Çok Şey Öğreten Bir Direniş: Suriye!

AHMET MARUF DEMİR

Bu hafta sonu Suriye'deki kardeşlerimiz için düzenlenen yardım kampanyasına biz de dahil olduk. Amacımız, Bilgi ve Erdem Vakfı ile Özgür-Der'in başlatmış olduğu, "Bir Soba Ve İki Torba Kömür" kampanyasında toplanan yardımların ikinci etabını kardeşlerimize ulaştırmaktı. Hamdolsun. Bu yardımları kardeşlerimize de ulaştırdık. Bu vesileyle orada yaşanan durumu, yedi yıldır devam eden ve belli ki devam edecek olan direnişin seyrini, kardeşlerimizden dinleme imkanını da yakaladık. Detaylara girmenin gerekliliğini duymuyorum. Vicdan sahipleri için şahid olduğum iki örneğin, Suriye'yi ve haliyle direnişi yeniden sahiplenmek, gündemleştirmek ve desteklemek için zaten yeterli olacağını düşünüyorum.

1- Türkiye sınırına yakın, Suriye içinde Fetih Der'in yaptırmaya çalıştığı bir yetim kampındayız. Kampın adı: Abdulhamid Han Yetim Kampı. Bu kampta Özgür-Der'in yaptırdığı iki lojman var. Mus'ab Bin Umeyr Vakfı ise bir cami yaptırıyor. Bilgi Ve Erdem Vakfı yetkilileri ise bu kampa bir okul yaptırma görevini üstleniyorlar. Oradan çıkıp başka bir kampa geçiyoruz. Oranın adı da Marmara Kampı. Bizler ile beraber oraya yardıma gelen iki bayan kardeşimiz de var. İstanbul'dan gelmişler. Herhangi bir sivil harekete mensup değiller. Kendi çevrelerinde yapmış oldukları yardım çalışmaları var.  Birini de o gün orda gerçekleştiriyorlar. Çocuklar için yanlarında bir kamyonet dolusu kışlık elbise getirmişler. Bunların yanında ayrıca çocukların yüzünü biraz dahi olsa gülümsetebilmek için şekerlemeler, bisküviler, meyveler dağıtıyorlar. Bizler arkadayız. Bilgi ve Erdem Vakfı Başkanı Yavuz Karaoğlu yetkililer ile konuşuyor. O sırada Yavuz Karaoğlu'na bir çocuk yaklaşıyor. Üstünde mont yok. Ayaklarında bot yok. Biraz önce lunaparktan da gelmedi. Doğalgazlı bir daireden, binalarının bulunduğu sitenin bahçesine da inmedi. Dağıtılan bisküvilerden biri ise ellerinde... Jelatini açık olan bisküvilerden birini çıkarıp Yavuz Karaoğlu'na uzatıyor. Kendisinin ihtiyacı varken ikramda kusur etmiyor. Daha 5-6 yaşlarında. Suriyeli. Birkaç dakika sonra belki bir daha o bisküviden hiç yemeyecek. Ama kendisi ile beraber başkaları da yesin istiyor. "Belki onlarda açlar" diyor. "Aç olmasalar dahi, olsun, bana yakışan ne ise onu yapmam gerekir" diyor. "Paylaşmam gerek" diyor. Hayatın, paylaşılınca güzel olduğunun farkında... Hepimizin yüzünü gülümsetiyor. Gülümsetirken, ümmetin suskunluğunu da hatırlatıyor. Yüreğimizde de ince bir sızı oluşturuyor.

2- İdlip kırsalındayız. Bulunduğumuz yer Cebeli Zaviye. İçerde sadece düşman ile bir direniş yok. Aynı zamanda cehalet ile de bir savaşım var. Çocuklar cahil büyümesin istiyorlar. Derme çatma barakalardan derslikler inşa etmişler. Her yetim kampında bir derslik var. Her derslikte yüze yakın çocuk. Bunların çoğu yetim. Şehid çocukları. Allah'ın ve Resulü'nün emanetleri yani. Sıralarda üçlü, dörtlü oturuyorlar. Kimileri taşı yastık edinen yetim peygamberleri gibi; betonu sıra, dizlerini masa etmiş kendilerine. Yerlerde oturuyorlar. Bir şeyleri öğrenme derdindeler. Öyle eğitmişler çünkü onları. Arapça zaten ana dilleri. Bunun yanında diğer dersler ile beraber İngilizce ve Türkçe dil eğitimi de alıyorlar. Ahlaki eğitimlerini ise belli ki daha beşikteyken tamamlıyorlar. Derme çatma olan bu  sınıflardan birine giriyoruz. Selam veriyoruz. Tüm sınıf ayakta bizleri karşılıyor. Hep bir ağızdan selamımıza karşılık veriyorlar. Soba ve kömür yardımının bir kısmını dağıttıktan sonra yanımızda getirdiğimiz şekerlemeleri ve bazı temizlik malzemelerini bu sınıfa dağıtıyoruz. Çocuklar efendi. Yerlerinden kalkmıyorlar. Hiçbiri şekerlemelerin üzerine üşüşmüyor. Yerlerinde oturmuş vaziyette sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlar. Biz işimizin bittiğini düşünüyoruz. Sınıftan en son çıkacak olan benim. Tam o sırada arkadan birkaç çocuk, arapça "amca, amca.." diye sesleniyor.  Dönüp bakıyorum. Bir şeyler işaret ediyorlar. Tam anlamıyorum. Yanlarına gidiyorum. "Amca herkesin elinde üç tane var. Bana ise dört tane gelmiş. Bu fazlayı alır mısınız?" diyor. Ben gülümsüyorum. İçin kan ağlıyor. Kalsın diyorum. Israr ediyor. "Yanındaki arkadaşların elinde üç tane var. Haksızlık olur" diyor. İçi rahat etmeyecek. Bekle diyorum. Gidip birkaç tane daha şekerleme bulup yanındaki arkadaşlara da veriyorum. Şimdi hepinizin dört oldu diyorum. "Tamam" diyor. Bunu dışarı çıktıktan sonra arkadaşlara anlatıyorum. İçleri kan ağlarken onlarda gülümsüyor. Gülümsetirken, bize ümmetin suskunluğunu yeniden hatırlatıyor. Yüreğimizi yine ince bir sızı kaplıyor.

Başta da ifade ettiğim gibi bu iki örneğin meramın anlaşılmasına yeterli olacağını düşünüyorum. Kadınların iffetli duruşu, gençlerin edepli tavrı, yaşı ilerlemiş olanları tevekkül ve sekinet halleri... Ve daha neler neler... Bütün bunları anlatmaktan ziyade bizzat yerinde gidilip görünmesi gerektiğini belirtmek istiyorum.

İşlerimizin yoğunluğundan dolayı mecburen gece içerde kalıyoruz. Kardeşlerimiz ile mevcut şartları konuşuyoruz. Neler yapılmalı? sorularına cevaplar arıyoruz. Bir vakit dışarı çıkma fırsatı da yakalıyoruz. Her yer zifiri karanlık. Sessizlik bütün geceyi sarmış vaziyette... Öyle ki ben direk gökyüzüne doğru başımı kaldırıyorum. Öylesine güzel ki dayanamayıp geceyi üstüme giyiniyorum. Şehid Bilal Yaldızcı'nın, "dağlardan dünya bir başka görünür..." sözü takılıyor zihnime. Öyle ki o ribat anında gökyüzüne bakınca bu sözün anlamını daha iyi idrak ediyorum. Ellerimi uzatırsam eğer yıldızları tutabileceğimi sanıyorum. Cesaret edemiyorum. Muhteşem güzelliği kirleteceğimi düşünüyorum. Bu görsel merasimin bizim için olmadığını fark ediyorum. Yıldızların tüm ihtişamıyla her gece yakınlaşarak mücahit bu halkı selamladığını hissediyorum. Bunca ihanet, hakaret, yaftalama ve oyuna rağmen yedi yıllık bu mübarek mücadelenin sırrı da burada yatıyor olsa gerek içimden geçiriyorum.

O an anlıyorum... Her kim ahirette cenneti arzuluyorsa, Suriye cihadına sahip çıkması gerektiğini! O an anlıyorum... Her kim dünyasını cennet bahçesine çevirmek istiyorsa da, Suriye cihadına sahip çıkması gerektiğini! O an anlıyorum... Kudüs'ün, Mekke'nin, San'a'nın, Kahire'nin, Beyrut'un, Arakan'ın, hatta İstanbul'un, Diyarbekir'in özgürlüğünün, huzurunun, mutluluğunun; Suriye'nin özgürlüğünden, huzurundan ve mutluluğundan artık gayrı olmadığını! O an anlıyorum... Suriye'den ayrı düşünülen her türlü özgürlük hareketinin, mücadelesinin ve söyleminin de maalesef bu saatten sonra hiç ama hiç karşılığının olmayacağını!