Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulalı tam 100 sene oldu. Bu günden bir asır evvel oldukça tartışmalı ve sorunlu süreçlerin ardından Meclis’in büyük bir kısmı Ankara’da bile değilken Mustafa Kemal’in “yarın Cumhuriyet’i ilan edeceğiz” buyruğu üzerine kadim ismiyle Bilad-i Rum’da yepyeni bir rejim kuruldu.
İster Anadolu ister Türkiye diyelim bu toprakların hikâyesi 1923 ile başlamıyor. Ancak 1923 ile başlayan şey oldukça yeni ve yıkıcı bir takım tesirler taşıyor. Aslında her şey Osmanlı’nın milliyetçilik akımları karşısında çaresiz kalıp dağılmasıyla başladı. Asırlarca farklı dillerden, dinlerden ve renklerden insanın kardeşçe yaşadığı düzen artık sona ermiş ve herkes kavmiyeti etrafında inşa olunan bir devlet idealiyle hareket eder hale gelmişti.
Batı modernleşmesinin dünya üzerinde tahakkümünü kurmasından kaynaklanan bu gelişmeler “onlar yaptı, biz de yapabiliriz” mantığıyla tarihte görülmemiş bir aşağılık psikolojisi ile düşünen Batılılaşma akımlarına hız kazandırdı. Türkiye’de ise İttihat ve Terakki ile başlayan bu süreç 1923’te İttihatçı kadrolar içerisinde yetişmiş isimlerin başını çektiği Ankara merkezli Cumhuriyet idaresiyle yeni bir ivme kazandı. Değişim içinse ilk olarak “bu toprakların” nasıl tanımlanması gerektiği belirlenmeliydi.
Bilad-i Rum, Selçuklu Sultanlarından Ebü’l-Hâris Tuğrul b. Kılıcarslan’ın “melikü bilâdi’r-Rûm ve’l-Ermen” şeklinde kendisi tanımlamasıyla resmiyet kazanmış bir isimlendirmeydi. Bunun öncesindeyse ön Asya’ya akınlar düzenleyen Müslüman Arap akıncılarının Romalıları tanımlamak için Rum beldeleri anlamında bu tanımlamayı kullandığı tahmin edilmektedir. İbn Battuta’nın da bugün Anadolu olarak isimlendirilen coğrafyaya Rum beldesi anlamında Bilad-i Rum dediği bilinmektedir. Kitab-ı Kerim’deki Rum Suresi düşünüldüğünde Müslümanların akın ve cihadlarıyla İslam beldesi haline getirecekleri ön Asya’nın Müslüman tahayyülündeki karşılığı daha rahat anlaşılacaktır. Tabir-i caizse bu topraklar İslam’ın genişleme sahasının ilk evresini oluşturmaktadır.
Oldukça gerilere giderek verdiğimiz bu detayların 1923’te yaşanan kırılmayla ilişkisi ise “Türkiye” isminin kullanımı ile yakından alakalı. İtalyanlar tarafından kullanılan bu tanım yeni devletin ismi olarak kabul gördü. Batılılaşma cereyanı öylesine etkiliydi ki devletin adını bile teknik olarak Batılılar koymuş oldu!
İsim Türkiye olunca etnik kökene yapılan vurgu ve hâkim milliyetçi-ulusçu ideoloji sebebiyle “Türkiye’nin Türkleştirilmesi” gerekiyordu. 1923’te başlayan mübadele süreci sonucunda, Anadolu, tarihinde ilk defa, İstanbul’un surları arasına sıkışmış küçük bir gayrimüslim azınlık dışında hemen bütünüyle Müslüman unsurların vatanı haline gelmiştir. Milli Mücadele döneminin dışa yönelik ulusçuluğu Kemalist dönemde içe yönelmiş gayrimüslim unsurlardan arındırılmış, homojen bir ulus devlet kurma amacına paralel olarak, Anadolu’da kalmış olan Hıristiyan topluluklar Türkleştirilme programının hedef kitlesinin başında yer almıştır. [1]
Asırlarca Müslümanlar tarafından fetholunduktan sonra dahi Rumların beldesi olarak tanımlanan bu coğrafya, Cumhuriyet ile birlikte etnisite merkezli tanımlanır hale gelmiştir. Bu değişimi hafife almak büyük hata olacaktır. Bu sebeple Cumhuriyet’in 100.yılında gayrimüslim azınlıkların yaşadıkları ayrımcılığı ve baskıyı bir kere daha hatırlamak gerekmektedir. Türkiye’nin kurulması ve Kemalist terkiplerle donatılarak Türkleştirilmesinin ilk kurbanlarını 100.yılda en azından bizler unutmayalım!
Bir din olarak Cumhuriyet
İkinci kurbanlar ise tahmin edildiği üzere Müslümanlardı. Gayrimüslimlerden “arındırılmış” Türkiye’nin bunu dini saiklerle yaptığını düşünmek veya ileri sürmek saflığın ötesinde saçmalığa işaret ediyor. Cumhuriyet’in kurucu aklının seküler, Batıcı eğilimlere sahip olduğunu herkes bilmektedir. Tekrar tekrar ifade etmenin bir anlamı yok ancak Mustafa Kemal’in “Atatürk” olma süreci İslam’a ve onun temsil ettiği her şeye karşı büyük bir savaşın başlatılması anlamına geliyordu.
Türkiye’nin Türkleştirilmesi için Müslümanların da “makbul vatandaşlar” haline gelmesi icap ediyordu. Türklüğün resmi ideoloji tarafından kabul edilen dini ise Kemalizm’di. Arap, Çerkez, Türk, Kürt, Laz vb. etnik kimliklere sahip olan Müslümanlar acilen Kemalizm’in öngördüğü şekilde Türkleştirilmeliydi. Peki, Türklük üzerine inşa edilen bu söylem neyi öngörüyordu?
Yani bir adam kendiliğinden ben şuyum, ben buyum diye iş başında bulunmayacaktır. Onu, ulu varlık, ulus, vazifeli kılmaktadır… Bir defa bizde, devlet varlığında (kuvvet birdir) yani (tevhidi kuva) dediğimiz ana prensip hüküm sürer; o da ulustur. Her şey ulustadır… Arkadaşlar; ortada gözle görülemiyen ulusal bir kuvvet vardır. Bu, gözle görünmez, elle tutulmaz, eni boyu ölçülmez bir şeydir. Fakat insanlığın medeni yaşayışında promötör olan, tutan, koruyan, maddi ve manevi her işte devletlere destek olan en büyük tılsım bu kuvvettedir.[2]
CHP Genel Sekreteri Recep Peker tarafından dile getirilen bu cümleler “gözle görülmeyen, elle tutulmayan, koruyup kollayan ve tılsımlı” olarak ifade edilen aşkın bir ideale işaret etmektedir. Dinlerin her birisinde bulunan bir terminolojinin kullanıldığına dikkat edilmelidir.
Edirne milletvekilliği yapmış Şeref Aykut, “Kemalizm dinini” şöyle özetliyor:
Biz, Kamâlizmin inanlı tapkanları şunu çok iyi anlamak kadar inanmak gerekliğini gönlümüzde taşımalıyız ki Türk tarihini Atatürke gelinciye kadar kimse içinden eleyerek onun büyük ulusa yüksek bir terbiye kaynağı olduğunu anlayamamıştır… İşte bu tarihtir ki bugün kudsal bir kitap gibi önümüzde açılarak yüce partimizin koruyucusu Atatürkün parti prensiplerini kavrayan şimdi çözelemeğe çalıştığım musafını yapıyor.[3]
Kubilay hadisesi vesilesiyle Meclis’te söz alan Ahmet Ağaoğlu dinin ne olması gerektiğini ilk cümlesinden tanımlıyor:
Efendiler, Cumhuriyet, inkılap baştan başa bir dindir, bir imandır. … Cumhuriyet ve laiklik imanına karşı her bir münevver kendi üzerine terettüp eden vazifeyi ifa ederse Mazhar Müfit Beye derim ki o gencin, o yüksek adamın kanı hedere gitmemiştir.[4]
Görüldüğü üzere kendisini bir din olarak tanımlayan Kemalist Cumhuriyet, doğal olarak dindar halk ile büyük bir çatışmaya girişti. Bu “yeni dine” imanlı nesillerin inşa edilmesi için seküler Türklüğün yaygınlaştırılması ve Müslüman olanların Türkleştirilmesi gerekiyordu.
Müslüman halklar buna karşı açıktan veya örtülü olarak bir direniş ortaya koydular. Rejim ise İstiklal Mahkemeleri örneğinde olduğu gibi Cumhuriyet ideolojisi ile çatışan herkesi sindirmek için katliama varan yollara başvurdu. En bilinenleri İskilipli Atıf ve Şeyh Said olmak üzere Müslümanların önder kabul ettikleri isimler şehit edildi. Kimileri farklı yollarla bastırılarak susturuldu veya sürgün edildi. Netice olarak rejim gayrimüslimlerin ardından Müslümanları da “etkisiz” hale getirdi.
Dağın görünmek istenmeyen kısmı: İkiyüzlülüğü benimsemek zorunda kalan bir toplum
“Ben bir Türküm. Türk soyundan geldim, benden gelenler de Türk soyundan olacaktır. Ben bir Türküm. Adı, dili, dileği Türk olmayanlar benden değildir. Ben de onlardan değilim.”[5]
1949 senesinde yazılan bu cümleler çocuklara Türklüğü öğretmek için kaleme alınmıştı. Cumhuriyet çocuklarına yönelik Türklük vurgularının sadece Cumhuriyet’in kuruluşu ile sınırlı olmadığını gösteren bu dizeler bütün bir topluma “kimlerden olması kimlerden de olmaması” gerektiğini vaaz etmektedir.
Devletin tüm imkânlarıyla yukardan aşağıya pompaladığı bu ideolojik dayatmalarla Türkiye toplumu çok esaslı bir kırılma yaşamıştır. Türklüğün devlet tarafından yapılan makbul tanımlaması muhafazakâr çevreler tarafından yumuşatılmak istenmiş –veyahut buna mecbur kalınmış- ve içerisinde dini vurguların da yer aldığı bir Türklük tanımı geniş kesimlerde karşılık bulmuştur.
Meşhur “köprüyü geçene kadar…” metaforu köprünün bir türlü bitmediği gerçeği sebebiyle “ayıların dayı” olduğu bir vasat ortaya çıkartmıştır. Cumhuriyet sadece bununla da kalmamış ve devlet olmanın verdiği sorumluluk ve sağladığı imkânları kullanarak uzun yıllar toplumun hiçbir sorunu ile ilgilenmemiştir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında toplumun vaziyeti hakkında bilgi vermesi için Zafer Toprak’ın “Türkiye’de Yeni Hayat” kitabına göz atılabilir:
Türkiye'de, özellikle büyük kent hayatında, Cihan Harbi'ni takiben Mütareke yıllarından itibaren yirmili yılların sonlarına değin toplumsal boyutlarda travma yaşandı. Uzun savaş yılları sonucu aile kurumu büyük bir çöküntüye uğramıştı. Erkek, cephede telef olurken, geride kadın sefaleti yaşamış, aç kalmış, kimi kez dilenmek zorunda kalmıştı. Bu yıllarda fuhuş yaygın bir nitelik kazanmıştı. Öte yandan toplumsal barış sona ermiş, savaş sefaletle sefahatı bir araya getirmişti. Bir yanda iffetinden olan yoksul kadın çocuğunu en ilkel yöntemlerle düşürmek zorunda kalmış, öte yanda "monden" bir yaşam özlemiyle burjuva yaşamına özenen "asri kadın" türemişti. Aile bağlarının çözüldüğü bir ortamda gençler nihilist, sınır tanımaz bir özgürlük peşine düşmüşlerdi. Bu durum özellikle genç kızlar üzerinde telafisi olanaksız sonuçlar doğurmuştu. Ebeveynine meydan okuyan, aşkın pençesine düşüp karşılık bulamayıp intihar eden genç kadın, iffetinden olup çocuğunu düşürmek zorunda kalan genç kız, evlenecek gücü olmadığından umumhane müdavimi erkek, fuhuştan başka çözüm bulamayan yoksul kadın, tüm bu göstergeler yaşanan travmanın ne denli derin olduğunun kanıtlarıydı. Cumhuriyet'in ilk yıllarında Ankara'nın bu sorunlara eğilecek ne vakti ne de olanağı vardı. İç isyanlar, dış müdahale tehditleri, Lozan'da çözüm bulmayan önemli sorunlar, rejime muhalif kesimlerin sindirilmesi, hilafetin kaldırılışının doğurduğu tatminsizlik, yeni bir anayasanın yürürlüğe konulması sancıları Ankara'yı siyasete odaklamış, toplumsal sorunlar ileriki yıllara ertelenmişti. Toplumun hemen her kesimini yakından ilgilendirse de travmanın gerçek muhatapları büyük ölçüde genç kız ve kadınlardı. Kadının bu denli çaresiz olduğu bir dönemi Türkiye yaşamamıştı. Çocuk düşürürken veya intihar ederek yaşamını yitiriyor, yok olup gidiyordu.
Sorunun tespitini başarılı bir şekilde yapan ancak devletin çözüme dair “atmadığı” adımlara mazeret üreten yaklaşım bir kenara bırakılırsa Toprak önemli noktalara dikkat çekiyor. Rejime muhalif kesimlerin sindirip hilafeti kaldırmak için harcanan enerji keşke fuhuşla mücadele ve karnı aç Anadolu insanının temel yaşam şartlarının sağlanması için kullanılsaydı.
Peki, devlet imkânlarını nereye harcıyordu? 1924 senesinde yani Cumhuriyet’in ilanından bir sene sonra Meclis binasının hemen karşısına Ankara Palas’ın inşasına başlanır. Ankara Palas yeni Cumhuriyet’in görünen yüzüdür. Batılıdır, moderndir… Burada batılı müzik konserleri ve balolar düzenlenir.
Cumhuriyet kurulduktan altı sene sonra ise bu meşhur balolara İngilizler dahi davetlidir. 14 Ekim 1929 tarihli Akşam gazetesinde İngilizler şerefine verilen balo şöyle aktarılır:
“Dün İngiliz sefaretinde Amiral Field cenapları ve maiyeti zabitanı şerefine bir ziyafet ve bunu müteakip de bir balo verilmiştir. Baloya vali ve şehremini Muhiddin Bey, Kolordu Kumandanı Pertev Paşa, birçok mebuslar, erkân-ı askeriye ve bahriye, gazeteciler, şehrimizin kibar aileleri ve İngiliz tebası davet edilmiştir. Balo sabaha kadar devam etmiştir.”
28 Ekim 1932 senesinde Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan “Geçinme endeksi” başlıklı haber Cumhuriyet’in “başarısını” ortaya koymaktadır:
“Geçinme endeksi
İstanbul Ticaret Odası, 1932 eylülüne dair neşrettiği geçinme cetvelinden anlaşıldığına göre 1914 senesinin aynı ayında 100 kuruşa alınabilen bir madde 1932 eylülünde kağıt para ile 2132 ve altın ile 122 kuruşa alınabilmiştir”[6]
Fuhuş, hastalıklar, açlık, fakirlik… Devletin öncelikleri arasında hiçbiri yer almadı. Yeni Cumhuriyet’in sabahlara kadar devam eden balo ve içkili eğlenceler düzenlemek gibi çok daha önemli işleri vardı!
Türkiye, Kemalizm’in ütopyasıydı. Batılı olmak için her şeyini vermeye hazır kurucu akıl topluma bir deli gömleği giydirdi. Halkın esaslı sorunlarının hiçbirisine çare bulunamadı. Bunun yanında etnik milliyetçilik ve sekter laiklik sebebiyle yepyeni sorunlar peyda oldu. Türkiyeli Müslümanların, Cumhuriyet’in kuruluşu ile başlayan dışlanma süreci 28 Şubat vb. süreçlerle her zaman rejim için esas meseleler arasında yer aldı.
Kürt meselesi ise hala tam olarak kapanmayan bir yara olarak milliyetçi-seküler devlet ile milliyetçi-seküler bir örgütün arasında sıkışmış çok geniş bir sosyoloji inşa etti. Türkiye ekonomisi 2001 krizi ile zaten sallantıda devam eden yürüyüşünde dibi buldu. Rejimin ideolojik kökleriyle temelden çatışma halinde olan İslamcılığın içinden yetişen kadroların iktidara gelmesiyle bu sorunların bazıları bir nebze aşılabilmiştir. Kazanımlar ve tavizlerle devam eden son 20 yıllık süreçte Türkiye “hasbelkader yaşanılabilir bir ülke” haline anca gelebilmiştir.
En temelde ise devlet baskı ve şiddet ile yıldırmaya çalıştığı topluma hiçbir seçenek bırakmadı. Toplum devletin istediği şekle girmek yerine yüzüne devletin “makbuldür” damgasını taşıyan bir maske taktı. İçi farklı dışı farklı bir toplum olarak bugün Türkiye toplumu çok derin bir krizin içindedir. İkiyüzlülüğü zorunlu olarak tercih etmek durumunda kalan bir toplumun zaman içinde ikiyüzlülüğü benimsemesi çok olağandır.
Yaşanan bunca sorun çok derinlerde devletin kurucu ideolojisinin toplumla yaşadığı kırılmadan kaynaklanmaktadır. Yamalı bohçaya dönen bir devlet ve Türkiye sosyolojisi mehter takımı misali iki ileri bir geri şeklinde yürüyüşüne devam etmeye çalışmaktadır. Bu sebeple bugün 100.yılı kutlanan Cumhuriyet’in öncelikle kutlaması değil özeleştirisi yapılmalıdır!
Topluma giydirilen deli gömleğinin en bariz göstergesi ise geniş kesimlerin büyük bir coşkuyla 100.yıl kutlamalarına katılmasıdır. “Güleriz ağlanacak halimize” sözünü hatırlatan bir vahamet herkesi kuşatmış durumda. Muhafazakar-dindar kimi çevre ve isimlerin de bu kutlamalara dâhil olması ise vahametin boyutlarını göstermesi açısından oldukça ibretlik!
Henüz sorulması gereken hesaplar sorulmamışken baştan sona Kemalizm’in başarısız bir projesi olan Cumhuriyet’in 100.yılını kutlayabilmek nasıl bir akıl yoksunluğudur? Kutlanacak hiçbir şey yok… Kemalizm tepemize dikilip bizi yazısız, kitapsız, yoksul bırakalı 100 sene olmuş. Kemalizm’in ütopyası bu toprakların distopyası olalı 100 koca sene geçmiş…