Çokluk dünyasında kendini kaybeden insanlık!

Mustafa Kutlu, adaletsizlik üzerine kurulu olan hakim paradigma tarafından insanın doğum ve ölüm arasındaki tüm yaşanmışlığının belirlendiğine dikkat çekerken başka bir yolun mümkün olduğu müjdesini veriyor.

Mustafa Kutlu / Yeni Şafak

Yoldan çıkın!

Kapitalizm kendi hâkimiyetinin devamı için, düştüğü krizlerden kurtulmak için bizlere (yani dünyadaki tüm insanlara, bazı küçük topluluklar hariç) bir dünya görüşü bir “hayat tarzı” benimsetmiştir. Esasında bal gibi hegemonya olan bu yaygınlığı biz zavallı insanoğlu gönül rızası ile, olmadı metazori kabul ettik. Çünkü o (hayat tarzı) bilimsel (buna itiraz eden çarpılır, bir nevi dinî terimdir), güzel, doğru, faydalı, zevkli vb. gibi sayabildiğiniz bütün sıfatları taşımaktadır. Onun çizdiği yol dünya hayatının en makbul, en güzel, en doğru yoludur. Buna itikadımız tam olmalıdır. (Ben de bu yazılarda insanlara “Yoldan çıkın” teklifini getiriyor bir isyan bayrağı açılmasını öneriyorum).

Bu “hayat tarzı”nın sayfalara sığmayacak özelliklerini saymaya güç yetmez. Yine de bir miktar dış dünyadan, bir miktar da iç dünyadan bahsedelim.

Öncelikle “bu dünya”ya kabul edilmeniz için ceket-pantolon-frenk gömleği ve kıravattan oluşan “takım elbise”nizin altına uygun bir ayakkabı giymelisiniz. “Şapka” zaman ve zemine, mevsimine, modasına göre manzarayı tamamlayan bir aksesuardır ki bir dönem bizim gibi gayr-ı medenî olanların medenî sayılması için kanun kuvveti ile giyilmesi mecburi sayılmıştır.

En iyisi bu “takım elbise”yi burada bırakıp “elbise dolabı”ndan çıkmak. Yoksa ne kadar erkek ve kadın, yaşlı ve genç, çocuk ve bebek, zevk ve meslek varsa bunların zaman ve zemine göre giysilerini ifadeye güç yetmez. Tüm tekstil ve moda dünyasını dile getirmemiz icap eder. Yaz, kış, mevsimlik, dağ, deniz, gece-gündüz, her tür merasim vb. için giysiler tasarlayan, pazarlayan, milyonların çalıştığı bir sektör bu. Dolayısıyla elbise dolabından çıkıyorum dedim ve çıktım.

Şimdi dış dünyaya kaba hatları ile sadece “göz atıyorum”. Umumî olarak apartıman veya rezidans dairelerimiz, sitelerimiz, hususi olarak villalarımız, tatil köylerimiz (Bak yine içinden çıkılmaz konut çeşitlerine takılacağız, geçelim) vardır. Yollarımız “otomobiller” için yapılmıştır. Yayalar, bisikletliler ve buna benzer nev-icat âletlerin kullanımına ayrılan yollar kısıtlıdır. Çünkü aslolan otomobildir (Ki onun dünyasını anlatmaya güç yetmez) “çokluk dünyası”ndan, bu niceliğin egemenliğinden tek-tük unsurlar sayarak çıkayım bari.

Bizim geçerli paramız (yani dolarımız), bankamız, gökdelenlerimiz bizim bilimsel bilgiden başkasını kabul etmeyen ana okullarımız, kolejlerimiz, liselerimiz, üniversitelerimiz, eğlenerek öğrenmek isteyen çocuklar ve büyükler için her tür oyun salonlarımız, tiyatrolarımız, sinemamız, AVM’lerimiz, televizyon kanallarımız, internetimiz, bilgisayarımız, fert başına düşen millî gelirimiz, evrensel hukukumuz, insan haklarımız dört başı mamur spor endüstrimiz; modamız, kozmetik dünyamız, iç ve dış bakanlıklarımız, terapistimiz, kuaförümüz, masaj salonlarımız, sürekli artan ithalat ve ihracatımız, yazılımlar ile zenginleşen üretim ve tüketimimiz, reklam ve pazarlamamız, iletişim-bilişim-gelişim ağlarımız, olağanüstü gösterilerimiz, parlamentomuz, uyuşturucu baronlarımız, şiddet ve şehvetimiz, pornografi ve depresyonumuz, koçlarımız, robotlarımız, yaz aşklarımız, sanatımız ve acayip yalnızlığımız………. sayılar, grafik eğrileri, istatistikler, laboratuvarlar …… galiba boğulacaksınız, vazgeçtim, burada kesiyorum. Sizi bir kez daha işkence odasına alınca bir evin sadece “mutfak” bölümündeki eşya kalabalığına sokarım feleğiniz şaşar.

Bu hayat inanın bir “karabasan”dır.

Ve bu kâbustan kurtulmanın merak buyurmayın klinikleri, doktorları, terapi seansları, hiçbir şey olmamış gibi yola devamınızı sağlayacak devasa bir ilaç endüstirisi bulunmaktadır. Emrinizdeyim. (Ve ben size durmaksızın “Yoldan çıkın, uykudan uyanın” diyorum. Siz beni bir meczup sanıyor, acıyarak bakıyor ve yola devam ediyorsunuz.)

Hadi yoldan çıktık diyelim.

Nereye gideceğiz?

Harama batmamış bir belde mi var?

Umutsuzluk bize yakışmaz. Eğer yoksa böyle bir belde, bize düşen onu “inşa” etmektir.

Yeter ki “Uzun yola çıkmaya” niyet edin. “Niyet” mühim. İrade-i cüz’iyenin ta kendisi. Bu sebeple “Ameller niyetlere göredir” buyrulmuş. Bu niyetin kuvveden fiile çıkması Cenab-ı Hakk’a kalmıştır. Bize düşen Besmele’yi çekip ilk adımı atmak.

Kesretten vahdete

Kur’ân-ı Kerim’de bu “çokluk” (nicelik) hususunda aydınlatıcı âyetler vardır. Bunların başında “Tekâsür Sûresi”nin ilk iki âyeti geliyor. Meâlini veriyorum: “Çoklukla övünmek sizi kabirlere varıncaya kadar oyaladı”.

Müfessirler bu âyetleri açıklarken kabileler arasındaki “nüfusun fazlalığı ile övünme” örneklerini zikrediyorlar. Abd-i Menaf oğulları ile Sehm oğulları arasındaki tartışma-yarışma onların kabristana giderek ölüleri saymaya kadar uzamıştır.

Meselenin aslı mal ve evlat çokluğu ile övünmektir ki; bu bir güç gösterisi, zenginlik alâmetidir. Şurasını bilelim; insanoğlu her devirde o zamanın geçer akçesi neyse onun elde olan “çokluğu” ile övünmüştür. Bu kendine güven duygusu “öteki”ni tehdide kadar varabilir.

Kur’ân-ı Kerim’in Kasas Sûresi’nde “Kârun” adlı zengin ve güçlü bir kişiden bahsedilir. Hazinelerinin anahtarlarını ancak güçlü birkaç kişi taşıyabilirmiş. Hz. Musa ve Hârun’un şahsında Allah’ın emirlerine karşı geldiği için “yere batırılarak” cezalandırılmıştır. Kıssa günümüzün zengin devlet, şirket ve kişilerini hatırlatmaktadır.

Elmalılı M. Hamdi Yazır tefsirinde bu yarışma ve övünmenin bir “gurur” hali olduğunu belirtiyor.

“Tekâsür”den murat, âhırette işe yaramayacak olan uğraşların (üretim faaliyetlerinin) çokluğudur ki; bunlar insanı asıl yapması lazım gelen vazifelerden alıkoyar. İnsana düşen görev hayatın barış ve emniyet içinde devamını sağlamak yanında; marifet (bilgi), zikir, şükür, sabır, merhamet, adalet, tefekkür ve ibadettir. Bir yarışma yapılacaksa bu “hayırda yarışmak” olmalıdır. (Bakara 2/18, Mâide 5/48). Ben “tekâsür”ü günümüze ışık tutacak bir yoruma kavuşturmak istiyorum.

Hâkim paradigmayı defalarca dile getirdik. Nedir o? “İlerleme-gelişme-kalkınma-büyüme-zenginleşme-refah ve konfor”. Niceliğin egemenliği budur. Malın, nüfusun, silahın, paranın her tür maddî gücün “çokluğu”. Devletler, şirketler, fertler bu güce yaslanarak emperyalist emeller peşinde koşuyor. Bu Allahsız düzen gezegenimiz ve insanlık üzerinde her tür soygun-sömürü-şiddet içeren despotik bir hegemonya kurmuştur.

Irak’ta kimyasal silahların olduğunu ileri sürerek bir milyon insanı öldürenlerden kim hesap sorabilir? “Evrensel hukuk” ve “insan hakları” bu tablonun neresinde?

Bizi bu karanlık yoldan çıkarıp, kesretten vahdete ulaştıracak bir ışık arıyoruz.

Yorum Analiz Haberleri

Görsel kültürün fıtrata etkisi
Ümmetin ihyasında öğretmenlerin rolü
Kâbe acilen bu müptezellerin elinden kurtarılmalıdır!
“İsrail neden bir haydut devlettir?”
CHP ile laiklik anlayışınız farklı, peki Anıtkabir anlayışınız aynı mı?