Hiç mi merak etmediniz “Kürt halkına yönelen şiddetin, zulmün, düşmanlığın adı” nedir diye? Nasıl olup da kayıtsız kaldınız “Halkların kardeşliğinin dinamitlendiği yer”in neresi olduğuna? Ama bu soruların cevabını verirken Kürt halkına şiddeti, zulmü, düşmanlığı kimin yönelttiğini belirtmemeye, halkların kardeşliğini kimin dinamitlediğini faili meçhul bir biçimde bırakmaya özen göstereceksiniz. Beklenen cevap elbette Cizre’dir. Ancak Cizre’yi savaş meydanına çeviren (f)aktörleri (s)aklamaya azmetmiş organize bir iradeyle karşı karşıya olduğunuzu da unutmamanız gerekiyor.
Hukuki, toplumsal veya ahlaki hiçbir gerekçesi bulunmadan ilan edilen özyönetimlere, bu özyönetimleri tahkim etmek uğruna kazılan hendeklere, kurulan barikatlara, dört bir tarafa döşenen mayınlara ve şehri kuşatan silahlı militanlara hiçbir atıf dahi yapma ihtiyacı hissetmeyen kimi yazar ve akademisyen kadınlar Cizre’de yaşananlara dikkat çekmek üzere bir girişim başlattılar.
Kadın girişiminin başını çeken isimlerden biri de kamuoyunu yakından tanıdığı bir isim, Oya Baydar. Baydar, “Bugün hepimiz Cizreliyiz” makalesinde Perihan Mağden, Ayşe Kulin, Nil Mutluer, Nesrin Nas, Çiğdem Mater, Mebuse Tekay vd. isimlerle birlikte “Batı’nın vicdanlı, barışçı, iyi insanlarının sevgilerini, selamlarını, geçmiş olsun dileklerini, bir daha asla temennilerini yüklenerek yola çıktık”larını ifade ediyor.
Barışçıl Tülbent, Demokrat Eşarp
Kadın Girişimi olarak Cizre’ye doğru yola çıkan ekibin ilk hedefi bütün bir kamuoyuna “acıyı duyuyoruz ve yanınızdayız” mesajını vermekti. Mesaj ilk olarak İMC televizyonunda tecrübeli haberci Banu Güven’in “Artı Haber” programına konuk olan Nişantaşı Üniversitesi’nden Sosyolog Nil Mutluer’den geldi. Mutluer, “Tülbent ve eşarplarıyla Cizre’ye gidip Batı’da yaşayan kadınlar olarak Cizre’deki acıyı gördükleri mesajını vermek” istediklerini ifade etti. Ancak programda Banu Güven, “Cizre’de sokağa çıkma yasağı değil abluka uygulandığı” hususunda çok net ifadeler kullanılıyor. Mutluer ise sadece Cizre’nin değil Diyarbakır başta olmak üzere “şehirlerin silahlandırıldığını, olaylara müdahale eden adamların IŞİD tarzı soğukkanlı daha çok Jitem+Hizbullah tarzı adamlar” olduğunu iddia ediyordu. İlaveten “silahlanma sadece Kürdistan’da değil Batı’da da var yani” diyerek dikkat çekici uyarılar yapıyordu.
Banu Güven “şehirlere kimin abluka uyguladığını” Nil Mutluer ise “şehirleri kimin silahlandırdığını” açıkça telaffuz etmiyorlardı. Ancak izleyiciler abluka ve silahlandırma suçunun asla PKK’yla, HDP’yle ilişkilendirilmediğini tersine Jitem+Hizbullah sentezleriyle Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Davutoğlu’nun suçlandığını kolayca anlayabiliyorlar. Esasen yapılanın haber-yorum olmadığı aşikâr. Aksine PKK’nın hemen her zeminde tırmandırdığı şiddet sarmalına meşruiyet ve sempati kazandırmak üzere biri gazeteci diğeri sosyolog iki kadın oturmuşlar İMC’nin stüdyolarında stratejik planın ilgili bölümlerini icra ediyorlar. Mesela bu bağlamda “Batı’da da silahlanma var” ifadesi Sultanbeyli’de polis karakoluna bombalı araçlar ve uzun namlulu silahlarla girişilen saldırılara itiraz yükseltilmiyor oluşu üstlendikleri rolü de tercih ettikleri safı da belirginleştirmektedir.
24 kadın tarafından kaleme alınıp “Tüm kadınlara çağrı” başlığıyla yayınlanan bildiri ise son derece dikkat çekici hatta sarsıcı ifade, benzetme ve kıyaslar içeriyordu. Cizre’nin “abluka altında, ateş altında kaldığı, keskin nişancıların dışarıya çıkanları vurduğu, Özel timlerin halkı, milletvekillerini, kadınları, çocukları taradığı ve bebeğinden dedesine değin 23 kişinin öldürüldüğü” Gazze misali bir vahşete uğramış bir belde olduğu nazara veriliyordu. Cizre’de “devletin kolluk güçleri” kadınları, çocukları öldürerek dehşet salarken Batı’daysa “devlet destekli erkek güruhları” dükkânları yakıp, binaları yıkarak sürdürülüyormuş savaşı.
Evet, Cizre’de bir savaş var ama devletin kiminle, hangi örgütle ve niçin savaştığına dair bir cümle olsun atıf bulamıyoruz bildiride. Tanımlanamayan, teşhis edilmesi mümkün olmayan bir savaş gücü filan mı bu işi tetikledi yoksa kolluk kuvvetleri kan dökme tutkusuna mani mi olamadı? Öl(dürül)en 23 insanın kim tarafından, nasıl öldürüldüğüne dair en küçük bir bilgiye, belgeye veya atfa numunelik olsun yer verilmemiş, neden acaba?
Kurtarılmış bölge, özyönetim, devrimci halk savaşı gibi (nasyonal) sosyalist söylemlerin nasıl pratiğe döküldüğü ziyadesiyle acı tecrübelerle sabitken acaba bu feminist-sol romantizm maskesiyle hangi kazanım hedefleniyor? Her biri okumuş yazmış, siyasete karışmış mezkûr kadınlar Türkiye’de devletin Kemalist karakteri sebebiyle giriştiği zulümlerin temelini oluşturan güvenlik konseptinin temelden değiştirilmeye hatta tasfiye edilmeye çalışıldığını göremiyorlar mı acaba? “Cizre’de insanları devlet öldürmüştür, olağan suçlu kolluk kuvvetleridir” denebilir. Bu ihtimali dışlamamakla beraber PKK’nın alan hâkimiyetini genişletmek adına tırmandırdığı savaş için Kandil’den yapılan resmi çağrıları da mı görmüyorlar yoksa? Oysa PKK’ya müzahir medya ve sosyal hesapları takip edenler gayet net olarak görür ki Çözüm süreci bu mahallede sadece silahlanmak, mayınlamak, hendek kazmak, barikat kurmak, dağ kadrolarını şehirlerde istihdam etmek maksadına istinaden kabul görmüştür.
Al Bir Tülbent, Koş Ağlama Duvarına
Bebeğinden dedesine keskin nişancıların mermilerine hedef olan, özel timlerin halkı taramayı teamül haline getirdiği bir belde hakikaten Gazze’den farksızdır. Lakin aydınlanma ve ilerlemeye taparcasına bağlı bu akademisyen kadınlar sizce hiç akademik ve objektif bir analiz ve teşhis yapıyor gibi duruyorlar mı? Bilginin, bilimin namusuna sadakat emaresi mi görüyorsunuz bu tip bildirilerde yoksa bilgiye, bilime, akademiye sarkıntılık etmeyi, tecavüz edip iğfal etmeyi alışkanlık edinmiş karanlık karakterler mi batıyor gözünüze?
İnşa etmek üzere yırtındıkları “savaşa karşı barışta ısrarcı kadınlar” imajı öylesine basit ve çirkin bir makyajdan ibaret ki bırakın dertlere, acılara, sıkıntılara derman olmayı daha da derinleştirmekten, kronik hale sokup kangrene çevirmekten başkaca bir işe yaramıyor. “Cizre’deki büyük direnişi selamlamak” için yola çıkıyorlar fakat Kandil’deki savaş tanrılarının emriyle Kürdistanı mayın tarlasına dönüştüren faşist örgüte tek cümleyle olsun itiraz etmeyi akıllarına getiremeden.
Eğer Cizre’de selamlanacak büyük bir direniş varsa o direniş PKK ve HDP’nin bütün tehdit, şantaj ve zorbalıklarına rağmen sokağa çıkmama direnişidir. Kürdistan’da “ya sev ya terk et” siyaseti artık devlet eliyle değil PKK tarafından işletilmektedir. Güya kalpleri şefkat ve merhamet hisleriyle dolup taşan bu kadınlar nasıl oluyorsa Serhildan çağrısına boyun eğmeyen, devrimci halk savaşı adı altında kanlı bir iç savaş dayatmasına asker yazılmamakta direnen Kürdistan halkından selamı esirgiyorlar. Makbul Türk devri gerilerde kaldı ya makbul Kürt devri pek bir moda oluverdi bu dönemde.
Oya Baydar’ın ifade ettiği “Kürt oldukları için insanların diri diri yakılmak istendiği, linç edildiği, öldürüldüğü bir dünya” Kemalist iktidarların dünyasıydı. Bu kirli, kanlı ve inkârcı siyasal süreci AK Parti Hükümetleri tarihe gömdü, Baydar’ın ve arkadaşlarının bitişik nizam çalıştıkları Türk-Kürt ulusal kimlik siyaseti değil. Gerçek ve kalıcı barış ise saçmalığın zirvesini teşkil eden PKK-HDP’nin “kırmızı-sarı-yeşil renkleriyle (flama veya bayraklarıyla) Türk bayrağının renkleriyle meydanları doldurma” teklifiyle asla erişilemeyecek bir hedeftir. Müslüman halkları ayrıştırıp çatıştıran ulusal kimlik siyasetlerine ulusal sembollerin çözüm getiremeyeceği basit bir mantık kuralıdır oysa.
Kafaları aydınlanma-ilerleme mitinin ürettiği hayali ulus kimlik ve sembollerle dolu olan Batıcı aydınların çözümü işte bu düzeyde seyreden trajikomik bir müsamereden ibaret. Bu müsamereyi eşarp ve tülbent gibi geleneksel sembollerle süsleyerek PKK’nın cinayet ve vahşetlerini kolayca AKP’ye fatura ederek perdeyi kapatabileceklerini sanıyorlar.