Betül Arı / Milat Gazetesi
Bizim zamanımızda, ilk gençlik yıllarımızı kastediyorum, bırakın interneti cep telefonu dahi yoktu. Ne kadar acı değil mi? Tam bir yokluk dönemiymiş. Şimdiki neslin bakış açısına göre elbette. Bu satırları, Kitle İletişimin son yirmi yıllık gelişimine şahitlik eden biri olarak yazıyorum. Aslında bizler sosyal ilişkiler, aile bağları, yaşamı idame ettirmek adına verilen emekler açısından son derece verimli zamanları yaşıyormuşuz. Bugün buradan bakınca anlayabiliyorum.
Lise yıllarımızı anımsıyorum da, birbirimizden ödev sormak için ev telefonunun ahizesini elimize alır, modern saydığımız tuşlara basardık. Moderndi öyle ya, bizden önceki neslin kullandığı, çevirmeli telefon çoktan miadını doldurmuş ve evin görünmeyen bir yerine konulmuştu.
Kitle iletişim araçları deyince aklımıza ilk televizyon gelirdi. Küçüklüğümüzün TRT'si, lise yıllarımıza denk gelen özel TV kanalları derken, televizyonun hayatımızdaki yeri gittikçe artmakta idi.
Bu kadar fazla kitap ve yazar yoktu piyasada. Şimdi bu nasıl cümle, kitap yazılması kötü mü, demeden okumaya devam ediniz lütfen. Ne diyordum; Bu kadar çok kitap ve yazar yoktu... Olan yazarlar da, gerçekten işinin, alanının ehli yazarlardı. Okumak, vakti verimli geçirmek adına en güzel eylemdi, o zamanlar... Popüler eserler, bestseller'lar falan üniversite yıllarıma denk gelen; kişisel gelişim, güzel konuşma ve benzeri kitaplar ile başladı. Kişisel hafızamdaki tarihçe bu. Çocukluğumun Ankara'sında Ramazan'dan Ramazan'a Kitap fuarı olurdu da heyecanla gider, "gerçekten" istediğimiz kitaplara sahip olmanın heyecanını yaşardık. İşte O Ramazanlardan birine denk gelen ve Rahmetli Babacığımın bana hediye ettiği kitabı unutabilir miyim ben? Şimdi uzak diyarlardan Türkiye'yi izlerken, neredeyse her ay bir şehirde gerçekleşen kitap fuarlarına katılımın çok olduğunu görüyorum. İnsanı çok mutlu eden tablolar bunlar. Ama şunu da düşünmeden edemiyorum, daha doğrusu dua ediyorum; İnşaallah alınan kitaplar kütüphane süsü olmaktan öteye geçip, zihinleri süslemeyi, beslemeyi başarıyordur. Ve tekrar inşallah, bazı konularda antidepresan işlevi gören popüler kitaplardan ziyade zihnimize, hayalimize, idrakimize hizmet eden kitaplar alınıyordur öncelikle.
Evet, internet yoktu. Hatırlıyorum da ilk mail adresimi üniversite birinci sınıfta, henüz yeni oluşturulmuş bir siteden almıştım. İkinci mail adresimi staj yaptığım kurumda, yabancı bir siteden alınca, çok önemli bir iş yapmış olmanın ve sahip olduğum yeni hesabın gururunu yaşamıştım. Şimdilerde ise hacklenen eski mail, bir dolu mail hesabı, şifreler derken ciddi bir unutkanlık, düzensizlik ve fakirlik yaşıyorum. Sosyal medyada dönen bilgi, her taraftan çıkıveren reklamlar, bir haberi okurken başka bir haberin başlığına kayan zihin yoruluyor. Nerde çocukluğumuzun, onlarca telefon numarasını hafızasına nakşetmiş Betül'ü....
Arama motoru ne ola ki? O bahsettiğim zamanlarda, bu kadar arama motoru, farklı sayfalar, zengin içerik falan yoktu. Dolayısıyla istenilen bilgiye erişim de bugüne kıyasla sınırlı ve zahmetli idi.
Bize verilen ödevleri hazırlamak için kütüphanenin sisli katları arasında mekik dokuduğumuzu unutmak ne mümkün... Kitaba erişebilmek için saatlerce beklediğimiz oluyordu. Kitaba kavuştuktan sonra ödevle ilgili bölümleri belirleyip sonra fotokopi kuyruğunda sabır duaları ediyorduk. İstenilen bilgiye ulaşıldı mı? O zaman ha saatlerce sardığın sarmayı yemişsin (acemiler için saatler sürebilir) ha erişimi zahmetli olan bilgiyi elde etmişsin, bir farkı yoktu. Şimdinin, bilgisayarı açma, bir tık arama motorunu açma, boşluğa aranan bilgiyi yazma, maksimum 10 harf diyelim, bir tık da aratma, sonrasında çıkan sayfalardan kopyala yapıştır ve ödev hazır değildi yani.. Söyleyin bu tariften hiç sarma lezzeti alanınız oldu mu?
Arkadaşlarımız belki yüzlerce değildi fakat olan dostluklar ile göz göze, diz dize iletişim halindeydik. Dostluklarımız, günümüzün yaygın kullanılan tabiri ile "organik"ti. Seviyor, kızıyor, kavga ediyor, eleştiriyor fakat, belki de göz göze baktığımızdan olsa gerek, sonrasında tekrar başa sarıyorduk. Bu muhabbet farklı idi. Hayatına, sevincine, hüznüne bir ekran vasıtasıyla şahitlik ettiklerimize hissedemediğimiz bir muhabbetti.
Yemeklerimiz hep birlikte olurdu. Atıştırmalık diye birşey yoktu. Sabah, öğle, akşam diye üç öğün vardı ve akşam yemekleri her ailenin birleştirici öğünüydü. Sofrada kötü şeyler konuşulmazdı, kuralları vardı, adabı vardı. Aile büyükleri kalkmadan ya da izinsiz sofradan kalkılmazdı. Telefon ve internet ikilisinin ailedeki iletişimi baltalamadığı zamanlardı...
Aileler, akraba, eş dost bir araya gelince, ne TV sesi duyulurdu ne de internetin sessizliği alıkoyardı bizi yanı başımızdakilerin muhabbetinden. Zaten dedim ya, internet yoktu, cep telefonu yoktu, internetli telefon hiç yoktu. Onun yerine neşeli sesler işitilir, hasbihal edilir, bir sıkıntı varsa çözüm yolu aranır, arada bir kahkahalar yükselirdi. Bugünün telefon melodileri, bip sesleri yerine, insan sesleri, kahkahaları, bakışları, jest/mimikler para ediyordu. Sahici iletişim çağıydı yani.
İletişim, sosyal açıdan olmazsa olmaz bir nitelik taşıyordu. Yani birey, sosyal çevrede sağlıklı ve mutlu bir yaşam sürmek için, göz göze kontak kurmak zorundaydı.
Yüz yüze bakmamak, kavga alametiydi, o zamanlarda...
Tam da bu sebepten kullanılan "hiç yüzüme bakmıyorsun" deyimi daha çok küslük olduğunda dile getirilirdi. Öyle ya "yüzüne bakmama" deyimi, anlam itibariyle "bir kimseye kırılmak, darılmak" demekti. Oysa şimdi... "yüzüne bakmamak" deyiminin anlamını, yüzünü telefondan, internetten kaldırmamak olarak anlıyoruz.
Bugün; gelişen teknoloji ile iletişimin de anlamını değişti.
Kaybedilen bakışlar yerini, kitle iletişim araçlarının hakimiyetine terk etti.
Telefon şahsileşti, ortak kullanımdan uzaklaştı. Bütün görüşmeler özel olarak sayıldığından kişileri kendi alanlarına hapsetti. Özel televizyonların yaygınlaşması, yaşa, cinsiyete özel farklı program formatları derken televizyon hayatımızda haddinden fazla yer etmeye başladı.
İnternet yaygınlaştı, önce bilgisayarlar sonra dizüstü bilgisayarlar, tabletler ve telefonlar girdi hayatımıza. Kullanılan cihazların hacmi küçüldükçe, bizden çaldığı zamanın payı arttı. En son çıkan akıllı telefonlar herkese özel bir dünya sunar oldu ve birlikte vakit geçirme diye bir şey neredeyse kalmadı gibi.
Fotoğraflarımız dahi bireyselleşti. Eskilerin filmli fotoğraf makinalarında çekilen aile, dost fotoğrafları yerini binlerce fotoğraf hafızası olan telefonlardaki selfie fotoğraflarına bıraktı. Bizler iletişimden uzaklaştıkça yalnızlaştık ve telefonlarımızdaki fotoğraflar bu yalnızlığın birer kanıtı oldular.
Telefondaki onca program ile çok yoğun bir iletişim ağı kurulduğu sanıldı. Eski arkadaşlara ulaşıldı, kontrolsüz kullanımlar aileden vakit çalmalara yol açtı. Gelinen noktada, henüz yaşamının ilk yıllarında olan ve göz göze iletişime muhtaç çocukların bozulmalara gösterdiği dirençleri hemen hemen tüm ebeveynler yaşamıştır.
Yukarıda da bahsettiğim "organik" iletişim olan yazılı değil sözlü, çağrı sesleri yerine yüz yüze iletişimin olduğu, emojiler yerine jest ve mimiklerin kullanıldığı yapaylıktan uzak iletişim, bugün sadece çocuklarda görülüyor, farkında mısınız? Küçük çocuklar, ebeveynlerinin, kitle iletişim araçları tutsaklığı karşısında, yaşlarından büyük cümleler kurabiliyorlar. "Baba beni duy", "Anne telefonu kapat", "Anne gözlerime bak", "Sana sarılabilir miyim", "Hadi televizyonu kapatalım" benim işittiğim cümlelerden bazıları.
Ebeveynler dahi kendilerini bu sahte dünyaya kaptırmışken üstelik.
Madem çocuklar bizden daha dirençli ve gözümüzün içine bakmak istiyorlar, o halde iş işten geçmeden, bu araçlarla mesafeyi açmak gerekiyor. Nasıl mı? Çocukları takip ederek; henüz günümüz iletişim teknolojileriyle tanışmamış çocukları takip ederek.
Aksi halde, ilerleyen yıllarda çocuklarımıza "göz göze iletişim" masalları anlatıyor olacağız.
İşte bu yüzden; bakışları yerden kaldırma vakti.