"Hatırlayın ki Rabbiniz size: Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) artıracağım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir! diye bildirmişti." (İbrahim: 7)
Nimetin artmasını doğal olarak herkes ister, nimetin azalmasını ya da bütünüyle kaybedilmesini ise kimse istemez.
Şüphesiz nimetlerin en büyüğü de iman nimetidir: “Bugün size dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam'ı seçip-beğendim.” (Mâide: 3) Zira iman nimeti dünyevi ve uhrevi bütün nimetlerin toplamına haizdir, çünkü o maddi manevi nimetlerin sebebi, anahtarı ve kapısıdır.
Darlık ve bolluk, hastalık ve sağlık, hüzün ve sevinç, fakirlik ve zenginlik; dünyanın değişik hallerine maruz kalan insan ancak iman nimetiyle bu zıtlıklarla dolu dünyada istikametini koruyabilir, zıt hallerin kendisinde oluşturabileceği şımarma veya isyan, kibirlenme veya aşağılanma, boş emel veya ümitsizlik, güven patlaması veya özgüven kaybı gibi bütün olumsuz uçlara savrulmaktan kurtulabilir.
“Mü’minin durumu gıpta ve hayranlığa değer. Çünkü her hâli kendisi için bir hayır sebebidir. Böylesi bir özellik sadece mü’minde vardır: Başına güzel bir şey geldiğinde şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir sıkıntı geldiğinde ise sabreder; bu da onun için hayır olur.” (Müslim, Zühd, 64)
Zira mü’min her iki durumun da geçici olduğunu ve hatta her birinin farklı bir imtihan türü olduğunu bilir, bilmekten de öte ona iman eder. Allah’ın kendisi için takdir ettiği şeylere dünya gözüyle ve kısır yargısıyla bakmaz, kendi açısından hayır gördüğü şeye hemen sevinmez, şer gördüğü şeye de hemen üzülmez: “Öyle ki, elinizden çıkana üzüntü duymayasınız ve size (Allah'ın) verdikleri dolayısıyla sevinip-şımarmayasınız. Allah, büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez.” (Hadîd: 23) Kısaca olayların akıbetini Allah’a havale eder ve tam bir teslimiyetle Allah’a teslim olur.
Bu da başına gelebilecek değişik hallerden ötürü olumsuz uç duygulara kapılmasını engeller, başına gelen iyi bir şey onda şükür etmeyi salar, bu da kibir ve böbürlenmenin önüne geçer, çünkü bunun kendisinden gelmediğini, aksine Allah’tan geldiğini bilir ve asıl kaynağı hatırlayarak ona emri gereği şükreder. Yine başına kötü bir şey gelirse bunda kendisinin payı olduğunu bilir, Allah’a yönelir ve ona sabreder. İyinin Allah’tan, kötülüğün de kendisinden geldiğini bilmek gereksiz bir tevazunun ürünü değil, aksine Allah’ın mutlak güzel, mutlak iyi ve mutlak rahmet sahibi olduğunu bilmekten gelen bir teslimiyettir: “Sana iyilikten her ne gelirse Allah'tandır, kötülükten de sana ne gelirse o da kendindendir.” (Nisâ: 79)
İman nimetine şükretmek
Hidayete erdikten sonra istikamette derece kaybetmek insanı hem üzmekte hem de düşündürmektedir. Namaz kılıyorken bir müddet sonra namazı terk etmek, alkol tüketmiyorken alkole başlamak, tesettürlüyken tesettürü bırakmak gibi olumsuz gelişmeler ister istemez kaygı verici gelişmelerdir.
Özellikle gençlerde daha sık gördüğümüz bu irtifa kaybı psikolojinin ve sosyolojinin konusu olabilir, ama olaya bir de şükür penceresinden bakmak hiç de yanlış olmaz diye düşünüyorum. Şöyle ki bir insanın namaz kılması, kötü ve haram alışkanlıklardan uzak durması, Müslüman bir hanımın tesettürlü olması gibi hidayet ve istikamet göstergeleri şüphesiz Allah’ın verdiği çok değerli nimetlerdendir: “İşte bu Allah'ın hidayetidir. Dilediğini bununla hidayete eriştirir. Allah kimi saptırırsa artık onun için hiçbir yol gösterici yoktur.” (Zümer: 23) Hal böyleyken hidayet nimeti başta zikrettiğimiz ayet gereği şükür gerektiren bir nimet olmuyor mu?
Eğer bu nimeti korumak istiyorsak bu nimeti bize verdiği için başta Allah’a şükretmemiz gerekmez mi?
İnsanlar ve özellikle gençler üzerindeki olumsuz iç ve dış etkenleri konuşmamız, değerlendirmemiz ve ona göre çözüm yolları aramamız faydalı bir uğraş olduğu şüphe götürmez bir gerçektir. Ama olaya hidayet, nimet ve şükür penceresinden bakmak, hatta önce buradan başlamak yaklaşımımızı ciddi anlamda doğruya yöneltecektir.
Son dönemlerde gençler arasında moda olan bu eksen kayması veya ahlaki bozulmalar velilerin çok dillendirdiği bir vakıadır, haklılar da. Ama veliler, vilayetleri altındaki kişilerde gördükleri güzel haslet ve ahlaki erdemler yüzünden, onları korumak ve hatta arttırmak için Allah’a şükretmeyi akıllarına getirdiler mi?
Bunun Allah’tan bir nimet olduğunu, ancak bunun için şükredilirse korunacağını ve Allah’ın vaadi gereği artacağını hesaba kattılar mı?
Eğer katmadıysalar buradan başlamaları hiç de yanlış olmaz.
Nitekim diğer sebep ve etkenler, her ne kadar bizim elimizle yaptığımız şeylerin neticesinde ortaya çıkmış olsa da, en nihayetinde Allah’ın elinde olan şeylerdir. O dilerse bütün olumsuz durum ve koşulları bir anda tersine çevirir. İnsan bunu dert eder ve bunun değişmesi için de irade ortaya koyarsa Allah ona yol gösterir: “Kim Allah'tan korkup-sakınırsa, (Allah) ona bir çıkış yolu gösterir. Ve onu hesaba katmadığı bir yönden rızıklandırır.” (Talâk: 2, 3)
İnsan ta en baştan doğru adımlar atarsa Allah ona doğru yolu gösterir ve suni etkenleri de birer birer çözüverir: “Ey iman edenler, Allah'tan korkup-sakınırsanız, size doğruyu yanlıştan ayıran bir nur ve anlayış (furkan) verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allah büyük fazl sahibidir.” (Enfâl: 29)
Hidayet Allah’tandır
Mü’minin aklından çıkarmaması gereken şeylerden bir tanesi de hidayetin Allah’tan olduğu gerçeğidir: “Gerçek şu ki, sen, sevdiğini hidayete erdiremezsin, ancak Allah, dilediğini hidayete erdirir; O, hidayete erecek olanları daha iyi bilendir.” (Kasas: 56)
Bununla birlikte Allah dilediğini saptırarak ona zulmetmez, haşa…
Aksine bütün kulları ona ibadet etsinler diye yaratmıştır: “Ben, cinleri ve insanları sadece bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zâriyât: 56)
Fakat: “Yeryüzünde haksız yere büyüklenenleri ayetlerimden engelleyeceğim. Onlar her ayeti görseler bile ona inanmazlar; dosdoğru yolu (rüşd yolunu) da görseler, yol olarak benimsemezler, azgınlık yolunu gördüklerinde ise onu yol olarak benimserler. Bu, onların ayetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gafil olmaları dolayısıyladır.” (Aʻrâf: 146)
Oysa: “Hidayeti bulmuş olanlara gelince; (Allah,) hidayetlerini arttırmış ve takvalarını vermiştir.” (Muhammed: 17)
Çocuk ve modernizm tuzağı
Çocuklarımızın ve gençlerimizin hidayeti ve istikametlerini korumaları doğal olarak biz Müslümanların arzu ve isteğidir. Kendimizi ve ailemizi ateşten korumamız Allah’ın emri (Tahrîm: 6), Müslümanlığımızın gereğidir. Çocuklara iyi örnek olmak, onlara iyi terbiye vermek ve güzel bir çevre hazırlamak bütün ebeveynlerin yükümlülüğüdür.
Modern çağda çok hızlı bir şekilde gelişen iletişim teknolojileri çocuklarımızla aramızı açmaktadır. Onlara rol model olmamız veya en azından salih birilerini onlar için örnek seçmemiz çoğunlukla bizi zorlamaktadır. Nitekim bizim geleneksel yöntemlerimizden daha cazip ve daha güncel yöntemler muhtelif medya ve teknolojik iletişim araçları tarafından geliştirilmekte ve bizleri çocuklarımızın yönlendirilmesinde tamamen devre dışı bırakmasa da belirleyici olmaktan çıkarmaktadır.
Modern hayat çocuklarımızın bütün maddi yükümlüğünü bize yüklerken manevi yönlendirmeyi elimizden almaktadır. Materyalizm ve hedonizm ışığında geliştirilen çocuk “hakları”, onları bizden, aileden ve toplumdan bağımsız bir şekilde tanımlamakta, gelenek ve müktesebattan koparmakta ve sekülerizmin vazettiği ve de vadettiği hakları onlara vermektedir. Dünya, maddiyat ve refahı önceleyen bu yaklaşım çocukları bireyselleştirmekte ve özgürlük adı altında velilerinin rehberliğinden koparmaktadır. Modernizm çocukların isteğini öncelemekte ve hatta kutsamaktadır. Onların bu yaşta isteklerinin kolaylıkla başkaları tarafından şekilleneceğini de hesaba katarsak rahatlıkla görmekteyiz ki modernizm aslında onlar üzerinden kendi isteklerini meşrulaştırmakta, yaygınlaştırmakta ve hâkim kılmaktadır. Kısaca bizim neslimiz olan, genlerimizi taşıyan, adımızı devam ettirecek olan, yetişmeleri için her türlü zorluğu göğüslediğimiz ve ahirette sevabımız veya günahımız olacak olan yavrularımız muhtelif araç ve yöntemlerle elimizden alınmaktadırlar.
Bu tehlikeye karşı uyanık olmamız, bu ifsada dur dememiz bizim kulluk görevimizdir.
Gözümüzün aydınlığı duasıyla ve cennetin kuşları mecaziyle niyazda bulunduğumuz, bağrımıza basarken cennet kokusunu aldığımız, yüce yaratıcının yaratma mucizesine birinci elden şahit olduğumuz ve Rahman’ın rahimlerde var ettiği merhamet edeceğimiz, şefkat duyacağımız ve ünsiyet bulacağımız yavrumuz modernizmin ve çağdaş planların kirli oyunlarına bırakılamayacak kadar kutsaldır. Rahman’ın emaneti olan bu minik varlık yabancı eller, kem gözler ve sinsi projelere karşı korunmaya muhtaç çok naif bir ağaç, yumuşak bir daldır. Onu korumak, sağlamlaştırmak, kökleri yerde dalları da gökte yükselecek mübarek bir ağaca dönüştürmek bizim şerefli hedefimiz ve mukaddes uğraşımızdır.
Çocuklara dua
Çocuk ve gençlerimize kasteden bu küresel saldırılara karşı koymak bizim temel vazifemizdir. Bunun için de ihlaslı bir şekilde Allah’a yönelmek, onun güç ve yardımına sığınmak, onun yol göstericiliğine başvurmak ve dua ederek yola koyulmamız gerekir, zira onun yardımı olmadan tek başımıza bunu başaramayız.
Dua ve tevekkül gibi bazı kavram ve hatta ibadet bildiğimiz şeyler bazı kesimlerce yanlış anlaşılmış ve ihmal, rehavet ve işi başkasına bırakmak şeklinde anlaşılmıştır. Oysa Kur’an’ın anlattığı ve Allah Resulünün (s.a.v.) uyguladığı dua ve tevekkül hiç de pasif bir eylemden ibaret değildir. Peygamber Efendimizin günlük hayatında neredeyse yaptığı her işten önce Allah’a yöneldiğini ve içten dua ettiğini biliyoruz. Yemeğe başlamak, bir elbise giymek gibi günlük rutin işlerden tutun da hicret etmek, savaşa katılmak, düşman güçleriyle anlaşma yapmak gibi Müslümanların ve İslam davetinin gidişatını değiştirecek büyük işlere varıncaya kadar Allah Resulü (s.a.v.) duruma uygun ve çoğunlukla ayetlerden mülhem dua ve yakarışlarda bulunurdu. Kendisi bu hususta Allah’ın emrini yerine getiriyor ve bizlere örnek oluyordu: “Rabbiniz dedi ki: 'Bana dua edin, size icabet edeyim. Doğrusu Bana ibadet etmekten büyüklenen (müstekbir)ler; cehenneme boyun bükmüş kimseler olarak gireceklerdir.” (Mü’min: 60) Dua etmenin arkasından ibadetin zikredilmesi duanın ibadetin özü ve hatta ibadetin ta kendisi olduğunu söyleyen şu hadisleri tasdik etmektedir: “Dua ibadetin özü”, “dua, ibadetin ta kendisidir”: (Ebû Dâvûd, Vitir 23; Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân 3, 41, Daavât 1. Ayrıca bkz. İbni Mâce, Duâ 1)
Buradan anlaşılmaktadır ki dua eyleme giden ilk adım, eylemin amacını haykırmak ve ihlasın deklare edilmesidir; dua, eylemi yaratana yönelmek ve muvaffakiyetin anahtarını yoklamaktır: “De ki: “Duanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin!” (Furkan: 77)
Bu bakımdan bizler de Hz. İbrahim’in (a.s.) yaptığı şu duaya: “Ey Rabbim! Beni ve soyumdan gelecekleri namazı devamlı kılanlardan eyle; ey Rabbimiz! Duamı kabul et!” (İbrahim: 40) ve mü’minlerin yaptığı şu duaya: “Rabbimiz, bize eşlerimizden ve soyumuzdan, göz aydınlığı olacak (çocuklar) armağan et ve bizi takva sahiplerine önder kıl,” (Furkan: 74) iştirak ediyoruz.