Çözümü Yanlış Adreste Aramayalım!

Türkiye’nin İdlib için harekete geçmesi gerektiğini söyleyen Merve Şebnem Oruç olmayacak duaya amin demekten farksız bir öneride bulunarak ÖSO’yu diriltmekten, zımnen de TSK’nın İdlib’e girmesinden söz ediyor.

HAKSÖZ-HABER

Türkiye’nin İdlib için harekete geçmesi gerektiğini söyleyen Merve Şebnem Oruç olmayacak duaya amin demekten farksız bir öneride bulunarak ÖSO’yu diriltmekten, zımnen de TSK’nın İdlib’e girmesinden söz ediyor. Oysa sahada canlarını dişlerini takmış fisebilillah savaşan mücahitler dururken, hayali ordu teşkiline kalkışmak mantıklı mı?

Merve Şebnem Oruç’un konuyla ilgili ileri sürdüğü gerekçelerde sorun yok. Bununla birlikte samimiyetinden de şüphemiz yok. Nitekim kendisini Suriye konulu yazılarında daima katillerin karşısında mazlumların yanında konumlandığına şahitlik ediyoruz. Bununla birlikte Halep’in düşmesinde Türkiye’nin takındığı pasif tutumun ve direnişe daha aktif destek vermekte geç kalışının sonuçlarını direnişin kendisine mal etme anlamına gelebilecek yaklaşım ve değerlendirme biçimleri hakkaniyet ve adalet açısından sorunlu. Merve Şebnem Oruç Halep’in akıbetini göstererek Türkiye’nin İdlib’e müdahalesini meşru gibi gösteriyor. Ve son iki yazısında işlediği dramları da maalesef buna temel kılmaya çalışıyor. Bunun doğru olmadığını; İdlib’in kaderinin Halep gibi olmaması için yapılacak tek şeyin direnişin orada oluşturduğu yapıyı yok sayarak ve mesela Tahrir-i Şam gibi hareketleri dışlayarak onlardan bağımsız bir “tek ordu” kurmayı zorlamak veya TSK’nın bölgeye doğrudan müdahalesine çağrıda bulunmaktan ibaret olmadığını bir kez daha hatırlatıyoruz.

*

Merve Şebnem Oruç’un son iki yazısı bu konuyla ilgili.

Bunlardan birisi 10 Eylül 2017 tarihli Yeni Şafak gazetesinde “Suriye: Yarın Yok” başlığıyla yayınlanmıştı. O yazıdaki konuyla ilgili kısım şöyleydi:

İdlib şehir merkezinde ve kırsalında, yani burnumuzun dibinde üç milyon civarında insan yaşıyor bugün. Rejim intikam peşinde muhalifleri avlayacağı son yer olarak İdlib’in eline düşeceği anı heyecanla beklerken avuçlarını ovuşturuyor; ABD PKK’yı, Rusya rejimi devreye sokacağı an için hızla şartları oluşturuyor. Eli kulağında bir beşeri felaket kapımızda, günden güne daha da yaklaşıyor. Atme kasabasından İdlib şehir merkezinde zorlu koşullar altında sıkışıp kalmış insanlarda yarına dair gergin bir bekleyiş hakim.

Türkiye’nin bu nedenle İdlib için çeşitli diplomatik girişimlerde bulunduğunu biliyoruz. Ama askeri bağlamda bir girişim gerçekleşmediği sürece İdlib’i Humus gibi, Hama gibi, Humus gibi, dahası Grozni gibi bir geleceğin beklediği aşikar. Konuştuğum tüm Suriyelilerde bazen sitemkar, bazen mahcup ama hepsinde ortaklaşa Türkiye’nin devreye girmesi konusunda, Fırat Kalkanı Harekatı benzeri bir hamlede bulunması yönünde bir beklenti var.

Muhalif gruplar arası çatışmalardan, yabancı savaşçılardan bıkmış, usanmış, rejimin intikam gününü korkuyla bekleyen insanlar, bana “Hama kırmızı çizgimiz dediniz, düştü. Halep kırmızı çizgimiz dediniz, düştü. Peki İdlib?” diye soruyor. Burada yapılacak şey geç de olsa belli, birbiri içinde çatışarak ganimet tuzağına düşen sivil muhalif gruplara “dur” diyerek Özgür Suriye Ordusu’nu diriltmek. Bu bağlamda ÖSO kurucularından olup ABD gibi ülkelere her zaman mesafeli durmuş ve halkta karşılığı olan Riyad el Esad gibi askerlerden faydalanmak. Tam da bu noktada, Riyad Esad’ın ÖSO’yu eski gücüne kavuşturmak için başlattığı koordinasyonu öğreniyorum ve kendisiyle görüşüyorum. Bu ordunun 40 bin askere ulaşma ve son kale İdlib’i alma potansiyeli var. Ama ne öğreniyorum? Ankara kendisiyle yaralandığı 2013 yılından beri bir kez bile görüşmemiş.

Merve Şebnem Oruç’un bugünkü Yeni Şafak’ta (14 Eylül 2017) yayınlanan “Halep’ten Musul’a, İdlib’den Kerkük’e ‘Dava’...” başlıklı yazısı da yine önceki yazıda yer alan önermeyi tekrarlıyor.

İlgili yazı şöyle:

Neredeyse bir hafta oldu. İdlib şehir merkezinden çıkarken Ebu Abdullah’ın söyledikleri hala kulaklarımda çınlıyor.

Yarını umutsuz ve gergin bir sessizlikle bekleyen şehri arkamızda bırakırken şöyle sormuştum Ebu Abdullah’a: “Türkiye’ye, Türk Hükümeti’ne tek bir şey söyleyebilecek olsan ne söylerdin?”

O da cevap vermişti: “Hama kırmızı çizgimiz dediniz... Düştü. Halep kırmızı çizgimiz dediniz... Düştü. İdlib için hiçbir şey demeyin.”

Kendi halkına silah sıkamadığı için Suriye rejimindeki polislik görevinden ayrılan, Humus’ta katliamlar dayanılamayacak boyuta geldiğinde direnişe katılan, ülkesini terk etmeyi, başka ülkelerde mülteci olmayı asla düşünmeyen, ama sırf bu yüzden bugün itibarıyla ne kendisi ne ailesi için bir gelecek hayali kurabilen, yarını düşünmeye başladığında önünde dipsiz bir karanlıktan başka bir şey belirmeyen bir adamın bu sözleri karşısında yüreğimde beliren sızı bir türlü geçmiyor.

Aslında uzun süredir kalbimde hissettiğim sızıya derman ararken eninde sonunda kendimi bir kez daha İdlib’te bulmuştum. Uzaklara kaçmıştım, olmamıştı; başka şeylerle uğraşmıştım, yine olmamıştı. “Derdime derman belki de derdim olan yerdedir,” diyerek yola koyulmuştum. İdlib’de o yaraları bir kez daha kanattım, kabuk bağlayan yerlerini kaşıyıp koparttım.

Doğruya doğru... Halep düştüğünden beri kalbimde kapanmayan bir yara var. Sadece benim değil, çoğumuzun boğazımızda düğümlenen koca bir acı, içimize akıttığımız oluk oluk göz yaşı var. Yıllardır Suriye ile dertlenen hemen herkeste belki henüz kendine bile itiraf edemediği, teşhisini koyamadığı, ama yüreğini sıktıkça sıkan, kapanacağına daha da açılan bir Halep yarası, Halep travması var.

Halep düştüğünde Şam sokaklarında şenlikler yapıldı, İran’da baklavalar dağıtıldı; ama biz yasımızı bile tutamadık, birbirimize sarılıp ağlayamadık.

Evet, insanlar katar katar Halep’ten çıkarılırken, yangından can kaçırılırken ‘Suriye davası’na gönül veren 81 ilden binlerce insan sessiz sedasız ‘Halep Konvoyu’na katılmak için yola çıkmıştı. Korkunç bir illete tutulan sevgilinin elim kaybından sonra yerine getirilen son görev gibiydi konvoyun ilerleyişi. İnsanlar adı konmamış bir cenazeye gider gibi Cilvegözü sınır kapısına ulaşmış ve sonra herkes evlerine geri dönmüştü.

O gün bugündür Suriye’yi daha az anmamızın nedeni bu... Halep gözlerimizin önünde düştü. Hiçbir şey yapamadık. O kadar çok şey söyledik Halep için; ecdadın adını vererek, tarihten açıklama getirerek, benliğimizde hissettiğimiz bağı, en cahilimizde bile olan sezgiyi kelimelere dökmeye çalışarak anlatmaya çalıştık Halep’in Türkiye için ne anlama geldiğini, iddia ortaya koyduk, derdimiz, davamız olduğunu söyledik ama düşüşüne engel olamadık. Deniz Baykal bile “Halep Rusya’nın, Esad’ın himayesine, Şii kuşatmasına teslim edilemez. Tarihi kimliği değiştirecek bir süreç yaşanırken ‘durun’, ‘bekleyin’ denemez,” demişti. Ama Halep biz tarihin değişimini izlerken gözlerimizin önünde kaydı gitti. Sadece Halep değil, Musul da böyle gitti. Türkiye’nin masada da sahada da olması gerektiğini gür bir sesle söyledik, buna İran’ın, Esad’ın ajanları, FETÖcüler, PKKlılar dışında aramızda karşı çıkan kimse de yoktu. Gerilere döndük, tarihin yapraklarını karıştırdık, Lozan’a kadar gittik. Fakat, Musul da sesi buralara ulaşmayan korkunç bir kıyımla gözlerimizin önünde yok olup gitti.

Acı ama kendimize yüksek sesle itiraf edemediğimiz yalın gerçek şu: Halep ve Musul gibi iki Sünni kenti artık Sünnilerin değil. Irak ve Suriye’de Sünniler daracık bir alana hapsedilirken bizim dert edindiğimiz, davamızla özdeşleştirdiğimiz şehirler avuçlarımızdan uçtu, gitti.

Hani yazılarımda sık sık “Ak Parti’nin davası tam olarak ne?” diye soruyorum, o yazıların içinden cımbızlanan cümleler yüzünden Sözcü gibi gazetelere manşet oluyorum, ardından da ‘Reisçilik’ maskesi altında neyi savunduğunu anlamadığımız zevatın açık hedefi oluyorum ya; işte o dava dediğimiz şey, Türkiye’nin bekasıyla iç içe geçmiş o mesele, Halep ve Musul kaybedilince kabul etsek de etmesek de yetim kaldı, öksüz kaldı. Bu yeni nesil savaşta iki büyük kale düşünce, tıpkı yüreklerimiz gibi ‘davamızın’ ortasında da nasıl dolduracağımızı bilemediğimiz kanayan kocaman bir boşluk açıldı.

Menbiç’ti, Tel Afer’di, Rakka’ydı, Deyrezzur’du... Bugün DAEŞ’le mücadele adı altında korkunç bir yağma devam ederken son kale dediğimiz Türkiye’nin kapılarında, biz biraz çaresizlikten biraz kapana kısıldığımızdan ‘Kızıl Elma’mızı Arakan kadar uzaklara taşıdık.

Ebu Abdullah tüm umutlarını kaybetmiş olsa da bazılarımızın bugün hala ısrarla İdlib’i sormamızın, konuşmamızın nedeni, “Türkiye ne yapacak?” diye sormamızın sebebi, “Dava neydi?” sorusundan bağımsız, ‘beka meselesi’ dediğimiz şeyin devam ettiği gerçeğinden ayrı değil.

Kuzey Irak’ta gerçekleştirilecek referandum da, Kerkük meselesi de ve Sünnilerin silinip gittiği Irak’ı Şii ve Kürtler arasında yeniden bir iç savaşa sürükleyecek son gelişmeler de en az İdlib kadar önemli. İdlib ve Kerkük kaybedilirse bölgeyi yeniden kasıp kavuracak bir savaşın en önce Türkiye’yi vurması işten bile değil. Bu sıkıntılı Eylül ayı çok şeye gebe şüphesiz, lakin Kerkük ve İdlib’i Musul’un ve Halep’in kaderine terk edersek siz deyin iki yıl ben diyeyim bir yıl, ama bir gün gelecek, bu günleri hatırlayacak ve “Onlar yine iyi günlerimizmiş,” diyeceğiz.

Yorum Analiz Haberleri

Camiler Ermeni, Rum ve Yahudilere de satılmış
Sosyal medyanın aptallaştırdığı insan modeli
Dünyevileşme ve yalnızlık
Cuma hutbelerindeki prangalar kırılsın
Batı destekli spor projeleri neye hizmet ediyor?