I- Amed İç Kale’de bulunan kemikler, Yunan mitolojisindeki Prokrustes’i hatırlatıyor bana: Düzenlediği baskınlarda yakaladığı yolcuların boylarını yataklarına uydurmak için kollarını ve bacaklarını kıran ya da çekerek uzatan bir haydut, Prokrustes.
Hizaya gelmeyen bedenler kemik yığınına dönüşsün diye çukurlara atılmış. Yine de asiliklerinden vazgeçmiyor, keşfolunmaya çabalıyorlar.
Oğullar babaları, babalar oğulları için seviniyor: Hiç değilse dua edip çiçek dikilecek bir mezarı olacak.“Kemikler oğluma ait olsunlar diye dua ediyorum” diyor Mehmet Yıldız’ın babası. 70 yaşında gözaltında kaybedilen Fikri Özgen’in oğlu ise, “Keşke benim babamın kemiği çıksaydı diye sevinebilir mi insan!” diye hayret ediyor kendine.
15-20 yıl önceye uzanıyor hikâyelerin başlangıcı. Baba kayboluyor ya da oğul; kaybolan her an gelecekmiş gibi beklenirken bir taraftan da eksik olmayan ölüm haberleriyle sürekli bir yasa zorlanıyor aile. Yıllar beklemeye düzeninde hiç de kolay yaşanmadan geçiyor bir bir. Kayıplara karışan babayı kemiklerinden teşhise çalışıyor oğlu yıllar sonra. Dönüşü böyle mi olacaktı?
Kuyularda tarlalarda keşfedilen kemiklerin sahiplerinin ve yakınlarının da çektiği acılar birilerinin yanına kâr kalmamalı, ne dünyada ne de ahirette.
Stephen King romanındaki kızılderili büyücü,“Sıska, daha sıska!” diyordu hışmını çeken sürücüye. O kemiğe dönüştüğü takdirde duyduğu öfke ancak yatışacak.
King’in adını hatırlayamadığım romanında lanete uğrayan üst sınıftan, Kızılderili büyücüye kibirli ve bencil görünen şişman bir adamdı. Türkiye de ise derinleşen devlet varlığını işte böylesine ölümcül büyülere bağlıyor. Birileri sürekli varlığından taviz veriyor, eriyor, soyut bir şekilde de olsa kemiğe dönüşüyor.
***
II- “Tin bir kemiktir”, demişti Hegel... Niye ama? Zizek bu formülün öznedeki temsillenemez bir imkânsızlığı, bir boşluğu işaret ettiğini düşünüyor. Lacan’cı anlamda kendini bilmeyen bilgi, bunun yanı sıra bildiğimizi bilmediğimiz şeylerin baskısı; mesela Donald Rumsfeld’in Irak’ta yapılan işkenceler üzerine konuşurken, bir anlam öne sürememekten ama bir açıklamaya da mecbur olmaktan ileri gelen laf kargaşası sırasında hissettirdiği gibi...
Kendi gibi olmayanı, esasında kendi varlığını sağlam tutabilmek adına radikal ötekiliğe mahkûm ettiği insanı katı ve acımasız indirgemelerle kemiğe dönüştürmeyi vazife ediniyor, gücü elinde tutmaktan başka bir seçeneği kalmayan.
Öylece indirgemeyle sürdürülen dışlamanın muradı Arap’ın Arap olmayana üstünlüğünü takva niteliğine bağlayan İslam’ın şehitlik değeriyle nasıl aynı hizaya getirilebilir? Takvalı bir Müslüman’ın diline yakışır mı Hocalı mitinginden yayılan, şehitlerin ruhlarını mustarip eden, nüfusunun azınlık olduğu için daha da ihtimam isteyen kesimini hedef tahtasına dönüştürürken her kesimden çocuğun da benlik algılarını yaralayan küfür sözcükleri?
Belki de şöyle söylemek istemişti Hegel: Tin nihayet bir kemiktir, ama oluşumun öncesi var, sonrası da var. Oluşa oluşa kemiğe gidiyor, somutlaşıyor, bazen bakıyorsun devlete dönüşüyor, daha yücelere uzanamadığında ise derinleşirken güzel kelimeleri, haklı açıklamalarıyla başedemediği kişiyi kemikten ibaret kılmayı bir başarı sayıyor. Kemiğin de bir canı, zamanın akışına direnen bir dili var oysa, çok da uzun zaman geçmeden bastırılmış soruların cevabını vermek üzere gün yüzüne çıkıyor.
***
III- Eti senin kemiği benim... Aile aslında çocuğun öğretmenine, okuluna işte böylesine güvenmek istiyor, tabii seçme şansı varsa... Okula giden çocuktan aileye geri dönecek olan niye sadece kemiklerinden ibaret bir varlık olsun? Eğitilecek çocuğun kaderi konusunda karar verecek olan gerçekte kim? Ayrıca, “çağdaş uygarlık yolunda” sıkıntıyla ayak sürümeye devam eden, üniversite mezunu ama erginleşmeyi başaramamış işsizler yığınıyla kim iftihar edebilir ki...
28 Şubat’ın en önemli gerekçesi olan sekiz yıllık zorunlu eğitimin “muhafazakâr” hükümet tarafından bir adım daha öteye götürülerek pekiştirilmesindeki ironi yeteri kadar irdelenmedi medyada. Ahmet Altan konuya ilişkin değerli yazısında 4+4+4’ün sunduğu seçme yollarını, bireysel varoluşa ilişkin imkânları çarpıcı bir şekilde ortaya koydu. Hantal Sovyetik eğitimle aile çevresinin, dolayısıyla öğrencinin tercihlerini kısıtlarken sadece kifayetsiz muhteris yığınlarını çoğaltıyorsunuz.
Kimi yörelerde hâlâ ailenin kız çocuğunun öğrenim görmesi karşısında bir tavrı var kesinlikle. Peki, aileleri bilinçlendirme çalışmalarına girmek gerekmiyor mu bu durumda?
Zorunlu eğitimi sembolleşen Pozantı Çocukları açısından da irdeliyorum: Gardiyanların ilahlığa soyunduğu cezaevi ortamlarının müfredatı taciz, tecavüz, iyileşmeye izin vermeyen bir koğuş baskısından ibaret.
Koğuş sorumlularının kesici aletlerle ölümle tehdit ettiği çocukların imdadına ne aile yetişiyor ne de devletin zorunlu eğitiminin ezberleri. Pozantı Cezaevi’nde yaşananların bir istisna teşkil etmediğini bilen devletin ve toplumun öncelikli meselesi, çocuklarını o ortamdan nasıl uzak tutacağını düşünmek olmalı. Üstelik önümüze haber olarak gelen sadece konuşabilen çocukların anlattığı... Kaderleri küçük adam komplekslerine terkedilen çocuk mahkûmların kapatılmakla terörist olmaktan vazgeçeceğine kimsenin inandığını sanmıyorum. Kemiklerinin suyu çıkana kadar alsın dersini de sesini kıssın, örnek vatandaş olamıyorsa da öyle görünsün, diye düşünülüyor olmalı.
cihanaktas1@gmail.com
twitter.com/chn_aktas