Demokrasi olmayan bir cumhuriyetin değeri de anlamı da yok. Cumhuriyetle kasıt 'halk egemenliği' ise demokrasi olmadan bu zaten mümkün değil.
Cumhuriyet, bir devlet biçimi. Esasını, iktidarın kaynağının millet olduğu ilkesi oluşturur. 'Egemenlik milletindir' ilkesiyle ifade edilen, iktidarın meşruiyetinin Tanrı'ya veya hanedana değil halk iradesine dayandığıdır.
Demokrasinin olmadığı bir cumhuriyette halk değil bürokrasi, elinde silah tutanlar egemen olacaktır. Halkı egemen kılacak olan, özgür ve adil seçimlerdir; fikir, inanç ve örgütlenme özgürlüğüdür, yani demokrasidir. 'Sade' cumhuriyet, halk egemenliği söyleminin gerisinde, halkın egemenler tarafından sindirilmesinden başka bir anlam ifade etmez. Demokrasisiz bir cumhuriyet halkın egemenlik sahibi olduğu değil; egemenlerin yönetecek, sömürecek bir halk sahibi olduğu yönetim modelidir.
Cumhuriyet, demokrasilerin filizlenmesine imkân veren bir egemenlik anlayışı yaratır. Ama bir hanedanın saltanatı yerine 'cumhuriyetçi' devlet elitlerinin saltanatına da dönüşebilir uzun yıllar bizde olduğu gibi.
Oysa 'hakimiyet-i milliye' Anadolu hareketinin esas fikridir. Hatta Birinci Meclis o kadar abartmıştır ki bunu, kendini sadece yasama değil yürütme ve yargının tepesindeki nihai güç olarak görmüştür. Çünkü hakimiyet-i milliciler için tek meşru iktidar kaynağı millet ve milli iradedir. Bırakın bir hanedanın saltanatını, tek kişinin tahakkümüne dahi tahammülleri yoktur ve o nedenle bir kısmı 1923'te, geri kalanı da 1925 ve 1926'da tasfiye edilmiştir.
Kürt isyanını bahane edip çıkarılan Takrir-i Sükun yasasıyla egemenlik Meclis'ten, yani halktan alınıp hükümete verilmiştir. Ardından da 'tek parti diktatörlüğü' oluşturulmuş, ama 'rejimin adı'na hep 'cumhuriyet' denilmiştir. Yıllarca milli egemenlik nutukları atılmış, Meclis'in tepesinde bu umde yazılı kalmış, ama milletvekilleri parti merkezince atanmış; cumhuriyet kutlanmış ve kutsanmış, ama millet egemenliği fiilen rafa kaldırılmıştır.
Yine de halk 'Anadolu hareketi'nin kurucu felsefesini unutmamıştır; ilk özgür ve adil seçimlerde cumhuriyet, yani halk egemenliği yönetimini ciddiye aldığını göstermiş, bürokratik egemenleri devirerek kendi temsilcilerini iktidar yapmıştır 14 Mayıs 1950'de. O gün bugündür, cumhuriyetin demokrasi olmadan bir anlam taşımadığını, ancak bürokratik tahakkümün söylemsel bir aracı olacağını öne sürenlerle, cumhuriyet söylemini kendi egemenliklerini meşrulaştırmak için kullananlar arasındaki mücadele devam ediyor.
Devam ediyor çünkü demokrasi boş bir ülkü değildir, mücadeleye değer. Bireyin kendi başına ahlaki bir değer taşıdığı ve bu niteliğinin "özgürlük"ü gerekli ve kaçınılmaz kıldığı; pazar ekonomisi ve hukuk devletinin de bu özellikleri tamamladığı düşüncesine dayanır demokrasi. İnsanların kültürel, etnik, dinî, ekonomik farklılıklarına saygı gösterilmesi esastır.
Genel ve eşit oy, özgür ve adil seçimler, temel hak ve özgürlüklerin anayasal güvence altına alınması suretiyle vatandaşların söz ve onur sahibi olduğu bir rejimin adıdır demokrasi.
Sosyal ve siyasal gerçeklik 'mutlak' ve 'tek' değildir. Hakikat değil hakikatler vardır ve demokratik siyaset bu farklı hakikat ve çıkar algılamalarının serbestçe rekabet ettiği ve bazen de uzlaştığı kamusal bir etkinliktir. Tek bir bakış açısının, tek bir çözüm biçiminin, tek bir meşru hedefin olmadığı bir çoğulculuk taşır bağrında.
Demokrasi için mücadeleye değer, çünkü demokrasilerde vatandaşlar eşittir; toplum içinde farklılıkların çoğul varlığını ve temsilini, farklı hayat tarzlarının bir arada var olmasını mümkün kılar. Farklı görüş, tutum ve tercihler arasında rekabete dayalı yarışmacı bir çerçevedir demokrasi; farklılıkların giderilmesini değil, yarışmasını ve uzlaşmasını gerektirir.
Bu değerlerden vazgeçilebilir mi? Sözde 'cumhuriyetçiler' bir kez daha düşünsün; halk egemenliği demokrasi olmadan nasıl mümkün olur? Yoksa asıl dertleri, kendi egemenliklerini mi sürdürmek sahte bir cumhuriyetçilik adına? i.dagi@zaman.com.tr
ZAMAN