Çocuklar da mı kamu/devlet malı?

KENAN ALPAY

Yaşadığımız büyük sorunların kaynağı, “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür” diye başlayan değişmez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez anayasa maddeleridir.

Devletin ülkesi ve devletin milleti de ne demek! Devlet mi bir ülkeyi ve milleti var eder? Yoksa bir ülke üzerinde yaşayan bir millet, toplum mu bir devleti inşa eder? Bu gibi sorularla devletin görev ve sorumluluklarını belirlediğimiz gibi, birey ve toplumun hak ve özgürlüklerini de tanımlamış oluruz.

Devlet, toplumun inanç, kültür, dil, çalışma, seyahat vs. gibi temel hak ve özgürlüklerinin sınırlarını mı belirleyecek yoksa bu haklarının başına herhangi bir musibet gelmesin diye tedbir mi alacak? Türkiye’de İttihat ve Terakki yönetimiyle ortaya çıkan ve Kemalist inkılâplarla devam eden toplumu aydınlatma, ilerletme ve çağdaşlaştırma ortak paydalarıyla Türk ulus kimliğini oluşturma gayretleri otoriter ve totaliter bir devlet/iktidar mantığı dayattı bu topluma. Sadece öğrenim-eğitim hakları üzerinden dahi bu devlet/iktidar mantığının ne kadar otoriter/dayatmacı ve totaliter/tek tipleştirici olduğunu anlatabiliriz.

İslâm ve İslâm’ın bütün görünürlüğünü kamusal alandan söküp atma projesinin en yaygın ancak en çirkin uygulamasını başörtüsü yasağı üzerinden uzun yıllardır takip ediyoruz. Kamusal alanın mutlaka laik-Kemalist söylem ve sembollerle inşa edilmesi gerektiği devletin üzerine aldığı bir hak ve sorumluluk olarak görülüyor. İlk ve orta öğretimde, üniversitelerde, çalışma hayatında başörtüsüne kolluk kuvvetleri marifetiyle, yargı dayatmalarıyla yaşatılan bütün zulümlerin, çektirilen bütün acıların temelinde hayatı Atatürk ilke ve inkılâpları ile inşa etme hakkı ve sorumluluğunu üzerine almış bir iktidar/devlet mantığı yatmaktadır.

TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı AK Pati Milletvekili Zafer Üskül’ün Hürriyet gazetesine verdiği mülakat işte tam da “kadir-i mutlak devlet” anlayışının tezahürüydü. AK Parti hükümetinin liberal-sol kesimden ithal edip vitrine yerleştirdiği Üskül, ilköğretimdeki kızlarını başı örtülü okutmak isteyen ailelere korku salacak bir tehdit savuruyordu. Devletin otoritesini hatırlatan Üskül’ün devletin kural ve kaidelere uymayan ailelerden çocuklarını alacağını ihtar etmesi zorbalığın zirvesini işaretliyordu.

Devlet, çocuğa anne-babasından daha şefkatli davranmak için mi harekete geçecektir? Devletin çocuk üzerinde hakkı anne-babasının hakkından daha öncelikliydi de biz mi duymamıştık? Devletin çocuğu ve ailesini istediği gibi terbiye etmeye ne zamandan beri ve nasıl bir hakkı vardı acaba? Acaba ilköğretimde her sabah çocuklara okutturulan ‘Andımız’da “Varlığım Türk varlığına armağan olsun” söylemi maddi-manevi tüm varlıkların sahibinin devlet olduğunu kabul ettiren bir senet miydi? Ki devlet, anne-baba ile çocuk arasına her an girecek bir kara kediymiş gibi pusuda bekliyor?

Bizler kamu malı değiliz ki çocuklarımızın kamu malı olmasına müsaade edelim. Dün olduğu gibi bugün de asker-sivil bürokratların her şeyi en iyi bilenler olduğunu kabul etmiyoruz. Anayasa ve kanunlara insanların dini-ahlaki tercihlerini ezip geçme hakkını hiçbir zaman tanımadık.

Askeri ihtilallere karşı mücadele etsin, çetelerden hesap sorsun, cuntaların dayattığı yasakları kaldırsın diyerek toplum AK Parti’ye hükümet etme hakkı tanınmamış mıydı? Dünden bugüne ne değişti de AK Parti hükümeti içerisinden bazıları hak taleplerini ‘manidar’ buluyor, ‘provokasyon’ olarak niteliyor hatta devletin çocukları ailelerinin elinden alabileceğini dillendiriyor. Bir şeyin yapılamaması başka, yapmak isteyenlere karşı saldırgan ve suçlayıcı bir dil kullanılması başka bir şeydir. Kaldı ki liberal-sol kimlikli Üskül’ün bu sivri ve tehditkâr dili muhafazakar-demokrat başkaları tarafından da rahat bir biçimde sahipleniliyor.

Belki farkında değiller. Ancak zamanlama, hak ve özgürlüklerimizin önüne dikilecek aşılmaz bir engele dönüştürülüyor. Gasp edilen hangi hakkımızı dile getirsek, “Şimdi zamanı mı, bu da nereden çıktı, bunun önceliği yok” vs gibi mazeretler sıralanıyor hemen. Eğer konjonktürel olarak birileri tarafından bir talep yanlış görülüyorsa hemen “provokasyon” olarak yaftalanıyor, mahkûm ediliyor.

Bir talebin zamanlamasından önce içeriği, niteliği tartışılmalı ki adalet tesis edilsin. Başörtüsü veya dini-ahlaki bir söylemle, sembolle öğrenim ve çalışma hakkını engellemenin bizatihi kendisi provakasyondur, zorbalıktır.

Bir hakkın gaspı sadece bir hakkın gaspı olarak kalmaz. Bir hakkı küçümseyip hor görenler zorbalıktan vazgeçip o hakkı tanıyıp teminat altına alınıncaya kadar kendileri de rahat edemezler. Adalet üzere hakları teminat altına almak için en önce doğru bir yol ve üsluba ihtiyaç var.

Bu makale YENİ AKİT gazetesinin 25 Ekim 2010 tarihli nüshasında yayınlanmıştır