Çözüm Süreci'nin Seyri

Salih Tuna, Yeni Şafak'ta kaleme aldığı yazıda Çözüm Süreci'nin evveli ve sonrasını sürecin aktörlerinin tutumlarıyla beraber değerlendiriyor ve "kirli ilişkiler"e dikkat çekiyor.

Salih Tuna - Demirtaş Buna Hayır Diyebilir mi Bakalım? / Yeni Şafak

Kürt-Türk kardeşçe yaşamamız için etnisite eksenli en ufak ayrıcalık olmamalı, hakkın ve hukukun karşısında eşit yurttaşlar hâline gelmeyi başarmalıydık.

Yazık ki yazık, yıllar yılı bunun tam tersi oldu.

Lâkin, Kürtler hep sabretti.

Dilleri yasaklandı, gelenekleriyle alay edildi, lehçeleriyle dalga geçildi. Köyleri meraları yakıldı yıkıldı, doğup büyüdükleri topraklardan sürgün edildiler.

Bütün bunlar, Ortodoks Kemalizm'in (Kürt kimliğini) inkâr ve asimilasyon politikasının doğal sonucuydu.

Sadece inkâr ve asimilasyon değil, tahkir de vardı.

Meselâ, Kılıçdaroğlu'nun birkaç yıl önce adına park açtığı Mahmut Esat Bozkurt: “Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı…”demişti.

Hülasa…

Allah'ın yarattığı bir kavmin çocukları, “Soyum sopum uludur.” diyerek kendisini üstün gören başka bir kavmin azgın temsilcileri tarafından inkâr ediliyor, dilleri yasak ediliyordu.

Ve, her darbe herkesten önce/herkesten çok Kürtleri eziyordu.

1960 darbesinin ardından “Sivas Kampı” gibi toplama kamplarına maruz bırakıldılar, 12 Eylül darbesinin ardından “Diyarbakır Cezaevi”nde akıl almaz işkencelerden geçirildiler.

Gelgelelim, Kürtler hiçbir zaman hiçbir zulme boyun eğmediler. “Başlarını göğe, boyunlarını ipe verdiler.” ama haysiyetlerinden zerre miskali taviz vermeyi kabul etmediler.

Uzun lafın kısası, Ortodoks Kemalizm'in faşizan politikalarından hepimizi yakan korkunç bir “sorun” türedi.

Maddî-manevî enerjimizi yıllar yılı berhava eden bu “sorun”a 40 bin canımızı verdik, yani, 40 bin kez toprağa düştük.

Hâliyle “dış dinamikler” da bulunmaz bir operasyon alanı ele geçirmişlerdi.

O kadar ki, şayet “millî çözüm süreci”ni başlatmasaydık bizi “çözeceklerdi”.

Kaldı ki, “millî çözüm süreci”ni haksızlık karşısında susmadığımızı ortaya koymak için gerçekleştirmek zorundaydık. (Dilsiz şeytan olmaya razı değilsek, meselâ, ana dilde konuşmanın yasak edilmesine nasıl susardık?)

“Millî çözüm süreci” çözülmeye karşı millî birlik ve bütünlüğü hedefliyordu.

“Üçüncü taraf”ın sözcüsü mesabesindeki kimi liberallerin “çözüm süreci”nden umdukları elbette bu değildi.

İç ve dış dinamiklerin nemalandığı “çatışmalı ortam”ı nihayete erdirmek veya “millî çözüm süreci”ni başarmak için çok güçlü bir liderliğe ihtiyaç vardı.

Leyla Zana başta olmak üzere birçok Kürt aydını 2012'de, bu işi ancakErdoğan çapında güçlü bir lider çözer, diyorlardı.

Erdoğan da anaların gözyaşı dinsin diye “Ben bu işin içine siyasî hayatımı koyuyorum, gerekirse baldıran zehri içiyorum.” diyerek, “barış süreci”ni başlattı.

Öcalan da Diyarbakır'da 2013 Nevruzu'nda okunan mektubunda, artık silâhların miadını doldurduğunu, bin yıllık Kürt-Türk kardeşliğine vurgu yaparak dile getirdi.

Ne oldu?

“Üçüncü taraf”ın kimi liberal sözcüleri “barış” söz konusu olunca çılgına döndüler; canhıraş biçimde dağlara vurdular.

İç ve dış dinamikler harekete geçtiler:

Erdoğan'ı “diktatör” ilân ettiler.

Öcalan'ın da (Paralel çetenin servis ettiği İmralı sorgu) kasetlerini çıkardılar.

AK Parti “yandaş”ı dedikleri birçok yazar, İmralı sorgu kasetlerini yayımlamaktaki gayenin “barış”a son vermek, “millî çözüm süreci”ni durdurmak olduğunu söyledi.

Lakin…

Kürt siyasî hareketi denilen çevrelerden bir kişi çıkıp da, Sayın Erdoğan'a “barış süreci”ni başlattığı için “diktatör” denildiği gerçeğini dile getirmedi.

Hem de, Öcalan'ın, “Bu meseleye kim el attıysa alaşağı edildi, öldürüldü.” dediğini çok iyi bildikleri hâlde.

İçlerinden bir kişi çıkıp da toplama kamplarını andıracak şekilde KCK'lı belediye başkanları kelepçelenirken “dünya lideri” dediğiniz Erdoğan, “demokratik paket”le ana dilde öğretimin önünü açtığı ve “barış süreci”ni başlattığı için mi “diktatör” oluverdi, demedi.

Tam aksine içlerinden biri hem de eş başkan sıfatlı biri, “Asmayacağız, yargılayacağız.” dedi.

İçlerinden bir kişi çıkıp da HDP eş bakanına da, bu kini bu nefreti hangi ara biriktirdin; Erdoğan hadi paralelcileri devletin kılcal damarlarından söküp attı, sana ne etti, diye sormadı.

Kimse bir şey sormayınca da…

“Türkiye Türklerindir.” sofrasında saz çalan HDP eş başkanı, Kılıçdaroğlu vekâletiyle Bahçeli'ye başbakanlık (rüşveti) teklif etti.

O hâlde yine biz soralım:

HDP eş başkanı “paralelci çete”nin, Aydın Doğan'ın adamlarının, kimi ulusalcıların, Cihangir zıpırlarının desteğini neyin karşılığında aldı?

“Millî çözüm süreci” aktörlerinin bitirilmesi karşılığında mı?

Yorum Analiz Haberleri

Meşru olanı savunursan karşılığını elbet görürsün!
Türkiye solu neden hala Esed rejimini savunuyor?
Sosyal medyada görünürlük çabası ve dijital nihilizm
İran aparatlarının komik antipropagandalarına vakit ayırmak bile coğrafya için zaman kaybı...
Nasıl ki ilk Müslümanlar tüm zorluklara rağmen direndiyse Gazzeliler de öyle direniyor!