İmza: Bir Dost
Nihal Bengisu Karaca / Haber Türk
Cemaatlerden, tarikatlardan ya da dini hüviyeti mündemiç sivil toplum örgütlerinden hazzetmeyebilirsiniz. Ama Türkiye’deki İslamcı profili ile Ortadoğu’daki ruh hali arasında hava yastığı ve emniyet supapları, aslında bu yapılardır. Hele hele son 5 yıl içinde İslam dünyasının sorunlarına daha da duyarlı hale gelmiş/getirilmiş bir sosyolojiden bahsediyorsak... Evet. Bu toplumun % 90’ı yakın zamanlara kadar “Müslüman Kardeşler kimdir?”, “Mursi’ye ne olmuştur?” gibi konuları bilmez, ilgilenmezdi. Ama şimdi AK Parti tabanının önemli bir kısmı bunların farkında, hissediyor, hatta canı yanıyor.
Tabii bu duyarlılıkların artmasının en önemli nedeni, öteden beri bildiği İsrail zulmüne nihayet bir kahramanın çıkıp “One minute” diyebilmiş olmasıydı. Yardım götürmekten başka niyeti olmayanların Mavi Marmara’da, uluslararası sularda katledilmesiydi. Arap Baharı’ydı. Mısır’daki darbeydi. Suriye iç savaşıydı. Ve en önemlisi: Sürecin yarattığı gerilimin iç politikada fazlaca yer kaplamasıydı.
İsrail ile anlaşma olasılığının doğduğu 2015 yılından beri söylüyorum: Devlet kendisini tabanının baskın sosyolojisinin duygu durumuyla bağlı saymak durumunda değil, reel politik er geç kendini dayatır. Ama o Mavi Marmara onlarca konuşma metninde geçmiş, yüceltilmiş, düşmanları sindirme aracı yapılmışsa, bugün ona ve o davayı taşımış olanlara hiç değilse rencide edici olmamayı borçlanmışsınız demektir.
Dolayısıyla Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “Bana mı sordunuz Mavi Marmara’yı gönderirken?” çıkışı, “Bana mı sordunuz Mursi’ye destek atarken?” sıralamasıyla uzayan bir listeye konu olacaksa şunu söylemekte fayda var: Sormalarına gerek yoktu Cumhurbaşkanım. Oldukça uzun zamandır, güçlüye boyun eğmeyen, haklının er geç kazanacağına; gereken tek şeyin “dik durmak” olduğuna ve sadece bu tutumun İslami ve insani olduğuna yönelik duruşunuzla “tek” rol modelsiniz. Öyle ki, bazı dindar insanlar kozmostaki yerini tayin ederken, nasıl ve kaç çocuklu bir aile kuracağına karar verirken bile size göre yön tayin ediyor.
Bunun nasıl ağır bir bagaj olduğunun farkındayım ve sanırım yapılmaması gereken bir hata da böylece deşifre oldu. Zira en baştan yapılması gereken; her yer ve herkes devletleşmeden önce, geride “sivil alan” diye bir şey bırakmak olurdu. Böyle olsaydı, insanlar “Devletin işleri işte” der, kendi hassasiyetlerini devam ettirebilecekleri, tavırlarını da koyabilecekleri dernekler, STK’lar ile yollarına devam ederlerdi. Ama şimdi bu o kadar kolay olamıyor.
Yeni bir sürece girildiği anlaşılıyor. Ancak yapılan ve yapılması planlanan dönüşümlerin her biri, AK Parti tabanının en dinamik kesiminin kendisini anlamlandırdığı, varoluş nedeni saymaya başladığı vicdani dayanaklardan kopmayı ima ediyor. Ortada devlete rağmen var olabilen sivil bir alan, gönül bağı dışında tamamen özgür ve meşru/muteber sivil toplum derneği, vakıf, dernek hatta cemaat de kalmadığı için, bütün o vicdani dayanaklar “devlet”le bütünleşmiş durumda. Devlet dün sahip çıktığı, olumladığı boyutlardan çözülürken, söz konusu meseleleri dindarlığının ve vicdanının dayanağı haline getirmiş kitlelerin boşluğa düşme, savrulma riski oluşuyor.
Çünkü insan ve toplum tabiatının bir huyu vardır. Gösterdiğiniz yola girerler ama “Şimdi çıkın” dediğinizde işte bu o kadar basit değildir.
Çünkü devletlerin, devletleri yönetenlerin ihtiyaçları ya da zorunlulukları onları politika değişikliklerine zorlasa da, gerek bireyler gerekse duygudaş topluluklar kendi varoluşlarını anlamlı kıldıkları orta ve uzun vadeli gayelerle yaşarlar ve bunları sık sık değiştirmezler. “Dün Mavi Marmara’yı hayırla yâd ediyorduk, bugün başka şeyler hissedeceğiz, haydi hissedin” diye bir şey olmaz.
Devlet elbette bugüne kadar kendisiyle beraber hareket eden cemaatler, gönüllülük esasıyla çalışan yardım kuruluşları ile arasına mesafe koyabilir, (zaten en başta bu mesafe olmalıydı) ama bu mesafe, bu yapılara alan tanımayı, yasal denetim ve teftişleri ihmal etmemek koşuluyla bağımsızlıklarını, eleştiri haklarını temin etmeyi de kapsamalıdır.
Bunda devlet için de hayır vardır, zira bugünün sosyolojisi artık başka türlü yönetilemez. Aksi bir tutum bu kitlelerin radikalleşmeye itibar etmeleriyle sonuçlanır ki, “az düşman, çok dost” sürecinde en istenilmeyen şey bu olsa gerektir.