Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 98. Yıl dönümü.
İçinde yaşadığımız seküler ulus devlet ve ulus toplum kuralları bağlamında bakıldığında D.İ.B. tarafından da laik-ulus sistem içi araçları bireysel ve kurumsal olarak kullanan Müslümanlar açısından da kamusal alanda lafı eğip bükmeden söylemenin oldukça zorlaştığı tarihi bir dilim. Çünkü kamusal alanda fikir hürriyeti hala yasaklarla kuşatılan bir alan.
Siyakında yalanlayanların halinden bahsedilen Enfal Sûresi’ndeki ayet-i kerimde “Cezanın sebebi şudur: Bir topluluk kendi özünü değiştirmezse Allah ona verdiği nimeti değiştirmez; Allah, dinler ve bilir.” (8/53) denilmektedir.
İslami uyanış, ıslah, inşa ve ihya gayreti-mücadelesi içinde olan bizler tarihi süreç içinde nimetten uzaklaşmış ve zaafa uğramış bir ümmetin bakiyesini yeniden zindeleştirip İslamlaştırmak, kendi nefsimizi de katarak ıslah etmeye çalışmak gayretinde olan müslimler, mü’minler olmaya çalışıyoruz. Ama kimimiz Cumhuriyet, kimimiz krallık, kimimiz şeyhlik rejimlerinde yaşıyoruz.
İçinde yaşadığımız ve sınırlarını İslam hukukuna veya halk iradesine göre belirlemediğimiz Türkiye denilen coğrafya da Cumhuriyet denilen monarşi, oligarşi ve teokrasi olmadığı ve halkın egemenliğinin asıl olduğu iddia edilen, hükümet ya da devlet başkanının halk tarafından seçildiği belirtilen Cumhuriyet rejimi olarak adlandırılmaktadır.
Ama bu rejimin inşasına yönelik ifadeler, batılılaşma ve Avrupalılaşma arayışı içinde 1800’lü yılların sonuna doğru zaaflı Osmanlı-ümmet yapısında hem Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’yı takip eden Padişah II. Mahmut hem garpzedeleşmiş Genç Osmalılar tarafında gündeme getirildi. 1922-1923 Lozan görüşmeleri sürecinde de Osmanlı topraklarının veya vatanının bir kısmını kurtarma şansı verilmiş olarak, 1923 İzmir İktisad Kongresi’nde “Yabancı sermayeye hürmetkâr olunacağı” ilan edilerek ama Osmanlı bakiyesi ümmetten bir millet/ulus çıkarılacağı taahhüdü ile 1923 Mart sonundaki I. Meclis darbesinden veya I. Meclis’in kapatılmasından sonra atama yoluyla oluşturulan II. Meclis’te bugünden 98 yıl önce çoğunluğun katılımı da olmaksızın Cumhuriyet ilan edildi. Meclisteki 35 kişilik gizli toplantılar yapan Teşkilat-ı Mahsusa ve Müdafa-i Hukuk Cemiyeti kökenli mebuslar ise gündemi belirleyen bir lobi veya çete gibi çalışıyorlardı. Ama Cumhuriyet sözde halkın temsiliyetine dayanan çoğunluk rejimiydi.
Ancak farklı Cumhuriyetler, tarihsel bağlamına ve yöntemsel yaklaşımına göre farklı biçimlerde tanımlanmaktadır.
Cumhuriyet’e Latince “respublica” denilmekteydi. Bu klasik kullanımda “respublica” “kamusal olan” anlamında ele alınıyordu. Cumhuriyet 18. yüzyılda topluluk oluşturma anlamındaki Arapça “cumhur” kökü ile aidiyet bildiren “iye” ekinin bir araya gelmesiyle “toplumun olan, kamuya ait” anlamında “Cumhuriyet” kelimesi üretilmiştir. Eski Yunan site devletleri de, ayrıca M.Ö. 6. yüzyıldan M.Ö. 1. yüzyılın ikinci yarısına kadar Roma Devleti de Cumhuriyet ile yönetildi. Yönetim, soyluların/patricilerin çoğunluğu ve halktan yurttaşlardan/pleblerden daha az temsilciyi barındıran Senato’da “şekli şûrâ yönetimi” ile idare edilirdi. Hem Eski Yunan ve Mekedonya’da hem Roma’da yabancıları, köleleri ve kadınları dışarıda bırakmak kaydıyla yürütülen bu yönetim formuna Cumhuriyet uygulaması, bazı kere de demokrasi denilirdi. Meclis arenasında ve Senatoda “şekli şûrâ” kararları belirleyici idi ama cumhuriyet veya demokrasi Eski Yunan ve Roma soylularının inisiyatifiyle yürütülüyordu.
Eski zamanlardaki şekli şûrâ uygulamalarını biz Berberi aşiretleri arasında da, Moğollar ve Oğuzların Budun ve Kurultay geleneklerinde de, Cahili Mekke yönetiminde Muammed Hamidullah’ın belirttiği gibi Resulullah (s)’in dedelerinin oluşturduğu Daru’n Nedve’de de görüyoruz. Cahili yönetim yapılarından “Seba Melikesi” yönetiminde de “şekli şûrâ yapısı”nın olduğunu Kur’an-ı Kerim’de anlatılan Süleyman kıssasından anlıyoruz.
Lakin vayhi ölçüler dışında yaşatılan bu şûrâ veya demokrasi denilen yönetim şekli, Mevlana Ebu’l Kelam Âzad’ın, Budizmin ilahi değerlerden bir sapma olarak oluştuğunu anlattığı vakıa ile oldukça örtüşüyor. “Fatiha Tefsiri”nde belirttiği üzere Âzad, Hindistan’da Budistlerin yaşadıkları kültürdeki tevhidi izlerden çıkartımına göre Buda, muhtemelen bir Resul veya Resul’ün havarisi veya önde gelen bir ashabı olarak kendisine yöneltilen aşrı ilgi ve yüceltme, ona yöneltilen tazim, onu ve hatıratını heykel konumuna getirmiştir. Buda’nın ilettiği mesaja değil de İsa (a) gibi kendisine duyulan saygı ve aşırı yüceltme sonucunda bu isim, İsa (a) gibi heykelleştirilip veya ikonlaştırılıp ilahlaştırılma şirkine düşülmüş veya tevhidden irtidat yaşanmıştır.
Bu nedenle antropolojiyi fetişizm ve animizmden, çok tanrıcılığa, ondan da tek tanrıya geçiş tarzında bir ilerlemecilikle değil, Adem (a)’dan itibaren Tek İlah inancı ve O’nun Resulü anlayışını ve vahyi nimeti terk edip çok tanrıcılığa oradan da fetiş değerlere sapıldığı şeklinde konuyu yeniden ele almak ve antropolojiyi tevhid ve vahiy ekseninde yeniden okumak gerekir.
Âl-i İmran Sûresi’nde belirtildiği gibi “Şüphesiz Allah katında din İslam’dır” (3/19),
Bakara Sûresi’nde zikredildiği gibi Allah “Resulleri arasından hiçbirini diğerinden ayırt etmez” (2/285) ve dolayısıyla “Evi (yani Kabe’yi) İsmail’le birlikte temellerinden yükselten İbrahim” Aleyhiselam’dan (2/127) önce de ve sonra da bize aktarılan dinin ana rükûnları aynı olmalıdır. “Allah’a icabet etmek, salat-ı ikame etmek, işlerimizi şûrâ ile yapmak ve Rabbin verdiği rızıklardan infak etmek” (42/38) vâcibiyeti temeldir ve bu kaideler kendisine isimleri kullanma yeteneği dışında “kelimeler” de verilen (2/37) Âdem (a)’dan Allah’ın son Elçisi Muhammed Alayhisselam’a kadar vahye icabet atmek, salatı ikme etmek ve infakta bulunmak kadar şûrâ uygulaması da temel ibadet formlarımızdır (42/38). Eski tarihi uygulamalara baktığımızda insanların birlikte iş yapma gayretleri vahyi değerlerden uzaklaşmalarından sonra da vahyi ölçüyü yitirmelerine rağmen “şekli şura formu” insani bir çözüm olarak hep gündemde olmuştur.
Yani Eski Yunan Site Devletlerindeki doğrudan denilen demokrasi de, Roma Senatosu da, Oğuzların Budun ve Kurultay’ı da vahyi dışarıda bırakan eski şûrâ formları olarak belirginleşmektedir.
Bizde tahkik ve müzakere edilmeden sınıflı Batı toplum yapısından devşirilen Cumhuriyet uygulamaları iki kesimin amaçlarını gerçekleştirmiştir:
Birinci kesim olarak Batıcılaşmış-Türkçüleşmiş kadrolar Meclise “Hakimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir” mottosunu yazdırarak “Köylü milletin efendisidir” diye diye, Osmanlı Müslümanlarını oluşturan anasır-ı İslam’ın doğru veya zaaflı bütün dini ve tarihi aidiyetlerini ıslah edilecek değerlerini tahfif ve birçoğunu da tahrip etti; bize Lozan Zaferi diye anlatılan ve Kadir Mısırlıoğlu’nun 1970’lerdeki bütün risklere karşı “Hezimet” olarak öne çıkarttığı antlaşmada Türkiye büyüklüğünde 2-3 katı toprağa, reddi mirasta bulunuldu. Bu Türkçü-Garpzede kadrolar, müslümanların dini kurumlarını kapattılar, asırlara uzanan kolay yazı dilini Latin harfleriyle değiştirdiler, Hacc gibi ibadi mekanlarıyla ilişkilerini kestiler; asırlarca “millet-i sadıka” anlayışı içinde yaşadığımız gayr-ı müslimleri ırkçı bir mantıkla dışlayıp becayiş adı altında 2-3 katını Türkiye dışına sürdüler ve mallarına ekipleriyle çöktüler.
Bu garpzede kadrolar vahiyle veya dini kültürle biçimlenen hukuk yapımızı olduğu gibi ben-merkezci, vahiy ve gayb karşıtı Avrupa kanunlarını Türkçeye çevirerek değiştirdiler bu ve benzeri yabancılaştırma ile zaafa düşmüş ümmet yapımızı önce sarı ırk sonra beyaz ırk temelli tamamen kurgusal şekilde uluslaştırmaya çalışıp kurgusal bir Türk Devleti ve Türk ulusu miti ürettiler. Batı kökenli Cumhuriyet bir ulusa dayanmalıydı. Sonradan Türk ulusunun kurucusu ve kurtarıcısı olarak takdim edilen ve ismini Mustafa Kemal olmaktan resmi olarak “Kamal Atatürk”e çeviren “Tek Adam Rejimi”nin banisi kişi tarafından “Ümmetten bir millet/ulus yarattık” denilerek övünüldü.
İkinci kesim ise, Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte Hint ve Mısır müslümanlarının yolladıkları yardım paralarının banka kredisine dönüştürülmesiyle zenginleşen sermaye kesimiydi. Zenginleşen bu kesim “Yabancı sermayeye de hürmetkâr” olacaktı.
Bu iki Garpzede kesimin tutumu ve hakimiyeti nedeniyle emperyal kültür istilasına direnilemedi, Batılı paradigmanın ilerlemeci ve vahyin aydınlığını feodal kültür görüp dışlamaya çalışan hukukuna ve hayat tarzına öykünüldü, Batı’nın kimliksel emperyalizmine teslim olundu. Kısaca Türkiye’deki T.C.’nin veya Cumhuriyet ideolojisinin kuruluş felsefesi buydu.
Her ne kadar Cumhuriyet ile Demokrasi eş değer görülse de bu yaklaşım izafi veya demagojiktir. Her 29 Ekim’de resmi ideolojinin kalemiyye gücü yani bürokratları, akademisyenleri ve yazarları Cumhuriyet’in kuruluşunu daha sonra –toplum nezdinde tutmadığı ve tepki aldığı için- ismini Gazi Musfata Kemal Atatürk’e çevirdikleri kişi ile özdeşleştirmişler, aynı Arap Cumhuriyetlerinde olduğu gibi totaliter yönetimi, tek adam hakimiyetini ve demokrasinin olmayışını halk ve din düşmanı Fransız Jakobenler gibi ulusun inşasının ve “toplumsal değişim”in bir gerekliliği olarak takdim ederken ne hukuk, ne adalet, ne insan hakları söylemiyle bir ilişkileri olmamıştır. T.C.’ni tamamen hukuksuzluğu, keyfiliği ile bilinen İstiklal Mahkemeleri açısından ele alsak bile, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu öncüleri, Osmanlı bakiyesi toplumun temsilcisi, dostu ve savunucusu olmak yerine, Müslüman halkı uluslaştırmaya çalışan, Batılı değerlere zorlayan, gerektiğinde silah dayatarak dönüştürmeye çalışan ve İslami değerlerinden yabancılaştıranlar olarak görülmektedirler.
Tabii ki Osmanlı bakiyesi toplumun veya anasır-ı İslam’ın kollektif ve dayanışmacı bir bilinçle kendini vahyi değerler, ümmet dayanışması ve yönetimde şûrâ çözümü ile yenileyememiş olması zulmün sadece Batılılaşmış unsurlardan değil nefsine zulmeden bir tarihi ataletten ve en azından ulu’l-emr rehberliği oluşturamamaktan da kaynaklandığını ifade edebiliriz. Osmanlı’da yönetimde ve eğitimde vahiy merkezli değerlerden uzaklaşma keyfiyetiyle yönetimde, yargıda ve sosyal yapıda katlanarak ortaya çıkan ifsada-çürümeye, garpzede Geç-Osmanlılar ve sülûku Türkçü Cumhuriyet kadroları seküler perspektifleriyle karşı çıkıp gündem oluşturmadan önce, ıslah ve inşa kaygısı taşıyan ulu’l el-bab örgütlenip bir ehlül hal ve’l akd modeli oluşturarak yapıcı şekilde bu iç yabancılaşmaya karşı çıkmalıydı ve toplumsal muhalefeti Frenkleşenlere bırakmamalıydı; vahyi ölçülerle şûrâ ve ulu’l-emr modelini oluşturma idealini sürekli gündemde tutmalıydı. Tabii ki aynı görev bizler için de geçerlidir. “Nasılsanız öyle idare edilirsiniz”[1] hükmünü unutmamak gerekir.
Yoksa Mısır’da olduğu gibi Mısır Arap Cumhuriyeti, Pakistan’da veya İran’da Pakistan veya İran İslam Cumhuriyeti veya Türkiye’de 1923’te ilan edildiği gibi Cumhuriyet olduk demekle; Irak veya Özbek veyahut Tacikistan Cumhuriyeti demekle daha hukuku, fikir ve inanç özgürlüğünü gözeten, hakka iletecek ve onunla adalet yapacak, hiç değilse şekilsel şûrâ’yı veya şeffaf ve katılımcı seçimleri gerçekleştirecek bir cumhuriyet mekanizması oluşmuyor.
Bu arada Küçük Asya’da yani Bilad-ı Rum ve Cezire bölgelerinde asıl işgalci güç olan İngiliz, Fransız, İtalyan askeri birlikleri ile gizli açık ön anlaşmalarla ve sonra Lozan’da yapılan kulislerle nizami anlamda hiçbir çatışmaya girmeden ve anlaşarak sadece derleme çapulcu Yunan işgal kuvvetleri ile mücadele edilerek kazanılan muharebeleri ve Cumhuriyetin kuruluşunu sadece Kamal Atatürk’e bağlayan resmi tarih dayatmaları tabii ki bugün de tartışılıyor. “Kurtuluş Savaşı” denilen kazanılmış ufak muharebelerin başarısını bir kişiye bağlanması ve o kişinin ikonlaşması karşısındaki Müslüman halkın rahatsızlığını ve hakkı gözeterek 2003 yılından bu yana Cumhuriyet Bayramı’na denk gelen hutbelerde D.İ.B.’nı ajitatif şekilde eleştirilmekte ve İslami aidiyetler tezyif ve tahfif edilmektedir. Bu yılki 29 Ekim hutbesi İhtiyarlara vefa konusuna ayrılmış. Malum günle ilgili de hutbe sonunda Kurtuluş Mücadelesindeki şehidler, kahraman gaziler ve devlet büyükleri rahmet ve minnet ile anılmış lakin Atatürk’ün ismine gene yer verilmemiş. Sığınmacılığı aşan bu..
AK Parti’nin iktidarı döneminde de Belediyeleriyle beraber Cumhuriyet Bayramı kutlamalarına gösterilen ilgi, oluşturulma aşamasında I. Meclis’in de, o günden bugüne halkın büyük çoğunluğunun da İslam’a saygılı olduğu üzerinden gidilerek açıklanması yeterli değildir. Zira I. Milli Meclis de milli söyleme bağlı dindar kitleler de ulusçuluğun seküler yanını idrak edemedikleri için malul idiler ve İslamlaşma çabalarının muhataplarıydılar. Zaaflı ümmet yapımızın mirası olan bu toplum hala İslamlaşmaya ve işlerini şûrâ ile yapmaya muhtaçtır.
Rabbimiz nefsimizi ve ümmet bakiyesini bilinçlendirerek şûrâ istikametine yönelmemizde yardımcımız olsun.
[1] Resulullah (s)’den rivayet edilen bu hadisi İbn Tâhir ve İbn Hacer tartışılır olduğunu söylemekle beraber Deylemi bu hadise merfû’ (senedi Resûlullâh’a dayandırılan rivayet) olarak zikretmiştir. İbn Cemî’ Mu’cem adlı eserinde ve Kadâî de Müsned’inde yine bu hadisi merfû’ olarak zikretmişlerdir. Beyhakî ise bu hadisi Şuabu’l-İman adlı eserinde “mürsel” (tabîinden birinin sahabeyi zikretmeksizin doğrudan doğruya Resûlullâh’ın adını anarak rivayet ettiği hadis) olarak zikretmiştir.