakalı hususlarda ortak kanaatlere sahiptir.

  İskilipli hadisesinde de garip olan ve yanlışlık barındıran husus idam edilişi değil; idamından bir ay önce yargılandığı Giresun mahkemesinde beraat edişi idi! Nitekim zalimler tez zamanda yaptıkları hatadan döndüler ve ‘’inkilapların ruhuna uygun’’ kararı almakta gecikmediler!

  Ali Şükrü, Mustafa Kemal’in fedaisi Topal Osman tarafından katledilirken ( Hüseyin Yılmaz, İnkilab Kurbanları, Timaş yay., 1991,s.88.) Halid Paşa da herkesin gözü önünde Meclis içerisinde Kel Ali tarafından öldürülmüştü (Age.,s.93.) Kel Ali’nin ödülü bir yıl sonra Ankara İstiklal Mahkemesi reisi edilmesi ile sunulacaktı.( Age.,s.107)

  İstiklal Mahkemeleri üzerine çalışmaları bulunan Kemalist tarihçi Ergün Aybars, bakın mahkemelerin kuruluş amacını nasıl ifade ediyor:

   ‘’Bu mahkemelerin kurulmasını hazırlayan iki önemli sebep vardır. Birincisi, görünmeyen uzak sebep; ülkenin genel durumu ve Türk Devrim’inin gerçekleşmesi için, karşı çıkan, muhalif tüm unsurların yok edilmesi zorunluluğu idi. İkincisi, yakın sebep ve İstiklal Mahkemelerinin kuruluş gerekçesi olan Şeyh Sait Ayaklanmasıdır.’’( Aybars, 2009, s.204)

Atatürk Aralık 1931’de Dolmabahçe Camii’ne çağırarak, ne gariptir ki, sonradan Sultanahmet’te o ezan musikisi korosunu icra ettirecek olan Sadettin Kaynak’ın da içinde bulunduğu bir komisyondan ( aralarında Hafız Burhan ile Hafız Nuri’nin de yer aldığı 9 kişilik bir komisyondur bu) Türkçe ezan üzerinde çalışmalarını rica etmiş ve sonunda,

   Tanrı uludur, Tanrı Uludur:

   Şüphesiz bilirim ve bildiririm:

   Tanrı’dan başka yoktur tapacak.

  Şüphesiz bilirim ve bidiririm:

  Tanrı’nın elçisidir Muhammed

  Haydi namaza, Haydi felaha

  Tanrı uludur, Tanrı uludur,

   Tanrı’dan başka yoktur tapacak.

Şekli kabul görmüştür.Ezanın Türkçesi olarak yukarıdaki metin kabul edidikten sonra Diyanet İşleri Başkanlığı bir genelgeyle bu metni camilere göndermiştir. ( 18 Temmuz 1932 tarih ve 636 sayılı genelge). Şekillendirme sadece ezanla kalsa iyi yine. Cenaze ve Cuma selaları da Türkçeleştirilenler arasındadır. Tekbirlerin Türkçeleştirilmesi de söz konusudur. ‘’İftitah tekbiri’’ denilen namazın başlangıcında’’Allahu Ekber’’ denilmesi bile yasaklanmıştır. Hatta ibadetin Türkçeleştirilmesi, yani namazda Fatiha ve diğer surelerin de Türkçe okunması bile gündeme alınmıştır. Özetleyecek olursak, 1930’lardan itibaren bir ‘’Milli Din yaratma’’ projesi yürürlüğe konulmuştur ve bu bölümde inceleceğimiz ‘’Türkçe ezan’’ da o projenin ayrılmaz bir parçası olmuştur.

(Aşağıda anlatılanlar Mustafa Armağan ‘ın “TÜRKÇE EZAN ve MENDERES”adlı kitabından alınmıştır.) Nusret Üstünsezer.1934 , Bursa doğumlu.  1947 Yılının Kurban bayramına çok az bir zaman kalmıştı, hatırladığım kadarıyla 15-20 gün. Eskiden bayram hazırlıkları bir ay önceden başlardı. Mollaarap Camii, babamın dediği gibi bir hafta- on gün Türkçe ezan okunduktan sonra yine kapatıldı ve kapısına kilit asıldı.

General Kenan Evren 1980 ihtilalinde darbeyi ilan ettiği konuşmasında söyle demişti :

  “ Eğitim ve öğretimde Atatürk Milliyetçiliğini yeniden yurdun en  ücra köşelerine kadar                 yaygınlaştıracak tedbirler en kısa zamanda alınacaktır. Yarının teminatı olan evlatlarımızın Atatürk İlkeleri yerine yabancı idoolojilerle yetişerek sonunda birer anarşist olmasını önleyecek tedbirler alınacaktır. Bu maksatla hepimizin tek tek saygıyla andığımız öğretmnelerimizin –Der’li, -Bir ‘li derneklere üye olarak bölünmelerine müsaade edilmeyecektir. Her düzeyde öğrencinin amacı Atatürk ilkeleri ve milliyetçiliği ile pekişmiş ve üretime yönelik bilgi ve becerisini kazanmak olacaktır.”

   “Atatürk 1980 darbesini meşrulaştırmak için yaygın şekilde kullanıldı. Generallerin istisna haline karar vermelerinden sonra yaptıkları ilk şey , Atatürk’ün mezarı olan Anıtkabir ‘i ziyaret edip ona saygılarını sunmaktır:

    Yapılan saygı duruşundan sonra , General Evren Anıtkabir özel defterine bir yazı yazdı ;bu aslında , sanki hala hayattaymış gibi , Atatürk ‘e e yazılan bir mektuptu. Evren , “ Büyük Önder Atatürk” ifadesiyle başlayan yazısında, Atatürk ülkülerinin bekçisi olan  için duruma müdahale etmek zorunda kaldığını bildiriyor,müdahalenin gerekçelerini açıklıyordu. Mektup , şu ifadeyle son buluyordu: “ seni bir kez daha şükran ve minnettarlık duygularıyla anıyor , önünde saygıyla eğiliyoruz.” Böylece, ülkenin en yetkili kişisi, Atatürk’ün hala yaşadığını teyit etmiş oluyordu .bu , gerçekte , ölümsüzlük mirasının bir ifadesiydi. (Hilal Kaplan, türkiye’nin ölmeyen babası ,s.45,46)

27 Nisan Muhtırası: Takvimler Mart 2007 ‘yi gösterdiğinde ,Türkiye Cumhuriyeti ‘nin 10. Cumhurbaşkanın emeklilik zamanı yaklaşmaktaydı. Başbakan ve Ak Parti’nin genel başkanı olan Recep Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı için ilan etmesine kesin gözüyle bakılıyordu. Erdoğan ‘ın aday olma ihtimaline karşı öfkeye kapılan yüz binlerce Atatürkçü, ellerinde  Türk bayrakları ve Atatürk resimleriyle Ankara ‘ da toplanıp Anıtkabir ‘e yürüdü. Bu ,Atatürkçü Düşünce Derneği ‘nin  organize ettiği , sonradan Cumhuriyet Mitingleri diye adlandırılacak bir  dizi yürüyüşün ilkiydi. Bu süreçte medyanın da “ harekete geçmeye teşvik” te oldukça etkili olduğunu söylemek gerek. Özellikle otoriter laikçi tavrıyla bilinen Cumhuriyet gazetesinin “ tehlikenin farkındamısınız ?”sloganı eşliğinde yaptığı reklam kampanyası büyük etki yarattı.

     24 Nisan günü Tayyip Erdoğan gerilimi dindirmek için ,seçilecek cumhur başkanın ,Atatürk ilkelerine laik olacağını beyan edip , Abdullah Gül’ün adaylığını ilan etti. Üç gün sonra ,27 Nisan gecesi Türk ordusu kendi internet sitesinde “ laikliğin yanında ve onunb mutlak savunucusu olduklarını” beyan eden bir e-muhtıra verdi. Bildiri, bir kızlar korosunun  başörtüleriyle ilahi okuması ve bir grup kadının bir devlet okulunda din dersi öğrenmesi gibi birkaç olayı sıraladıktan sonra , Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın Ankara ‘daki mitingten iki  gün önce sarfettiği sözleri tekrarlıyordu. Büyükanıt  yeni seçilecek cumhurbaşkanının aynı zaman da Türk Ordusunun Başkomutanı olcağından dolayı, bu meselenin  kendilerini de ilgilendirdiğini belirtip Atatürkçülüğe ,laikliğe ve Cumhuriyet ‘in  temel ilkelerine “sözde değil ,özde bağlı” bir kişinin cumhurbaşkanı seçilmesini umduğunu açıklamıştı.

     Ardından beklenmeyen bir şey oldu ve Türkiye siyasal tarihinde ilk kez , sivil ihtidar askerden  gelen muhtıraya sert bir cevap vererek, askerin kendi emiri altında olduğunu hatırlattı. Siyasi tarihimiz açısından (kırılma)mahiyetindeki  bu karşı duruşun ardından , Cumhuriyet mitingleri Tüm hızıyla devam etti. Yüz binlerce insan Gül ‘ün adaylığına karşı  sesini yükseltmek ve erken seçim talebinde bulunmak için İstanbul ‘da toplandı. Çünkü Gül bıyığı, başörtülü eşi ve Milli Görüş geçmişiyle Müslüman kimliğini “ açık eden” göstergelere sahipti. Bu üç unsur , Atatürkçüleri yoğun olarak yaşadıkları Batı Anadolu’daki beş ayrı şehirde birkaç yürüyüş daha düzenlemeye itecek kadar öfkelendirmeye yetti. (Hilal Kaplan ,türkiye’nin ‘ölmeyen’ babası ,s.52, 53, 54 )

Etkinlik-Eylem Haberleri

"Sürünün İçinde Dijital Dünyaya Bakışlar"
Başakşehir’den Gazze direnişine bin selam!
Adana Özgür-Der’de “Emperyalizm ve Siyonizm İlişkisi” konferansı düzenlendi
Özgür-Der Gençliği “İslami Perspektiften Psikoloji” kitabını değerlendirdi
Üniversiteli Müslümanlar sabah namazında Fatih Camii’nde buluştu