HUKUK VE ADALET GERİLEDİĞİNDE İFTİRA VE İSPİYONCULUK ZEMİN KAZANIR!
Farklı siyasi/ideolojik eğilime mensup şahıs ve çevreleri devlet sopasıyla dövme/dövdürme çabası Türkiye toplumunda çok köklü bir eğilim, oldukça yaygın bir hastalık. Geçmişte devletin gadrine, zulmüne uğramış, bundan dolayı sürekli yakınma halinde olan kesimlerin bile konjonktürel değişmeler neticesinde rahatlıkla benimseyebildikleri, hiçbir hazımsızlık çekmeden sarıldıkları bu tutum değişen dönemlerde karşımıza faklı biçimlerde çıkabiliyor. Dünün mağdurları gayet pişkin bir şekilde bugün başkalarını mağdur etme yarışında yerlerini alırken, devletin ezici kudretini başkalarının da hissetmesi için ellerinden geleni artlarına koymayabiliyorlar. İhbar etmek, hedef göstermek devletin bekası, ülkenin bütünlüğü için bihakkın yerine getirilmesi gereken bir yurttaşlık görevi olarak algılanabiliyor.
Elbette farklı siyasi/ideolojik anlayışların mensupları arasında rekabet ve mücadele doğaldır. Mamafih rakipleri ‘kriminalize etme’ çabası çoğu zaman hukuksuz ve kesinlikle gayrı ahlaki bir yaklaşımı yansıtıyor. Devlete yaslanarak icra edilmeye çalışılan bu çabaların ortaya çıkardığı net bir tablo var: Netice itibariyle dayak yiyenler, tasfiye edilenler dönemsel olarak değişse de geçmişten bugüne devlet sopasıyla farklı olanların dövülme, ezilme geleneği kesintisiz biçimde sürüyor. Ve tabi ki bu basiret ve ahlak yoksunu tutum sahipleri bugün aykırı görülen fikir ve yaklaşımları yüzünden hedef gösterdiklerinin konjonktürün değişmesine bağlı olarak yarınlarda devletin arkasına sığınıp bu kez kendilerini hedef gösterebileceklerini ve mağduriyet sırasının kendilerine gelebileceğini idrak edemiyorlar.
Otoriter Devlet İşleyişinin Beslediği İspiyonculuk
Cumhuriyet tarihi ispiyonculuğun, devlete yaslanarak rakip siyaset ve şahsiyetlerin tasfiye edilme çabalarının mebzul miktarda örnekleriyle doludur. Bütün kuvvetleri bünyesinde toplayan otoriter şeflik sisteminin doğası gereği kamusal hayatta tutunabilmenin tek yolu olarak iktidara yakın durma zorunluluğu hisseden herkes bir yandan devletlû zevata tabasbus, diğer yandan rakiplere yönelik ispiyonculuk faaliyeti ile kendilerine alan açmaya çalışmışlardır.
Komünistlik ithamından sıyrılmak için ‘irtica’ tehdidine karşı hassasiyet izhar etmek; dincilik-gericilik yaftasını bertaraf etmek için milliyetçiliğe sarılıp karşıtlarını dış güçlerin maşası olmakla suçlamak; her durumda “biz değil asıl tehlike onlar” mantığıyla üzerlerine gelebilecek okları başkalarına yönlendirmeye çalışmak ve sürekli biçimde iktidara, şeflik sistemine bağlılık bildirmek türünden tavırlar toplumsal yapıda bir karakter düşkünlüğüne yol açmıştır.
Otoriter devlet mantığının farklı fikirlerinden ötürü muhaliflerini düşmanlaştırma siyasetine paralel olarak toplum nezdinde de farklılıklara tahammül çıtası aşağılarda seyretmiştir. Bilhassa siyasal krizlerin yoğunlaştığı dönemlerde bu olgu daha da pekişmekte ve cadı avı türünden görüntülere yol açmaktadır.
15 Temmuz ve Güvensizliğin Derinleşmesi
Kuşkusuz 15 Temmuz, derin toplumsal kökleri bulunan bu hastalığı azgınlaştırdı. Gülen yapılanmasının vahşi darbe girişimi toplumsal yapıda büyük bir öfke patlamasına ve aynı zamanda da derin bir güven bunalımına yol açtı. İlerleyen dönemde iktidar politikalarının da yönlendirmesiyle herkesin herkesten kuşkulandığı ve insanların en yakınlarını dahi ihbar etmeye mütemayil hale geldiği bir kriz ortamı tesis edildi. Bir yandan darbecilerin akıl almaz ihanetleri ve hunharca işledikleri cinayetler ve buna karşılık hiçbir seçicilik gözetilmeksizin üretilen öfke ve düşmanlık kalıpları haksız uygulamaların, hukuksuz yaptırımların ve beraberinde gelen çok yönlü mağduriyetlerin görülmesini engelledi.
Paralel biçimde dışarıda da Türkiye’nin çeşitli dayatmalarla sıkıştırılması ve gerek küresel gerekse bölgesel güçlerce kuşatılma çabalarının yoğunlaştığı görülmekteydi. Bekleneceği üzere bu durum da otoriter eğilimleri güçlendirdi; hem devlet hem toplum bazında daha sert, tahammülsüz ve baskıcı tutumları besledi. Sonuçta güvenlik endişesinin devletten topluma dalga dalga yayıldığı ve ‘milli hassasiyetler’ şeklinde öne çıkartılan kabullere ters düşen, farklılaşan yaklaşımların bir asayiş sorunu şeklinde algılandığı bir atmosfer her yeri kapladı.
Bu süreçte terör kavramının da alabildiğine genişletildiği ve birbirinden farklı mahiyet taşıyan pek çok durumu kapsayacak şekilde adeta şemsiye bir kavram şeklinde kullanıma sokulduğu görülüyordu. Somut manada şiddetin mevcut olmadığı pek çok zemin dolaylı ya da potansiyel şiddet mantığıyla bu kapsama dâhil edilirken, terörle irtibat ithamının çıtası giderek daha aşağıya çekildi.
Özgürlük Yoksa Güvenlik Esarettir!
Geldiğimiz yer itibariyle can sıkıcı, kötü bir manzara ile yüz yüze olduğumuz inkâr edilemez. Güvenlik-özgürlük dengesi bir hayli yıpranmış, ihbarcılık adeta milli karakter halini almış, bölücülük, hainlik, teröristlik ithamları bir hayli ucuzlamış durumda. Devlet, vatan, bayrak, Atatürk kutsaması korkutucu boyutlarda. Milli hassasiyet sınavlarına sokulup da başarılı performans gösteremeyen herkes zan altında ve masumiyetini ispatlayamayan zanlılar ise her an mahkûm edilebilme tehdidi ile karşı karşıyalar.
Sosyal medya üzerinden linç ve tutuklama kampanyalarının sürdürüldüğü, daha kötüsü de yargı mekanizmasının medyatik manipülasyonların etkisine çok açık hale geldiği bir vasat söz konusu. Medyanın yakından takip ettiği davalar ile medya radarına takılmayan davaların yürütülme biçimleri arasında büyük fark mevcut.
Hukuk sistemi “Terörle mücadele ederken, vatan savunması yaparken gereksiz hukuki detaylarla boğuşmak da neyin nesi?” diye düşünenlerce giderek taşınması daha ağır bir yük şeklinde algılanıyor. Hukuk devleti olmanın getirdiği birtakım usuller ve esaslar devlet otoritesini temsil etme pozisyonundaki kadrolarca rahat hareket edebilmelerini engelleyen, lüzumsuz bir şekilde ellerini kollarını bağlayan barikatlar olarak görülüyor. İçişleri Bakanı’nın geçtiğimiz günlerde karayollarında gösteri yasağının hak ihlali olduğuna hükmeden Anayasa Mahkemesine yönelik kızgınlık ifade eden sözleri bu yaklaşımın açık bir örneğini sergilemekteydi. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun Anayasa Mahkemesi Başkanı Zühtü Arslan’a yönelik meydan okuma tarzında sarf ettiği “Korumasız dolaşmaya ben varım, sen de var mısın?” şeklindeki sözleri popülizmin hukuku nasıl boğduğunun yeni bir göstergesi oldu.
Yine eski Zaman gazetesi çalışanlarından Hanım Büşra Erdal adlı gazetecinin FETÖ mensubiyetinden dolayı aldığı cezanın cezaevinde geçirilmesi gereken kısmını tamamladığı halde denetimli serbestlik hakkından yararlandırılmaması da yaşadığımız süreçte devlet gücünü kullanan kadroların süreci nasıl yorumlayıp yönettiklerine dair bir başka taze göstergeydi. Cezaevi yetkililerinin ‘mezkûr kişinin örgütsel irtibatını samimi bir biçimde bitirmediği’ yönünde kanaate ulaşmaları nedeniyle herkesin istifade ettiği bu hakkı Büşra Erdal’a tanımamaları hukuk sisteminin işleyişindeki keyfiliğe ışık tutmaktaydı.
Makbul Vatandaş Muhbir Vatandaş
Devletin bekasına, toplumun huzur ve güvenine yönelik tehdidin olduğu yerde ister muvazzaf ister sivil olsun sorumlu vatandaşlara düşen görevse belliydi: Herkes elinden geldiği oranda tehdide karşı teyakkuzda olmalı, devlet otoritesinin çizdiği sınırları aşanlar anında ihbar edilmeli, engellenmeli, bunlara asla fırsat verilmemeliydi! Her ne kadar toplumsal örfte ihbarcılık kirli, çirkin bir iş olarak algılanıyor olsa da devletin bekasına yönelik tehdit söz konusu olduğunda elzem sayılmalıydı.
Bu noktada tehdit algısının bir hayli büyüdüğü, her türlü aykırı yaklaşımı kapsar boyutlara vardırıldığı da gözden kaçırılmamalıydı. Elbette bölücülük ve ihanet tehdidine karşı duyarlılık ceza hukukunun suç saydığı fiillerle, somut eylemlerle sınırlanacak değildi. Hele ‘ülkenin içinden geçtiği şu olağanüstü dönem’de bu tür ayrıntılarla uğraşmak ancak vakit kaybetmek olurdu. Bu kadar ince eleyip sık dokumaya hiç hacet yoktu!
Devletin birliğine, bütünlüğüne yönelik tehditlerin ille de somutlaşmasını, ete kemiğe bürünmesini beklemek gaflet olurdu. Yapılması gerekense kuvveden fiile çıkmasına fırsat vermeksizin tehlikeyi bertaraf etmekti. Güvenliğin ancak ABD işgal siyasetine dayanak olarak üretilen önleyici vuruş doktrinine benzeyen bu yaklaşım sayesinde sağlanabileceğine olan inanç tamdı.
Hukuksuzluk Bataklığı
Evet, tüm bu akıl yürütme tarzı, geçmişten bu yana sürdürülen alışkanlıklar ve politik çıkarların emrine sunulmuş ahlak sayesinde devlet merkeze alınırken hukuk es geçildi, özgürlük alanı daraltıldı, adalet kaygısı unutuldu. Haksızlık, hukuksuzluk, keyfilik ‘vatanın selameti mevzubahis olduğunda’ teferruat kabilinden ayrıntılar olarak görülür oldu. Ve bu tutum devletin gölgesine sığınıp kendilerine yol açmak isteyenleri daha fazla hukuksuzluğa, kirlenmeye, aşağılanmaya itti. Jurnalcilik hastalığının bu kirliliğin, aşağılık halin en tipik tezahürlerinden biri olduğu kuşku götürmez. Hangi saikle başvurulmuş olursa olsun sahibine sadece zillet getiren bir illettir jurnalcilik. Sahibini zelil etmekle kalmaz, toplumu da çürütür.
Cübbeli lakabıyla maruf Ahmet Mahmut Ünlü adlı tarikat şeyhinin son zamanlarda gündemde çokça tartışılan ihbarlarının zemini de bu çerçeve içinde değerlendirilmeli. Malum şahsın ‘2 bin Selefi derneğin silahlandığı’ ve iç savaş hazırlığı yaptıklarına dair sözleri beklendiği üzere çokça yankılandı. Dinî cemaatleri yakından bilebilecek konumda birinin sansasyonel bir tarzda gündeme taşıdığı iddialar zaten bir süredir dinî yapıların devletin güvenliği için büyük bir tehdit potansiyeli taşıdığına ilişkin belli çevrelerce dillendirilen söylemleri ileri düzeyde destekliyordu. Dolayısıyla ürün eski olsa da satışa sunulduğu tezgâhın yeni olması alıcının da çok olmasını getirdi!
Selefi akıma mensup çevreleri büyük tehdit şeklinde kamuoyuna lanse etmenin ve devleti bu çevrelere karşı harekete geçmeye çağırmanın Cübbeli’ye somut manada ne kazandıracağı tartışılabilir. Bu tutumun ardında yatan temel saikin ideolojik rekabet ve düşmanlık hissi olduğu söylenebileceği gibi, devlet nezdinde güvenirlik arayışı, bir tür akreditasyon mantığı olduğu da düşünülebilir. Ne var ki her halükârda hukuksuz, mantıksız ve ahlaksız bir tutumu yansıttığı açıktır.
Hukuksuzdur çünkü tamamen söylentilere, dedikodulara dayanmaktadır. Ve daha ötesi ortada hiçbir somut delil olmaksızın birtakım oluşumları silahlanma ve iç savaş hazırlığı ile suçlamak suçtur. Mantıksızdır çünkü silahlanma sürecine giren oluşumların dernek şeklinde örgütlenmesi anlamsızdır. İllegaliteye yönelen yapıların legal kuruluşlar üzerinden faaliyet göstermesi kendi kendilerini ifşa anlamına gelir ki bu kadar bariz yanlışlara sapan oluşumların devletin emniyet ve istihbarat ağına takılmaması mümkün olmaz. Ve Cübbeli’nin tutumu açıkça ahlak dışıdır çünkü ihbarcı bir yaklaşımı yansıtmaktadır, ihbarcılık ise tek kelimeyle çürümüş bir zihnin ürünüdür.
Sorun Cübbeli ya da benzeri şahsiyetlerden ibaret değildir. Medya maymunluğuna soyunmaya hazır birileri her zaman olacaktır. Dikkat çekmesi, düşündürmesi gereken şey devletin tutumuna bağlı olarak ispiyonculuk mantığının, eğiliminin toplumda yaygınlık kazanması, karşılık bulmasıdır. Bu tutum herkesin herkesi her an her türlü suçla itham edebileceği bir zemini besleyerek toplumda güvensizliği çoğaltmaktadır. Güvenlik bir ihtiyaçtır, zorunluluktur ama güvenlikçi tutum paranoya kaynağıdır. Güvenlikçi devlet yöneliminin her durumda hukuku aşındırıp özgürlük alanını daraltırken, toplumda emniyet hissini tahrip etmesi kaçınılmaz sonuçtur.
Haksöz (Ekim 2020)