Çin zulmü nereye kadar?

SÜLEYMAN CERAN

Çin, yıllardan beri Doğu Türkistanlı, Uygurlu Müslümanlara sistematik işkence yapıyor. Devasa coğrafyada, korkunç bir baskı altında yaşayan ve sayıları milyonları bu halklar, modern zamanlarda oldukça ilkel şartlar dayatıldığı için yaşadıkları acıları, kanıt olarak dünya kamuoyuna sunamıyorlardı. Çin’in sürekli olarak reddettiği bu durum ilk kez geçtiğimiz bahar mevsiminin son günlerinde belgelendi. Kaynağı belirsiz bilgisayar korsanları tarafından, Doğu Türkistan’ın İli ve Kaşgar bölgelerinde bulunan güvenlik güçlerinin bağlı olduğu sunuculardan “Xinjiang Police Files” ismi verilen dosya içerisinde yaklaşık 300 binden fazla mahkûma ait bilgi, yetkililerin konuşmaları, emirler ve yönetmelikler de dâhil muazzam bir veri kaynağı kamuoyuna sızdırıldı. İngiliz, Fransız, Alman hatta İspanyol medya kuruluşları bu bilgilerin bir kısmını servis ettiler. Bu belgelerde, Çin devletinin eğitim kurumu olarak gösterdiği bölgelerin ceza amaçlı olarak oluşturulan, işkencelerin yapıldığı toplama kampları olduğu ilk kez belgelenmiş oldu.

Batı medyası yaptığı Çin haberleriyle bizleri teyid ediyor adeta. Reuters, Le Monde, BBC yahut Spiegel gazetelerinde yıllardan beri gündemde tutmaya çalıştığımız haberlerin yapıldığını görüyoruz. Çin’in işgal altında tuttuğu Uygur bölgesinde, Doğu Türkistan’da erkeklerin sakal bırakması ve kadınların uzun kıyafet giymesi kısıtlandığını, halkın düğünlerde alkol kullanmaya zorlandığını, nüfusu oldukça az olan kırsal kesimlerdeki köylerde bile güvenlik güçlerince mercek altına alındığını, pek çok casusun yerleştirildiğini Batı medyası da yazıyor artık. Sadece bunlar mı? Camilerin kameralarla izlenip Cuma namazına gelenlerin fişlendiği, Çin’in Doğu Türkistan'daki demografi yapıyı da değiştirmek için Han Çinlilerini hızla bölgeye kaydırdığını, bölgedeki geleneksel İslam ve Orta Asya mimarisinin en iyi korunan yerlerinden biri olarak kabul edilen Kaşgar'daki tarihi birçok yapıyı yıkarak, Uygur tarihinin izlerini silmeye devam ettiğini de yazıyorlar artık.

İnsan Hakları İzleme Örgütü'nün Çin Direktörü Sophie Richardson, "Doğu Türkistan'da yaşananlar asla kabul edilebilir bir durum değil." demekten kendini alamazken, Birleşmiş Milletler Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılması Komitesi Çin'i, Doğu Türkistan'ı hiçbir insan hakkın bulunmadığı kitlesel toplama kampına dönüştürmekle suçluyor.

Batılı güçlerin Mısır’da, Suriye’de, Irak’ta yaşanan korkunç insan hakları ihlallerini görmezden gelip Doğu Türkistan ve Uygur sorunlarına ilgi göstermesi tamamen “duygusal” bir durum. Batılı ülkeler Ortadoğu ve Afrika ülkelerine ilişkisini, demokrasi ve insan hakları üzerinden değil sadakat merkezli kuruyor; sadık olduktan sonra diktatörlerle bile rahatlıkla yol yürüyebiliyorlar. Hatta Batı için diktatörlükler, demokratik yönetimlerden daha kullanışlı aparat olduklarından özellikle tercih ediliyor, hatta iktidarların değişmesine bu nedenle önayak oluyorlar.

Batı ile Rusya arasındaki çatışma Ukrayna merkezli yürürken; Batı ile Çin arasındaki rekabet/çatışma Doğu Türkistan, Uygur ve Tayvan meseleleri üzerinden sürdürülüyor. Bu denklem Müslümanların yararınadır. Ukrayna’da yok olan her Rus taburu, düşen her uçak, etkisiz hale gelen her pilot bir kazanımdır. Aynı şekilde Batı tarafından Çin’in insan hakları eksenli sıkıştırılması, takip edilip gözetlenmesi, gizli belgelerinin ele geçirilip servis edilmesi coğrafyadaki müslümanlar için kazanımdır. Çin’in devasa coğrafyasında dilediği gibi hareket etmesine mâni olacak her adım değerlidir.

Batı’nın alenen Çin’e Doğu Türkistan ve Uygur meseleleri üzerinden açık tavır aldığı düzlemde Türkiye, reelpolitik açıdan sessizliği tercih ediyor. Anlaşılabilir bir durum. Kompleks bölgesel sorunlarla, küresel güçlerle karşı karşıya olan ülkemizin, mevcut ortamda bir de Çin’i karşısına almak istememesi makul bir tercih. Bununla birlikte insanların özgürce toplanabildiği, düşüncelerini ifade edebildiği ülkemizde, Çin’i protesto eden sivil toplum kuruluşlarının da engellenmesi, bastırılmaya çalışılması, susturulması da anlaşılabilir bir durum değildir. Son olarak 30 Kasım Çarşamba günü Çin Konsolosluğu önüne gelen ve sayıları elli kişiyi bile bulmayan, çoğunluğu Uygur olan protestocuları hakaretlerle, “yurt dışı” tehditleriyle ve aşağılamalarla göndermeye çalışan güvenlik güçlerinin tavırları şok edici olmuştur. Üstelik tüm bu yaklaşımlar Çin Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Geng Shuang’ın Türkiye’den hadsiz bir şekilde “Suriye’deki operasyonları ‘derhal’ durdurup doğru yola geri dönün” ifadesini kullandığı hafta gerçekleşmiştir.

Türkiye’de, Çin’e yönelik protestoların engellenmemesi hatta gayri resmî olarak teşvik edilerek geniş kitlelerce yapılması gerekir. Devletler arası ilişkiler çıkara dayalıdır ama halklar arası ilişkilere kimsenin karışma hakkı yoktur. Doğu Türkistan ve Uygur halkının hak ve özgürlük taleplerini dillendirmek, asimilasyon politikalarına karşı çıkmak; Batı ülkelerinden önce aynı dinin ve ırkın mensupları olarak Türkiye’ye düşer. Özgür-Der Genel Başkanı Rıdvan Kaya’nın katıldığı protesto gösterileri ve İHH Başkanı Bülent Yıldırım’ın dahil olduğu ve Türkistanlı katılımcıların konuştuğu basın açıklamaları dışında ülkemizdeki sivil toplum kuruluşları, sendikalar ve partilerden yeterince ses çıkmamaktadır. Türkistanlı kardeşlerimiz asla yalnızlığı hak etmiyorlar. Toplama kamplarında acı çeken, çoluğundan çocuğundan koparılan ailelerin veballeri üzerimize sağanak olarak yağmaktadır. Zalimce politikalar üreten Çin iktidarı, derli toplu, geniş katılımlı protestolarla kınanmalı, kamuoyunda duyarlılık artırıcı çalışmalar yapılmalıdır.