“Bizim savunduğumuz cumhuriyet Atatürk Cumhuriyeti’dir” demiş Kemalist Sol’un müzik dünyasındaki temsilcilerinden Zülfü Livaneli. “Nedir bu Atatürk Cumhuriyeti?” sorusu tören ve nutuklarla ipotek altına alınıp boğulan Türkiye, hamaset ve yalanla yazılan tarih, askeri darbelere maruz kalan siyaset ve toplum için son derece anlamlı bir sorudur. Ancak “milli birlik ve beraberliğe her zamankinden daha çok ihtiyaç duyduğumuz şu zamanlar” soru sormaya, kritik yapmaya, eleştirip teşhir etmeye pek elverişli değil.
Mütemadiyen tekrar eden anma, etkinlik, bayram ve törenlerde Atatürk’e şükran duymanın, Kemalizm’e sadakat bildirmenin, laiklik ve Türk ulus kimliğine sahip olmaktan ötürü hamd etmenin kanunlarla mecburiyet addedildiği bir ülkede yaşıyoruz. Sessiz kalmanın dahi suçlu gösterilmek için yeterli sayıldığı bir vasattan kurtulmak sanki mümkün değil.
Resmi ideolojik hegemonyanın hâkim olduğu iklim durumu idare edecek cümleler kurmak, teamüller icabı törenlerde görünür olmaktan başka seçenek bırakmamakta inat ediyor. İşte Türkçede bu işleyişe Kemalist Cumhuriyet, Atatürkçü Demokrasi deniyor. Peki, ‘nasılsa yutmuyoruz’ diyerek bu çirkin sakızı çiğnemeye ne zamana kadar razı olunabilir ki?
Cumhuriyet Atatürk’e mi, Halka mı Aittir?
Atatürk’ün ülkesi, Atatürk’ün ulusu, Atatürk’ün cumhuriyeti, Atatürk’ün partisi ve bankası, Atatürk’ün müze ve ormanı, Atatürk’ün dil ve tarihi vs. şeklinde devam edip duran despotik siyasetle bu toplum hiçbir zaman mutlu olamadı. Atatürk ve Atatürkçülük halk nezdinde azıcık makbul ve sevimli bir pozisyonda olsaydı tamı tamına 27 sene Türkiye Tek Parti Rejimi ile yönetilmezdi herhalde. Müslüman bir halkı zor ve zorbalıkla Batı tipi hayat tarzına benzetmek adına girişilen devlet politikalarının unutulacak bir tarafı yok.
Atatürk Cumhuriyeti, halkı ölümcül ve kronik bir yoksulluğa mahkûm edip Cumhuriyet diye balo, dans, müzik, resim, heykel, tören, nutuk vs. ile müsamere standardında sergilenen trajedisinin adıdır. İslami değerlere, sembollere, tarihe, kültüre laiklik ve ulusal kimlik hesabına açılan savaşın toplumsal yapıda ne türden travmalar oluşturduğunu yaşayarak öğrendik. Şimdi bunları hiç yaşanmamış saymak isteyenler bu hakikatleri hatırlatmaları da zararlı görmekteler.
Muhafazakâr gazeteler ve televizyonlar da artık daha rahat ve daha temelsiz bir biçimde “coşkuyla kutlanan bayramlar”dan, “ulu önder Atatürk’e duyulan şükran”dan bahsedebiliyorlar. Yalana ortak olmanın, bir sahtekârlığın sürmesine katkı sağlamanın vebali yok sanılıyor. Oysa hakikati inkâr, tarihsel süreçleri çarpıtma veya örtme gayreti en başta sorunları altından kalkılamayacak kadar büyütmek anlamına gelmektedir.
Cumhuriyet’ten Orhan Bursalı’nın dünkü vurguları bu manada son derece manidardır. Bursalı hiç gocunmadan bilakis büyük bir zevk alarak şöyle yazıyor: “İktidar sahipleri Cumhuriyet Bayramı’nı seviyor mu? Başka yapacakları hiçbir şey yok, sahiplenecekler. Cumhurbaşkanı en büyük kazanım demek zorunda kaldı.” Seveceksiniz, sahipleneceksiniz çünkü başka seçeneğiniz yok şeklinde tezahür eden bu söylem otoriter ve totaliter bir hegemonyaya gururla sahip çıkmaktadır.
Siyaset ve topluma, sevmeme veya sahiplenmeme hakkı tanımayan herhangi bir gazete/ci değil elbette ki Atatürk Cumhuriyeti’dir. Zorla sevgi, zorbalıkla saygı, emirle sadakat, dipçikle aidiyet inşa etmiş Kemalist Cumhuriyet’in bayramlarında yaşanacak ‘coşku’nun mahiyeti zaten hepimizin malumudur.
Totaliter Cumhuriyet’in Tasfiyesi
Atatürk Cumhuriyeti’nde Tek Parti Rejimi de, askeri darbeler de bir pişmanlık sebebi değildir. Aksine halkı çağdaş formda terbiye etmenin zaruri araçlarıdır. Atatürk Cumhuriyeti ne Türkçe Ezan dayatmasının ne de en ücra köşelerine değin bütün şehirleri anıt heykellerle donatıp ülkeye totemist bir deli gömleği giydirmenin özeleştirisi vermeye yanaşır. Kamusal alanı İslami değer ve sembollerden arındırmak üzere teamül haline getirdikleri faşist uygulamaların hesabını vermeye yanaşan ‘samimi’ bir Atatürkçü arayın ki bulasınız.
AK Parti Hükümeti iktidarının ilk döneminde değilse de son döneminde Atatürkçülük dayatmalarından önemli bir kısmını uygulamadan kaldırdı. Askeri geçitler, Andımız törenleri, Milli Güvenlik Dersleri, başörtüsü yasağı, kesintisiz eğitim dayatması bunların başında geliyor. Fakat sürecin devam etmesi ve diğer alanlarda da sürmesi gerekiyor.
Bir misal vermek ve kıyas yapmak gerekirse; Fethullahçı örgütlenme bir kez askeri darbeye teşebbüs etti ve tüm boyutlarıyla kamusal alandan kazınması için haklı olarak olağanüstü bir seferberlik ilan edildi. İyi ama 27 Mayıs’tan 12 Mart’a, 12 Eylül’den 28 Şubat’a kadar bir dizi askeri darbeyi Atatürk Cumhuriyetini korumak ve kollamak adına Atatürkçü kadrolar yapmadı mı?
Peki, Atatürk Cumhuriyetini muhafaza hesabına halka karşı silah çekmiş, halkın üzerine tank sürmüş, üzerinde savaş uçakları uçurduğu Meclis’in kapısına kilit vurmuş, iradesine ipotek koymuş ideoloji ve kadroları devlet kademelerinden ne zaman ve nasıl temizleyeceğiz? Evet, askeri vesayet ve cuntalar bu tip işlere tekrar heves edemeyecek kadar çok büyük bir darbe yediler. Pişman olmadıkları ortada fakat fırsat kollamadıklarını düşünmek fazlasıyla saflık olur.
Esasen bu tip etkinliklerde rüzgârın akışına kapılmak yerine hakikati ikame edici tartışma gündemleri açmaktan başkaca faydalı bir seçenek bulunmuyor. Ahlaki ve akademik seviyeyi koruyarak tarihi gerçekleri aktüel hale getirmenin kazandıracakları çok fazladır. Bir pazarlama yöntemi olarak pek bir revaçta olan “ortak değerimiz/paydamız Atatürk” palavrasına da pirim vermenin âlemi yok. Çünkü Cumhuriyet’i ‘cumhur’un iradesine teslim etmekten, kişi kültü ve hegemonyasını tasfiye etmekten başka bir huzur, sükûnet, sosyal refah ve istikrar yolu da bulunmuyor.
Otoriter ve totaliter cumhuriyete meşruiyet kazandırmak adına kurgulanan sahte coşkularla, yapmacık ortak paydalarla gidilecek yoldan ne ülkeye ne de topluma hayır gelmez.